Kastamonu; Çivisiz Camii, Dipsizgöl, etli ekmek 812 çeşit yemek

 Kastamonu’yu nasıl bilirsiniz?



Sizi bilmeyiz ama biz sadece ‘bilirdik’ de bu kadar ‘iyi’ bilmezdik. Gittik, gezdik ve de gördük ki şaşmamak elde değil.

O ne güzel insanlar o ne güzel ormanlar o ne güzel yemekler o ne güzel köyler o ne güzel konaklar. Vay ki ne vay!

Daha önce şöyle bir gezmişliğimiz vardı; şimdi ise neredeyse karış karış dolaştık bu olağanüstü kentin tadını çıkardık. ‘‘Olağanüstü’’ diyoruz çünkü gerçekten olağanüstü, abartı yok.

Neyse lafı uzatmayalım kenti ve de çevresini anlatalım. Anlatalım ama bu öyle rast gele bir anlatım olmasın; birkaç konuya birkaç bölüme ayırıp tane tane ballandıra ballandıra ağzınızın suyunu akıtacak kadar yoğun bir anlatım olsun diyelim ki, ‘’’Eğer de kısmet olur da siz de günün birinde Kastamonu’ya gitmeye niyetlenirseniz, Bolu lezzetlerini, İsmail’in kahvaltısını, Hacıbey’i, Akçaabat köftesini sonra doğasını Windowslar’ını, Dipsizgölü’nü, sincaplarını, yılanlarını, tilkilerini ve de ayılarını tarihi camileri, Kasaba’daki çivisiz Mahmutbey Camii’ni, türbeleri, türlü çeşit mimarisi ile konaklarını, Saat Kulesi’nden Kastamonu seyrini sonra 812 çeşit yemeği; etli ekmeği, döneri, tiriti, çekme helvayı sonra pirincini yaşar’ını, sarı kılçık’ını, osmancık’ını ve de maratellisi’ni sonra köylerini içindeki düvelerini, öküzlerini, ineklerini, onları dağlara otlatmaya götüren 90’lık çobanlarını en son da ‘iyi’ insanlarıyla iki lafın belini kırmayı unutmayın’ deriz.

Keyfe keder


 


Sabah 6’da yola koyulduk. İstanbul / Kastamonu arası 500 küsur kilometre. Küsuru var çünkü Bolu / Gerede’den sonra sırasıyla Çerkeş ve Kurşunlu ilçelerini geçip Ilgaz’a varıyorsunuz.

Ilgaz’da ya yukarıya kıvrılıp doğru Kastamonu’ya çıkıyorsunuz ya da bizim gibi yapıp önce Tosya sonra eski yol üstünden, ‘Ver elini Kastamonu’ diyorsunuz. Dolayısıyla yolu uzatmak ya da kısaltmak sizin elinizde keyfe keder. Ne için uzatacağınıza ne için kısa tutacağınıza siz karar vereceksiniz.

Tabii ki biz yolu uzatmayı seçtik; börtü böcek görmek istedik, uzun yoldan Tosya üstünden Kastamonu’ya ulaştık. Ancak Kastamonu yolu bu kadar kısa anlatılacak bir yol değil. Yol boyunca çeşitli lezzet durakları mola yerleri var ki hem gidişte hem dönüşte uğrayıp aç karnınızı doyuruyorsunuz hem de fiyat / kalite analizi yapıp ‘okuyan olur’ düşüncesiyle ahkam kesiyorsunuz.

Şimdi gelelim asıl konuya; efendim biz Kastamonu için İstanbul Kadıköy yakasından sabah altıda yola koyulduk; yol boyunca ağır ağır çevre gözlemleri yaptık. İstanbul’dan çıktık çıkalı aşağı yukarı üç saat olmuştu ki kahvaltı için Bolu Tüneli’ni pas geçip, eski yoldan İsmail’in Yeri’ne vardık.

İsmail’in Yeri buraların ‘’en meşhur’’u, yolcular tarafından ‘en bilinen’i dolayısıyla her zaman müşterisi bol.

Gözlemimiz odur ki İsmail’in bir zamanlar basında dile getirdiği, ‘Bolu Tüneli açılacak, peki bize ne olacak?’ kaygısı boşa çıkmış durumda. Çünkü hem bizim uğradığımız eski yeri hem otoyol üstünde yer alan yeni yeri tıklım tıklım. Yani şu sıralar müşteri bulma açısından İsmail’in sorunu yok görünüyor.

Ancak İsmail’in bir sorunu var ki o da ondan çok bizim sorunumuz gibi gözümüze battı: Fiyatları pahalı.

‘’Sucuk ekmeğin tadını çıkarayım.’’

Bir de bunun dönüşü var değil mi? Nitekim öyle de oldu, dönüş yolunda karnımız acıkınca, bir gün önceden aklımızda kalan ‘İsmail fazla fiyatlıydı’ tespitiyle, kendimizi Hacıbey’in önünde bulduk.

İki kişi köfte söyledik ve tabii ki köfte akçaabat köftesiydi. Çünkü İstanbul’dan çıkıp daha Karadeniz adı aklınıza düşür düşmez bir anda her yan akçaabat köftesinden geçilmez oluyor. Başka hiçbir köfte sanki köfte değilmiş gibi sanki akçaabat köftesinden başka köfte yenilmezmiş gibi.

Neyse, bir arkadaşımız bu durumu protesto ediyormuş gibi köfte yerine sucuk söyledi, söylemekle de kalmadı nasıl istediğini anlattı, ‘Ekmek arasında istiyorum, domates ve biber de pişirin ki içine ellerimle koyup, tadını çıkarayım.’’

Tahmin edersiniz ki sucuk ayrı ekmek ondan çok daha ayrı, biber ve domates çok sonraları getirilip masaya kondu.

Arkadaşımız sabırlı olduğundan çeşitli zaman aralıklarında masaya getirilenleri bir araya toplamaya çalıştı ama hiçbir zaman ekmek arası sucuğunu yiyemedi; sucukları ekmek dilimlerinin arasına dizip nefsini köreltti.

Sonuç ne olursa olsun aç karnımız doydu, Hacıbey’deki müşteriliğimizi sonlandırmak için hesabı istedik; iki köfte, bir sucuk, bir de yoğurda 38 Türk Lirası ödedik. (O günün parası) Sözün kısası şu ki, İstanbul / Kastamonu yolunda köfte menemenden daha ucuz!

‘Cennet’in nasıl bir yer olduğunu bilmiyoruz ama Kastamonu’yu gördükten sonra ‘Olsa olsa cennet böyledir’’ dedik.

 Gidip görün Kastamonu’yu ya da en azından fotoğraflara bakın hak vereceksiniz.

Bu güzellikleri seyretmek kuş seslerini doyasıya dinlemek için yolumuzu uzatıp Tosya – Kastamonu arasını eski yoldan kat ettik. İyi ki de etmişiz.


Her yan Windows fotoğrafları gibiydi. Kamerayı hangi yana çevireceğimizi şaşırdık; Bol bol fotoğraf çektik.

 Soluklanmak istediğimizde Beş Çeşme’de Baraka’da insan çatlatan soğuk sulardan içtik; ‘‘Gerçek’’ diye anlatılan hikayeler dinledik;

‘’Adamın biri Kastamonu’nun meşhur yağlı yüzlü tiridini yemiş ardından da Tosya’ya doğru yola çıkmış. Bir süre yol gittikten sonra içi yanmış, yol üstündeki Baraka Çeşmesi’nin soğuk suyuna ağzını dayamış; kana kana içmiş.


Adam hararetini dindirmiş ama gelin görün ki su o kadar soğuk o kadar soğukmuş ki içtiği su yediği yağları dondurmuş, çatlayarak ölmüş!’

Allah’tan aç değildik Hikayeyi dinleyince Baraka’nın soğuk suyunu korkmadan içtik, yola koyulduk.

Bu arada deminden beri ‘‘Kastamonu bir cennet’’ diyoruz ya yoksa ki Tosya – İstanbul yolu üzerinde ‘‘cennet içinde bir başka cennet’ varmış ki ancak rastlayınca anladık ‘’cennet’’ neymiş.

Adı Dipsizgöl

İçinde göl üstüne uzanmış bir restoranı bir de moteli var. Hemen unutmadan söyleyelim eğer ki bu cennette kalmak isterseniz sevap yerine burada para geçerli unutmayın.

Ancak para dedikleri de öyle aman aman paralar değil. Sizin için işletme sahibi fiyat verdi der ki, ‘’Hafta içi oda, kahvaltı, öğlen ve de akşam yemeği dahil 70 TL; yok hafta sonu kalmak isterseniz bütün bunlar 90 TL.’’ (O zaman fiyatları)

Bu eşsiz göl manzarasına karşı yemek içmek tabii ki çok keyifli bir de her yan fotoğraf çekilecek görüntülerle dolu. İster bizim yaptığımız gibi her şeye kamerayı doğrultun isterseniz bir banka oturup, bir bardak soğuk bira ile bu eşsiz doğanın tadını çıkarın ya da işletmecinin vaat ettiği gibi;

‘‘Sıcacık bir aile ortamı içerisinde, dağ havasıyla mangal keyfi yapın. ‘’Cennet’’ dedik de aklımıza geldi, yolda Adem’le Havva’yı ‘Cennet’ten kovduran yılana bile rastladık, iki adımda bir gördüğümüz tilkileri, sincapları ise saymıyoruz bile.

Neredeyse ‘’Ayu çıkabilir daş düşebilir’ deyişi gerçek oluyordu. ‘’Daş’’ bir gece kaldığımız dağ köyünde neredeyse düşüyordu; ‘ayu’ya ise ne yazık ki rast gelmedik. Keşke yüzünü gösterip bir ‘’merhaba hoş gelmişsiniz’’ deseydi. Ayıp etti.

‘’Kastım Moni’’

‘‘Kastamonu olağanüstü bir kent’’ demiştik ya; işte kentin bir o kadar da ‘’olağanüstü’’ hikayeleri var ki, adının nereden geldiğinden tutun da taa Saat Kulesi’ne, türbelerine kadar uzanıyor.

isterseniz önce rivayetlere Kastamonu’nun adından başlayalım; efendim Bizans Tekfuru’nun güzel kızı Moni, Türk komutanına aşık olur. Tabii Türk komutan da Moni’ye…Vee Türk komutan aşkını, ‘’Kastım Moni’’ der haykırır, yani ‘Moni’yi almak istiyorum.’

Moni bu isteği karşılıksız bırakmaz hemen kalenin anahtarını aşağıya, Türk komutana atar. ‘’Zalim baba’’ olanları öğrenir çok şiddetli öfkelenir o öfkeyle de kızını tuttuğu gibi kaleden aşağıya atar.

İşte o günden sonra derler ki, ‘Kastım Moni’ haykırışı Kastamonu olmuştur.  

Ancak hikaye burada bitmez, o günden sonra Moni kaleden aşağıya atıldıktan sonra düştüğü yer, "Kırk Kız Türbesi" olarak anılır.

‘’Kırk Kız’’ denmesinin nedeni de zavallı Moni düştüğü yerde tam kırk parçaya ayrılmıştır da ondanmış.

Kastamonu Kalesi’nin yerden yüksekliği 120 metre. Kenti içindeki tarihi yapıları, Saat Kulesi’nden sonra en iyi kaleden seyretmek mümkün.

Kalede görülecek birçok şeyin yanı sıra bir de "Bayraklı Sultan" olarak anılan bir türbe var ve de türbe hakkında anlatılan bir rivayet. O da şöyle:

Yunus Mürebbi adlı nalbant çırağı fetih sırasında komutana, ‘Komutanım bayrağı ben dikmek istiyorum’ demiş komutan izin vermemiş. Yunus Mürebbi, ’Dün gece rüyamda Hz. Muhammed’i gördüm. Yarın yanıma gel ama bayrakla gel’ dediğini söylemiş. Komutanın gözleri dolmuş ve kabul etmiş. Mürebbi kuşatma sırasında kaleden dökülen kızgın yağlara ve oklara rağmen bayrağı surlara dikmiş, diker dikmez de okla vurulup şehit olmuş. Mürebbi öldüğü yere gömülmüş. O gün bugündür mezarı halk arasında ‘Bayraklı Sultan’ olarak anılmış.

Kastamonu hakkında hikayeler bitmiyor tabii; alın size bir hikaye daha hatta iki hikaye daha onlar da Saat Kulesi ile ilgili:

Bir rivayete göre II. Abdülhamit zamanında saat, yanlış gitmesi ve zamansız çalması yüzünden saraydakileri kızdırmış ve saray tarafından cezalandırılarak, Kastamonu'ya sürgüne gönderilmiş.

Başka bir rivayete göre dönemin padişahının hareminde bulunan bir gözdesi saatin saat başı vuran gongu yüzünden korkuyla karnındaki çocuğu düşürür ve saat padişah tarafından Kastamonu'ya sürgün edilir.

Kastamonu hikayeleri bitti ya da bizim bildiklerimiz, duyduklarımız bitti. Şimdi isterseniz ‘’gerçeklere gelelim; adı Çivisiz ya da Mahmut Bey Camii’ne.

Yalnız Çivisiz Cami’ye gitmek için az biraz Kastamonu’nun dışına çıkmanız gerekiyor. Camii Kastamonu-Daday Karayolu’nun 18. kilometresinde yer alan Kasaba Köyü’nde.

Cami 1366 yılında, Candaroğlu beylerinden Adil Bey’in oğlu Emir Mahmut Bey tarafından yaptırılmış. Dıştan sade bir görünüme sahip olmasına karşın gerek süslememeleri gerekse tarzı nedeniyle dünyadaki nadir örneklerden…

Bindirme tekniği ile çivi kullanılmadan yapılan cami, restorasyon dönemleri dışında yüzyıllardır cemaate ve ziyarete açık tutulmuş şimdilerde ise sadece cuma günleri inananları kabul ediyor.

Çivisiz camii çivili olmuş

Pek geleni gideni yok camiinin, meraklısı, bileni ile günlük ziyaretçi sayısı yirmi, otuz civarındaymış. Süslemeler dışında 2007 yılında bir restorasyon geçiren caminin iç kısmında yer alan ahşaplar ve üstlerindeki mavi, yeşil, kırmızı renkli süslemelerin görülmesi gerek.


Bu eşsiz cami bindirme tekniği ile ve çivisiz yapılmış ama günümüz insanı caminin çivisiz olmasını kendine yakıştıramamış ki yüzlerce yıldır çivisiz duran caminin 8 metre yüksekliğindeki ağaç sütunlarının sağına soluna çivileri çakıvermiş; kimse de ‘Niye çaktın? Kim çaktı’ demediğinden çiviler oldukları yerde duruyor. Dış kapısı da ahşap olan ve işçiliği dünyanın sayılı örnekleri arasında gösterilen kapının aslının bugün ne yazık ki yerinde yeller esiyor. Asıl kapı Kastamonu Liva Paşa Konağı Etnografya Müzesi’nde sergileniyormuş.

Bu arada küçük bir ayrıntı daha; caminin yapımında deprem kolonları da kullanılmış. Mihrabın iki yanında yer alan ve deprem anında binanın yatıp yatmadığını anlamaya yarayan mermer sütunlar hala kendi etrafında 360 derece dönebiliyor.

Yine bir ayrıntı daha o da caminin taş olan tek minaresi hakkında. 2007 yılındaki restorasyonda yetkililer minarenin caminin güvenliğini tehdit ettiği sonucuna varmışlar ve taş minareyi yıkarak yerine bugünkü ahşap minareyi yapmışlar.

Çivisiz Camii ya da diğer adıyla Mahmut Bey Camii, İbn- Batuta’nın seyahatnamesinde de konu edilmiş. Batuta, caminin tek katlı olduğunu ama mahfillerle üç katlı hale getirildiğini. Bu mahfillerin ortada yer alanında sultanın, âlimlerin, yüksek rütbeli askerlerin, onun üstündekinde ise veliaht ile kölelerin namaz kıldığını söylüyor.

Kastamonu’da gezilecek ve de görülecek çok şey var; onların başında da tarihi yapılar geliyor. Ancak zamanınız bizimki gibi kısıtlı ise aklınızda bulunsun bir başka zaman mutlaka görün

Külliyeleri yani Şeyh Şabanı Veli, Yakup Ağa ve Nusrullah Kadı külliyelerini; birçok farklı mimari tekniğin uygulandığı konakları, Arkeoloji ve Etnografya müzelerini Hükümet Konağı’nı görün.

812 çeşit yemek

Evet sonunda sıra geldi Kastamonu’nun yemeklerine… Ancak kısmete bakın ki bu gezide neler neler yiyeceğimizi, en azından Kastamonu’nun meşhur dönerinin, tiridinin, bandumasının, biryanının tadına bakacağımızı hayal edip bu yönde plan ve program yaparken meğer Kastamonu ve yöresindeki gezimizde neredeyse sadece etli ekmeğin tadına bakabildik, başka da bir şey yiyemedik. ‘’Niye mi?’’ Bakın anlatalım.

İk gün Kastamonu’nun köylerini bayırlarını dolaşıp otun, böceğin fotoğrafını çekerken, yolumuz, yol arkadaşlarımızdan birinin içinde yaşayanları tanıyor olması nedeniyle çok şirin bir köye, Kavun Köyü’ne düştü.

Açık havadaki selam sabahtan hoş beşten sonra susuzluğumuzu gidermek için olsa gerek sofraya ilk önce ayranla, karpuz geldi sonra da Kastamonu’nun ‘’en meşhur’’ tatlarından etli ekmekler mutfakta piştikçe art arda ev sahibimizin ellerinde boy gösterdi.

Biz etli ekmekleri götürürken size bu nefis tattan kısaca söz edelim hatta evin mutfağına kadar gidip nasıl yapıldığına bir göz atalım.

Önce un, su ve tuz yoğruluyor, hamur dinlenirken;

kuzu kıyması, kuru soğan, maydanoz, tuz ve karabiber ile bir harç hazırlanıyor;

harç soğan da dikkate alınarak biraz sulandırılıyor;

bir yumak hamur açılıyor;

harç, hamurun bir yarısı üstüne yayıldıktan sonra diğer yarısı üstüne kapatılıp az biraz yağlanmış teflon tavada (aslı sacdaymış) pişiriliyor.

Bu arada harcı sulu olduğundan etli ekmeğin hemen pişirilmesi gerekiyormuş.

Etli ekmekler piştikçe tane tane sofraya servis ediliyor.

Hemen belirtelim orta karar bir yetişkin iki, biraz daha boğazına düşkün olan büyük yetişkinler aşağı yukarı 4 ile 6 arası etli ekmek yiyebiliyor. Buna şahit olduk.

Etli ekmek biraz ‘çibörek’e benziyor ancak onun gibi küçük değil ve onun gibi yağda kızartılmıyor. Yani anlayacağınız Kastamonu’nun etli ekmeği bayağı hacimli. Artık 6 tane etli ekmek yiyen ‘adem’i siz düşünün ve deyin ki ‘Bütün gün başka bir şey yenir mi ki?’

Doğrusunu söylemek gerekirse biz ancak ikiye yakın etli ekmek yiyebildik; ancak arkadaşlarımız, hamurunu yeterince hamur bularak, (öyle seviyorlarmış) yediklerini saymadıklarından, (yemek sayı ile yenir miymiş?) 4 ile 6 arası etli ekmek yediklerini ‘’tahminen’’ söylediler.

Peki şimdi gelelim, ‘’Bu sıcak yaz günlerinde bu kadar etli ekmek yenirse akşama yemek yenir mi?’ sorusunun yanıtına…

Eğer gerekçe sağlamsa ve ‘Etli ekmeğin ev işini yedik acaba çarşı işi nasıldır?’ şeklinde ortaya konursa, tabii ki öğlen beş altı etli ekmek yiyebilen, akşam da yiyebilir.

Nitekim biz de gerekçemizi yukarıdaki gibi ortaya koyup arkadaşlarımızı ikna edip, Kastamonu’nun ‘’en iyi’’ etli ekmekçi dükkanlarından Nasrullah Kebap ve Pide’den içeri giriverdik hemen ustaların yanına gidip etli ekmeklerin yapılışını gözlemlemeye başladık.

 


Bir kere çarşı işi etli ekmeğin de malzemeleri aynı ev işi gibi, sadece iki büyük fark var aralarında çarşıda etli ekmek taş fırında pişiyor bir de evde pişirilenlerin neredeyse iki katı büyüklüğünde.

Tabi biz aradaki bu büyüklük farkını bilmediğimizden, etli ekmeği ‘’üç kişiye iki tane yeter’’ şeklinde söyledik. Hesapta sadece ‘’ev işi – çarşı işi’’ arasındaki farkı tadıp yolumuza devam edecektik, tahmin edersiniz öyle olmadı.

 Gelenleri yemek zorunda olduğumuzdan, Nasrullah’tan çıktığımızda hiçbir şey yiyecek halimiz kalmamıştı, ki etli ekmekten sonra tirit yemek niyetinde olan arkadaşımızın hevesi kursağında kaldı; biz de pek methedilen Kastamonu’nun çekme helvasının sadece ucundan tadına bakabildik.

812 yemek

 

Kastamonu mutfağı ile ilgili araştırma yapan Arkeolog Ahmet Gökoğlu yöreye özgü 812 çeşit yemek tespit etmiş.

 

Gökoğlu 1967'de yayımladığı, "Kastamonu Ekmekleri" adlı makalesinde  Kastamonu'daki yemek çeşidinin, yine o tarihlerde yapılan ve 36 ilden derlenen "Anadolu Yemekleri ve Türk Mutfağı" adlı kitaptaki yemek çeşidinden 280 adet fazla olduğunu belirtmiş. Kastamonu mutfağı bir zamanlar bu denli zenginmiş. ‘’Şimdilerde ne durumdadır?’’ diye merak ettiğimizden bir gün niyet edip yollara düşmüştük bu yazı onlardan biri.

 

Bu güzel kente vardığımızda etli ekmeğini hem Kavun Köyü’nde öğlen yemeği niyetine hem de çarşıda akşam yemeği niyetine tattık ikisinin de tadının damağımızda kaldı!

 


Sabah kahvaltısına bir tanıdığın köy evinde uyandık. Ev sahibimiz tek başına yaşayan bir erkek olmasına rağmen bize sabah sabah tarhana kaynatmış; yanına kızarmış köy ekmeği; ‘’serbest gezinen tavuk’’ yumurtasını kırıp yumurtayı beyazından ayırıp sadece sarısı ile yumurtalı ekmek yapmış, sofraya çilek reçeli ile ‘’hakiki sütü’’ eklemeyi unutmamıştı. Böyle bir kahvaltı sofrası bulunca karnımızı iyice doyurduk Tosya’ya doğru yola düştük.

 Niyetimiz Tosya’da, namını işittiğimiz bir dönerciye gitmek, öğlen yemeği niyetine nefsimizi köreltmekti. Ancak gelin görün ki küçük bir ayrıntıyı unutmuştuk, günlerden pazardı ortada ne döner vardı ne kimseler.

 

Ancak inat ettik, Açık dükkan bulacağız, içinde ne pişiyorsa tadacağız! Nitekim ‘’Sokak içinde bir pilavcı var onun pilavı pek meşhurdur’’ duyumuyla; o sokak senin bu sokak benim dolaştık içinde türlü türlü yemekler pişen Marmara Lokantası’nı bulduk. Önce tezgahı gözden geçirdik; aşçının, onca işinin arasında bir de bizim ayaklarının altında dolaşmamızdan pek hoşlanmadığını hissedip; sarı kılçık pirinciyle pişmiş az ‘’ibili pilav’’ siparişi verdik; pilavımız gelir gelmez de kaşık kaşık tadını çıkardık. Gerçi sabah sabah ibili yemek pek akıl karı değildi ama yemeseydik tadı bu kez de sizin aklınız kalacaktı; iyiydi iyi tereyağlı ibili. Pilav üstü tavuk ondan adı ibili!

 

Sarı kılçık, yaşar, maratelli, Osmancık…

 

 

‘’Tosya pirinciyle ünlüdür’’ derler Biz de öyle biliyorduk ve de diyorduk ki  ‘’Kışlık pirincimizi Tosya’dan alırız'' Nitekim Pirinç Pazarı’na gittik öneriyle ismi verilen dükkanı bulduk, satıcı amca, ‘Hangisinden istersiniz?’’ dediğinde ise ne yanıt vereceğimizi bilmediğimizin farkına vardık!

 

Çünkü o güne kadar ismini dahi duymadığımız torba torba pirinç duruyordu karşımızda: Sarı kılçık, yaşar, maratelli, Osmancık.

 

Ve de bize anlatılan, bu çeşit çeşit pirincin bir de çeşit çeşit pişirme yöntemi varmış ki işin içinden çık çıkabilirsen. Nitekim ‘Ayıkla bakalım pirincin taşını’ derler ya bizim başımıza gelen de o oldu, işin içinden çıkamadık, ‘Hangisinden alalım? Yoksa hepsinden mi alalım? Alalım da o kadar çok pirinci kim yiyecek?’ sorularına yanıt veremediğimizden 2 kilo yaşar, bir kilo sarı kılçık’ta karar kıldık.

 

‘’On bin yıllık buğday

 

Bu arada yeri gelmişken hemen belirtelim, Kastamonu’da bir de siyez bulguru diye bir bulgur varmış, onu da sağ olsun Kavun Köyü’nün İmamı hediye edince öğrendik.

 

Siyez bulguru ya da siyez buğdayı bundan on bin yıl önce ekilen ilk buğdaymış. Bugün ise ne yazık ki sadece Kastamonu’da yetişiyor (Sonradan çok meşhur oldu. Belki şimdi yetiştiriliyordur)

 

Siyez bulgurunu Kastamonulular iki şekilde kullanıyormuş; küçük taneli siyezden sade, yoğurtlu, ayranlı, sütlü, mercimekli çorbalar; iri taneli olanlardan ise sade, patatesli, taze fasulyeli, kuru fasulyeli, bezelyeli, domatesli, ısırganlı, ebegümeçli, mantarlı pilavlar yapıyorlarmış ve ekşili pilav en sevileniymiş.

 

 

Hiç yorum yok: