CANLARINA DEĞSİN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CANLARINA DEĞSİN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM





Babamdan umudu kesince, “Bekle beni İstanbul geliyorum” diye haber göndermiştim, lakin İstanbul’a vardım ki haberi yok! Sesim ulaşmamış ya da duymuş da duymazdan gelmiş! Ne yapsın İstanbul? O kadar çok geleni bazen de gitmeyeni var ki!

Önce kalınacak bir ev sonra da iş bulmayı iş edindim. Evi Kasımpaşa’da, Beyoğlu’na iki adım uzakta, tabii ki kardeşim buldu!

Kardeşimden biraz kısa kalmışım! Onun boyu benden uzundur. Kiraladığı eve girince ki tek odaydı; başı tavana değerdi! Evin genişliği de eni de iki tek kişilik karyola büyüklüğündeydi!

Eskiciden iki tane yatak iki de maviye boyalı, yaylı o zamanın deyişiyle “boru” karyola aldık. Yayları biraz fazla esnekti ama dert etmedik.

Karyolaları birbirine yapıştırdık ki odada bir karışlık yer kalsın. Kalsın ki inince mutfağa girebilelim. Mutfak dediğim de kovboy filmlerindeki at yalağına benzer betondan lavabo, üstünde de sarı bir musluk! İnsan gözünü karartsa lavabonun içine uzanıp yıkanabilir de Öyle geniş yani!

Ev sahibinin adını “mutfak” koyduğu yer, iki kişi yan yana durunca içine ancak kabul ediyor. Bir kenara da bir küçük tüpü koyup üstünde makarna haşlayabiliyorsun; hatta baktın ki canın çekti ister sade bulgur aşı yap istersen patlıcanlı; istersen iki yumurta kır alüminyum tavaya, oldu sana yağda yumurta! Gel gör ki mutfak, “İçeridekinin arkasından dolanayım da abdeshaneye gideyim!” deyince geçit vermiyordu! İlla içerideki çıkacak, karyolanın üstüne oturacak, yol ancak o zaman senin!

Mutfağın içinde yarım adam boyu bir kapı vardı; kapıyı açınca içeriye çömelerek giriyorsun. Önce alaturka tuvalet taşının deliğine sokulmuş koca kafalı tahtayı çıkarıyorsun, ki cardunlar (neredeyse kedi büyüklüğünde fare) çıkmasın diye konulmuş! Sonra da işini hallediyorsun. Ancak, “Acaba ben şey ederken cardunlar çıkar da şeyimi şey eder mi?” vesvesesini de aklından çıkarmıyorsun. İşin bitince de doğrulmadan sopayı deliğe tekrar yerleştirerek çömelerek çıkıyorsun!

Tek odalı bu “şirin evimiz”in dışarıya bakan bir penceresi, bir de tavana yakın iki duvarın kesiştiği köşede bir deliği vardı. Hava almamız ancak bunlarla mümkündü. Yalnız pencere mahkum penceresi gibi küçük tutulmuş, deliğe ise “Cardun çıkıyor!” endişesiyle gazete kağıtları tepiştirdiğimizden ve sabaha kadar ancak gazete kağıtlarını yiyip bitirdiklerinden, yenilerini gün ışımak üzereyken yerleştirmek gerekiyordu!

Sonunda ev işini şöyle ya da böyle halletmiştik; şimdi sıra işe gelmişti. Bir yandan da okulların taban puanlarını açıklamasını bekliyoruz. Bu arada hayatımızda önemli bir gelişme daha oldu, aramıza yeni biri katıldı: Remzo!

 O da iyi bir üniversite sınavı geçirmiş ve puanı iyi. Geldi İstanbul’a, tabii ki yanımıza! Durumumuz tıpkı Nasreddin Hoca’nın fıkralarındaki gibi... Hani adamın biri Hoca’ya gelip, “Evim dar” demiş de Hoca da ona, “Eve birini daha al” demiş ya o hesap! Gerçi hoca, adam her yakındığında bir canlı daha eklemeyi önermiş ama bizde değil eklemek, odada nefes almak bile mümkün değildi.

Biz de nefes almak için hemen yanı başımızdaki Beyoğlu’na çıkıyorduk! Yemeğimizi yani makarna, patlıcan kızartması, yağda yumurta ya da peynir, ekmek, domates, hıyar ve çay sıralamasından sırası geleni yatağın üstünde yiyip; vitrinlere, kalabalığa, bazen Zürefa Sokak’a, çoğunlukla da Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki randevuevlerine gidiyorduk, tabii ki seyre! Yoksa bizde o kadar para ne gezer, kadınlar güzel ama “fiyatları” yüksek! Hadi para kısmını geçtik diyeyim ama güzellik kısmı tehlikeliydi ve başımıza işler açıyordu!

Neredeyse her akşam randevuevlerinin dizili olduğu sokaklara gidiyor, yarı çıplak, gecelikli, az giyinik bir sürü kadını seyredip, ardından tek odalı evimize geliyorduk.

Gün geldi Remzo, sürekli randevu evlerinin olduğu sokaklara gider oldu.

Gidiyor. Tamam gitsin bir problem yoktu ama dönüp geldi mi bir düşüncedir alıyordu arkadaşımızı!

 “Oğlum ne var?”

“Yog bişey!”

“Var var oğlum, sende bişey var...”

“Loo vallah yogg!”

“Lan oğlum bize de mi lolo? Biz adamın halından anlarız, hele aynat!”

“Ben aşık oldum!”

“Haydaaa!”

Hayda ki ne hayda? Gerçekten bizim oğlan aşık oldu; hem de randevu evindeki kadınlardan birine! İyi güzel aşık olsun da bu aşk başka türlü... Niye? Çünkü bu aşk para ister, bizde de para yok!

Oğlan neredeyse her gün aşkını seyre gidiyordu. Bir gün gelmiş artık aşkının karşılıksız kalmasına dayanamamış, karşılık almak için varını yoğunu, cebindeki son kuruşları da denkleştirip gözünü karartmış, kadına, “Kaç numaradasız?” demiş.

Eve geldi ki hepten kaymış! Eskiden ağzında bir parça söz gevelerdi şimdi dut yemiş bülbül gibi dut ağacında tünüyor! Gözleri dalıp dalıp gidiyor boş duvarlarda, sanırsın ki engin denizlere bakıyor. Yalnız arada bir cardunların tıkırtısıyla kendine gelir gibi oluyor, baktı ki hayvanlar can derdinde, o da kendi canının derdine düşüyordu.

Bir gün geldi haberi de kendiyle birlikte geldi; ‘’İstanbul’da bir polis müdür olmuş ki nasıl babayiğit nasıl babayiğit! Kanunsuzun, kumarcının affedersiniz itin uğursunuz can düşmanı, elinden de Tomson silahını hiç düşürmüyor.

Eee polis bu, onu kim durdurabilir? Kimse durduramadı tabii. Bu “babayiğit” polis, birkaç haftada İstanbul’un tozunu toprağını attırdı ve gelip bizim Beyoğlu’na dayandı. Bir akşam Taksim’den giriyor Beyoğlu’na, Yüksek Kaldırım’dan iniyor; bir başka akşam Zürefa Sokak’tan başlıyor, soluğu Çiçek Pasajı’ndan çıkarken alıyor! Ortalıkta ne kumarhane kaldı ne randevuevi ne pezevenk ne de bizim Remzo’nun aşkı!

Oğlan şahtı şahbaz oldu! Hepten konuşmayı bıraktı yalnız arada bir inleme gibi bağrından kopup gelen bir sesle, “Ulan ……, seniy …., ......., .....,” dediği işitilir oldu.  

Eğlence bitti! İş bulup para kazanmanın vakti çoktan gelmişti geçiyordu bile. Bu arada, “İstanbul’da ekmek aslanın ağzındadır!” yalanının da gerçeğini öğrendik, yoksa ki ekmek aslanın midesindeymiş!

Tespit doğru olunca bizi bir çabadır aldı ve Remzo bir elektrik sobası imalathanesinde, kardeşim her sayısı yalan yanlış bir yığın yazıyla dolu, tükendikçe basılan bir “Atatürk” dergisinin pazarlamasında, bense bir ökçe fabrikasında iş buldum! Nasıl sevinç bastı hepimizi, sonunda iş bulmuştuk! Ancak bu yeni duruma en çok sevinen bendim. Çünkü sonunda “gerçek proleter” olmuştum.

İşlerimize erkenden gitmek için erkenden yatmak gerekiyordu. Ancak yatağımız iki taneydi! Biz de sıraya bindirdik, her gece bir kişi ortadaki demir boruların üzerinde yatacaktı çünkü mübarek karyolalar eskiydi, dolayısıyla yayları da eskiydi. Ee öyle olunca da çok esniyorlardı çok yaylanıyorlardı ve içinde ancak bir kişi yatabiliyordu! Adı üstünde yaylı karyola! İçine giren bir daha belini doğrultamıyordu.

Sıraya taviz verilmeden uyuldu ama her sabah birimizi, diğerinin koynunda uyurken bulduk! Uykusunu yatağında doğru dürüst alamayan, kalanını otobüste tamamlıyordu.

Kasımpaşa’dan, Topkapı’nın oralarda bir yere fabrikaya gidiyordum ki ökçe tezgahım beni bekliyor! Kare kare kesilmiş tahta parçalarını getirip yanıma yığıyorlardı; ben de makinede tahtaları 38-40-42 ne isterlerse o numaraya tıraşlıyordum, alıp gidiyorlardı; bazen de makine tırnaklarımı alıp gidiyordu ama işçilik güzeldi. Hele ki öğlenleri helva ekmek, kaşar ekmek, salam ekmek tadına doyulmaz lezzetlerdi!

Sonunda okullar puanlarını açıklamaya başladı, ben ve Remzo hukukta karar kıldık, İstanbul Üniversitesi’ne gidip kaydımızı yaptırdık, yıl 74.

Yalnız okul bir derya biz de kendimizi deryada başıboş gezen iki küçük “Harrahman (Urfa’daki balıklı göllerinden biri) balığı” sanıyoruz! Koca koca anfiler, içleri tıklım tıkış; girenler çıkanlar, kızlar erkekler; kimseyle pek konuşmuyoruz daha doğrusu konuşamıyoruz çünkü dilimiz yok, yutturmuşlar bize!

Okulun en sevdiğimiz yanı yemekhanesi; gerçi kuyruk biraz uzun ama olsun duvar yazıları var. Duvar öylesine zeki esprilerle dolu ki şimdiye kadar böylelerini duymamışız. Bir de yemekhanede tavuk, pilav, çorba ve tatlı çıktığı gün bayram ediyoruz. Etrafımızda yapılan, “Martı ulan bunlar martı!” esprilerine de aldırmıyoruz.

Okulda esprili olmayan şeyler de oluyordu. Bombalı saldırılar, hocaların silahla vurulması, öğrencilerin öldürülmesi ardından işgaller, cenaze törenleri!

Son aylarda İstanbul’da çeşitli okullarda öğrenciler öldürülmeye başlandı. Gün geldi bizim merkez binada da bir devrimci öldürüldü; ardından da üniversite işgal edildi. Olanlara ağzı açık bakıyorum çünkü hayatımda ilk kez bir işgal görüyorum. Üniversitenin ana kapısı tutuldu, kuş uçurtulmuyor, sadece devrimci olan ve başka fakültelerden, üniversitelerden destek için gelenler var. Üniversitenin o ünlü kapısında akademiden tanıdığım bir çocuk var. Uzun saçlı, sürekli kızlarla gezen “Küçük burjuva” diye aşağıladıklarımızdan ama o da işgale gelmiş ve kapıda “aslan” kesilmiş, girene çıkana ahiret soruları soruyor, gecenin ilerleyen saatlerinde ise rektörlük binasının tavan süslemelerini, “yeniden” süslüyordu!

Yemekhane açıldı ve o geceliğine “kamulaştırıldı!” Meyve sandıklarına el konuldu, sandıklar bahçeye çıkarıldı yakıldı, etrafında da çember olunup devrimci türküler söylendi, marşlar haykırıldı. İsteyen de gidip anfilerdeki çeşitli grupların konuşmalarını dinledi kimi de görevli olarak nöbet tuttu, pankartlara slogan yazdı, bildiri bastı ve hiç kimse gün ağarana kadar uyumadı.

Sabah olunca işgale yeni bir disiplin geldi, pankartlar açıldı kontrol edildi, her grup kendini temsil edenin, çağrıştıranın altında toplandı sesi kısılana kadar kendi sloganlarını bağırdı. Ben de bir sıraya sığındım, başladım bağırmaya:

Kahrolsun faşizm!

Ardından cenaze ortaya çıktı, bütün gruplar dalgalandı ve “Kahrolsun faşistler!” sloganı boğazları yırtarken, yürüyüş başladı. Beyazıt Meydanı’nı geçtik Çemberlitaş’ı geçtik Sultanahmet’i geçtik Babıali Yokuşu’nu indik sonunda yoldaşımızı Sirkeci’deki Arabalı Vapur İskelesi’nde memleketine götürecek minibüse teslim ettik, dağıldık.

Okulda devam zorunluluğu yoktu, İstanbul’un da benden beklediği herhangi bir şey yoktu.  “Urfa’nın vardır!” diye düşünüp döndüm. Artık bir hukuk öğrencisiydim, ailede de sokakta da havam yerindeydi. Biraz tadını çıkarmak istedim, İstanbul’da beni kim takardı!

Döndüm ki her şey değişmiş! Sevdiğim kız gitmiş. Arkadaşlarım “devrime giden yol”da farklı fikirler savunuyor. Herkes söyleyeceğini biraz dolaylı yoldan söylüyor herkesin bağlı olduğu bir grup var.

O zamanlar Urfa’da “örgüt” yoktu, “gruplar” vardı! Urfa’nın dışındaki tüm devrimciler hangi düşünceden olursa olsun dalga geçip, “Siz isotçusunuz, devrim mevrim yapamazsınız!” der bizi sarakaya alırlardı. Herhalde  “İsotçu” yakıştırmasından kimse Urfa’ya önem vermemişti!

Ancak biz verdik. Her gruptan birkaç kişi bir araya gelip, ‘’Kültür Derneği’’ adı altında Urfa’nın ilk “devrimci” derneğini kurduk. Öyle mutluyduk ki. Toplantı üzerine toplantı yapıyorduk. Yaşıtımız öğrenciler, işçiler, köylüler bazen esnaftan gelenler katılıyordu aramıza. Kim yakınlaşırsa kim daha iyi propaganda yaparsa gelenleri o örgütlüyordu!

Derneğimizde küçük kürsülerimiz vardı, bir de bol çay, cebimizde de Birinci ve Bafra sigaraları. Herkesin elinde de cins cins renk renk bir tespih! Çevirmesini bilmeyenlere ustalar işin püf noktasını öğretir, beceriksizler de olmayan bıyıklarını çekiştirir dururdu!

Dernekte siyaset konuşur dışarı çıkınca da genç olurduk; kimi zaman da çocuklaşıp olmayan şeyler yapardık ama hiç aşk konuşmazdık! Herkes aşkı, kadınları unutmuş, yok sayıyor görünürdü. Aslında “kız arkadaş” da hiç yoktu etrafta! Örgütten ya da gruptan olan ya öğretmendi ya Urfa dışından gelmiş ya da memur ve de “koruma” altındaydı. Zaten kim aklından geçirirdi ki “bacılar”la arkadaş olmayı?

Bir zaman geldi Urfa’da devrimci dernekler daha doğrusu mesleki devrimci örgütler, sendika şubeleri canlanır oldu. Bize de buralara uğramak düştü. Kim hangi şubeye ya da lokale giderse kendi yoldaşını görür, onunla sohbet eder bilgi alışverişinde bulunur varsa direktif alır ya da verir, işini bitirince de döner gelirdi.

Ben de öğretmenler lokaline sık gider olmuştum. Ancak yoldaşlarımla tanıdıklarımla sohbeti uzatır, kaçamak bakışlarla bir başka siyasetin, karakaşlı kara gözlü köy öğretmeni olan yoldaşına bakar dururdum!

“Yeni bir aşk mı?” diyordum kendime, utanmaz bir “Evet!” yanıtı alıyordum kendimden... “Peki yeşil gözlüye ne oldu?” desem de yüreğim sessizliğe gömülürdü. Ben de üstüne varmaz, gülüp geçer giderdim.

 Sonunda ‘’ilgi duyduğum kıza’’ bakmasını hatta birkaç laf etmesini öğrenmiştim. Lakin bu seferki durum öncekinden daha beterdi! İlkinde aşkımı birkaç yakın çocukluk arkadaşım bilirdi. Durumun ümitsizliğinden olsa gerek yeşil gözlü kızdan söz ettiğimde bana boş gözlerle bakarlardı.

Şimdi derdimi kime söyleyecektim? “Devrimci arkadaşlarıma aşktan söz etmek?” Aklımı peynir ekmekle mi yemiştim!

Baktım olacak gibi değil sonunda bütün cesaretimi toplayıp en yakın bulduğum iki yoldaşıma durumu çıtlattım. Çok da tepki almadım, şaşırdım! Bu sefer onları aldı bir düşünce, “Nasıl olacaktı da kıza yaklaşılacak ve durum anlatılacaktı?” Sonunda en aklı başında olanımız, “Gider konuşuruz arkadaş!” dedi.

Dediğini de yaptı, benim adıma kızla konuşmaya öğretmenler lokaline gittik. Ben öbür yoldaşımla bir köşede bekledim. Çok geçmeden yoldaş geldi ki durum pek parlak değil suratı sirke satıyor!

Arabuluculuk konuşmasını özetleyerek, “Arkadaş, kız arkadaş ‘’aşk, sevgi’’ ilişkisini tümden reddetmiyor. Bunu bir insani gereklilik olarak görüyor. Ancak şimdi içinde bulunduğumuz dönem itibariyle bu gerekliliği düşünmemek görüşünde. ‘Devrimin şartları her geçen gün olgunlaşıyor, ona yoğunlaşmamız lazım’ diyor. Ha bu arada zaten her şey istediği gibi olsa da senin bir başka siyasette olman durumu zaten imkansızlaştırıyormuş! Böyle bir şey olursa ancak kendi siyasi hareketinden birine ilgi duyabilirmiş!” dedi.

İstanbul’a kaçmak farz olmuştu, kardeşim haber göndermişti, “Yeni bir ev buldum!” diye; tabii bir de okul vardı. Devrimcilikten, arkadaşlıktan, günler geceler süren tartışma ve sohbetlerden bir türlü fırsat bulup da ilgilenememiştim. Gidip sınavlara girmem gerekiyordu. Nitekim tez zamanda gittim.

Artık Kadıköy’de yeni bir evimiz vardı ve Kasımpaşa’daki evin yanında saraydı saray! Kardeşim nasıl böbürleniyordu kendisiyle ve her şeyi kotarmasıyla. Tabii doğal olarak bu evi de kendisi bulmuştu. Yoksa ne benden hayır vardı ne de Remzo’dan!

Ev dediğim de sonunda yine bir odaydı. Terk edilmiş, büyük olasılıkla Rumlar’dan ya da Ermeniler’den kalma ve el konulmuş. Eni dört metre, boyu üç, ya da beş; iki katlı ahşap bir “konak” yavrusunun üç odasından, ikinci katta caddeye bakan, bizimdi! Bahçeye bakansa odasında alçıdan heykeller yapan bir çocuğa aitti.

Ev ne büyük bir lükstü bizim için; yüksek tavanlı, üç karyolayı rahat rahat alan ortada da küçükçe bir kilimlik yer bırakan ferah bir oda! Yalnız burada da fare vardı ama öyle cardun değil, tavanda dolaşan şirin fındık fareleri! Sabah bizden erken uyanır tepemizde tıkır tıkır gezerlerdi!

Odamızın bir de cumbası vardı ki, oturdun mu sokağın sağından da solundan gelen geçen senden sorulurdu. Ancak biz gelen geçenden çok bir tek “Sallagöt”ü tanırdık! Kızcağızın kalçaları biraz büyük olduğundan yürürken de biraz fazla sallandığından bu ismi ona “Babaanne” takmıştı!

Babaanne alt komşumuzdu. Sokak kapısından eve girdin mi alt kat onundu; bir oda bir tuvalet bir mutfak, az biraz da bahçe! Bizim buralarda dolaşmamız, mutfağı ya da Allah esirgesin tuvaleti kullanmamız yasaktı!

Üst katta alafranga bir tuvaletimiz vardı ve mutfak demeyelim ama mutfak diye kullandığımız tuvalet girişi neyimize yetmiyordu! Piknik tüpümüzü, iki tane kulplu alüminyum tavamızı ve çaydanlığımızı koyuyorduk tezgahına, ferahlığı yetiyordu da artıyordu bile!

Mutluyduk bu evde hatta biraz haddinden fazla mutlu olmalıyız ki sık sık “gürültü kazası” yaşardık. Babaanne İstanbul’da yolunu şaşırmış rüzgar gibiydi ne zaman nereden eseceği belli olmaz bazen yarım şişe votka ya da rakıyla merdivenleri tırmanır, kapımıza dayanırdı bazen de sokak kapısına...

Babaanne; “Görmüş geçirmiş” bir İstanbulluydu ve ülkenin en büyük takımının en büyük golcüsünün annesiydi. Belki de torunları gelmediğinden kendine ’’Babaanne’’ dedirtirdi..

Babaanne’nin bilmediği, söylemediği şarkı yoktu ve anılarını her seferinde türlü çeşit ayrıntılar ekleyerek anlatırdı. Arada yol yordam öğretmeyi de unutmaz, rakı nasıl içilir, “güzel İstanbul Türkçesi” nasıl konuşulur uygulamalı dile anlatır sonra da “Ulan ayılar!” derdi, “Size seslendiğimde ‘Ha’ demeyeceksiniz, ‘Ne var?’ demeyeceksiniz, efendim diyeceksiniz!” 

Kızdığındaysa, ki çoğunlukla kızardı, en kibarından; “Köylüler, taşralılar” derdi. Kızgınlığının dozu biraz fazlaysa eline bastonunu alır sokak kapısına çıkar, kapının sundurmasındaki tenekeye vura vura, “Yetişin komünistler vaaaarr imdat!” diye bağırırdı. Baktı ki bundan bir sonuç alamıyor Kuşdili Karakolu’na giderdi. Tabii biraz sonra kapının zili çalınır, bir bekçi amca bizi karakola davet ederdi. Giderdik karakola ki o gece görevli polisler Babaanne’yi yatıştırmış hatta onun çapkınlık hikayelerini dinliyor. Polisler bize birkaç laf söyler, göz kırpıp azarlar sonra da “Öpün bakalım Babaanneniz’in elini!” emrini verirdi.

Sırayla Babaanne’nin eli öpülür sonra da birimiz bir koluna bir diğerimiz bir koluna girer boşta kalanımız da saygıyla arkadan takip eder, hep bir ağızdan şarkı söyleye söyleye evimize dönerdik:

Biz Heybeli’de her geceeee mehtabaaa çıkardıkkk,

mehtaba çıkardıkkkkkkkk.

İstanbul’daki evlerimizde hiç sobamız olmadı! Ne zaman ki soba alacak kadar paramız oldu biz de gittik sac bir soba aldık! Gövdesi küçük bir çocuğun gövdesi kadar, biri önde biri üste iki kapağı var sonrası da hepsi hepsi birkaç sac boru! Ancak en önemli şeyi unutmuştuk, odunu! Sobamız vardı odunumuz yoktu. Odunsuz soba olur muydu? Olurdu tabii, neden olmasın? Yeter ki bir şeyi fazla dert etme çare nasıl olsa kendiliğinden gelir. Geliyordu da…

Kış geceleri İstanbul’un soğuğu dayanılmaz olunca ya karşımızdaki oduncudan odun çaldık sobamızı doyurduk ya da inşaatlardan kalıp tahtalarını yürüttük sobamıza doğru! Çalamayınca da hiçbir şey, “oruspu İstanbul”un karında, yorganlarımızın içinde oturduk ısınınca da uyuduk!

Bir gün evimizin nüfusuna bir nüfus daha eklendi. Babaanne Hak’kın rahmetine kavuştuğundan, heykelci çocuk da çekip gittiğinden, küçük “konağımız” artık bize kalmıştı! Gerçi Laz komşularımıza yine kira ödüyorduk ama bir oda parasına bir konak kirası! Dolayısıyla misafirimizi eve kabul ettik. Zaten hemşerinin sokağa atıldığı nerede görülmüştü.

Hemşerimiz çalışkan bir çocuktu, çalışıyordu. Gelir gelmez taşı toprağı altın olan İstanbul’da radyolardaki istek programlarını düzenleyen bir şirkette iş bulmuştu. Sabah işe gidiyor akşam da elinde birkaç torba dolusu mektupla dönüyordu!

 “Afyon’dan Ayşe, Fatma, Süheyla; Nilüfer’den Kalbim Bir Pusula’yı istiyor” ya da “Trabzon’dan Dursun, İdris, Faik; Orhan Gencebay’dan Bir Teselli Ver’i istiyor!’’

Soğuğun en acımasız olduğu saatlerde, sobamızı istek mektuplarıyla dolduruyor sonra da Ali’nin Ayşe’nin dileklerine bir kibrit çakıyorduk! Kibritin ardından etrafında daha halka olmaya çalışırken soba gürül gürül yanmaya başlıyor, birkaç dakikada nar gibi kızarıyordu. Ellerimiz yüzümüz, bağrımız birkaç dakika ısınıyor ama gel gör ki sırtımız buz kesiyordu! “Olsun”, diyorduk “Bi serçe keyfi yaptık ya!”  (Serçenin bir su birikintisinde birkaç kanat çırpınışıyla yaptığı küçük banyoya gönderme.)

İstanbul’da okul, devrimcilik, biraz da avarelik derken iki yılı geride bıraktım. Okul işi sarpa sardı ne doğru dürüst ders çalışabiliyordum ne de sınıf geçiyordum. Sonunda okuldan atılma noktasına geldim, o korkuyla da yeniden üniversite sınavına girdim. Artık tercihler değişmişti, bu kez girmek istediğiniz otuz okulu arka arkaya sıralıyordunuz. Ben de öyle yaptım en başa da Ankara hukuku yazdım!

Urfa’ya gttim sınav sonuçlarını beklemeye başladım. Sonuçlar geldi ki bu kez de Ankara Üniversitesi Hukuk’u kazanmışım! Bu sefer de yeni bir düzene yeni zorluklara yelken açtım ki yine ne yol gösterecek bir pusulam vardı ne de dümenim! Yine ev telaşı yine yersizlik yurtsuzluk!

Birkaç ay bekar arkadaşların evlerinde kaldım ardından da yoldaşlarımın ayarlamasıyla Siyasal Yurdu’na kapağı attım. Yurt ana baba günü; her yan her siyasetten her yerden gelmiş öğrenci ya da öğrenci olmayanla kaynıyor! Okula kaydımı yaptırdım ama günlerim yurtta geçiyor. Gelen gidenin, konuşulanın tartışılanın haddi hesabı yok. Sabahtan akşama ya dergi gazete satmaya çalışıyoruz ya da sigara, çay içip tartışıp duruyoruz.

Ankara’da o yıllar her okulda ya çatışma vardı ya da boykot! Her gün her yandan haberler gelirdi: Faşistler arkadaşlarımıza saldırmış, üç yaralı var! Faşistler filan okula devrimcileri sokmuyor. Faşistler bu gece yurdu basacakmış!

Arada sırada ben de ‘’kalabalık olsun’’ diye okullarında mahsur kalmış devrimcilere yardıma gidiyordum ki onları ortamıza alalım okuldan dışarıya çıkabilsinler!

Giderken “tedbir olsun” diye bazı arkadaşlarımız silah kuşanırdı. Bir gün nefes nefese bir arkadaş geldi, “Yükseliş’te arkadaşlar dışarı çıkamıyor” dedi. Ardından da gerekirse onları korumamız için bana da bir tabanca verdi! Silahı belime soktum alelacele Yükseliş’in yolunu tuttuk.

Devrimci arkadaşlar toplu olarak okuldan çıktı epeyce bir süre yüründü. Ben de kaldırımdan olanı biteni seyrederek onlarla birlikte yürüyerek yurda döndüm. O gün kazasız belasız atlatılmıştı! Hemen yurttaki odaya çıktım ki belimdekini bir yoklayayım ne menem bir şeydir anlayayım. Eee değil mi ya elime ilk defa silah alıyordum; ‘’keyfini sürmek istedim. Evirdim çevirdim; sonra da daha önce duyduklarımdan aklımda kalanı kadar silahın ağzına mermi sürmeye çalıştım. Baktım olmuyor bir daha denedim bir daha denedim sonra da vazgeçtim oynamaktan, silah çalışmıyordu ki!!

Ankara’da gazete dergi satmaktan arada yurtta, Siyasal’da ya da Hukuk’ta olanları gözlemekten başka işim yoktu! Bazen de büyük mitinglere katılmak ya da 1 Mayıs’a destek vermek için İstanbul’a gidiyordum! Gidiyordum ama ya İstanbul’da dağıtacağımız bildiriler Ankara’da unutuluyordu ya da beraber gideceğim arkadaşım uyuya kalıp randevusuna yetişemiyordu. “Bir türlü bir örgüt olamıyoruz!” diyor, söyleniyordum!

Herhalde fazla söylenmiştim ki, sonunda arkadaşlar “Herkes en iyi kendi bölgesinde yararlı olur” görüşüne vardı, karar verildi, Urfa’ya döndüm!

Döndüm ama yine herkesi “değişmiş” buldum! Arkadaşlarım bir palazlanmış bir palazlanmış ki yanlarına yanaşılmıyor, konuşulmuyor. Derlenip toparlanmayan bir ben bir de birkaç arkadaş kalmış.

Biz de sonunda kafa kafaya verdik; çok ama çok okuduk, çok çalıştık çok örgütledik, kendimize de “üs” olarak CHP’yi seçtik! Parti bizim ailenin partisi. O güne kadar başkalarına oy vermemişler. Partiye kayıt oldum, kimse beni ve arkadaşlarımı yadırgamadı, hatta beni gençlik kolu başkanı bile yaptılar!

Biz de çalıştık hem kendimize hem de partiye; insanları örgütlendik hem kendimize hem de partiye; kasapları, sporcuları, öğrencileri, işçileri, lümpenleri karşımıza kim çıktıysa örgütledik, derdimizi anlattık destek istedik. Onlar da desteklerini verdi, bayram ettik. Mitinglere katıldık, tarlalarda köylülere yardım için taş topladık, poliste sorguya alındık, faşist dövdük bazen de onlar bizi dövdü. 

“Önümüzde milletvekili seçimleri var; parti için çalışmak gerek” dediler çalıştık. Dağlara taşlara, “Karaoğlan” yazdık arada da ya bir duvar öteye ya da bir kaya ardına, “Kahrolsun Faşizm”i ekledik!

Yalnız işimiz sadece slogan yazmak değildi tabii ki bir işimiz de faşist saldırılara karşı durmaktı! Faşistler de iyi saldırmaya başlamıştı doğrusu. Sokak ortasında silahlar çekiliyor, karşılıklı çatışılıyor ya da Karaoğlan’ın bulunduğu miting alanına kurşun yağdırılıyor ölüler veriliyordu. Kahroluyorduk öfkemizi caddelerde kusuyorduk.

Seçimler zamanında yapıldı; bütün Türkiye’de CHP kazanır gibi oldu ve sonunda zorlama da olsa bir hükümet kurdu. Urfa’da da siyaset tarihinde görülmemiş bir başarı kazanıldı. Genel seçimlerin ardından bir de belediye seçimleri yapıldı onu da CHP’li aday kazandı. Başta yöneticiler ve partililer, iki seçimde de “çok iyi çalışmış” gençlik örgütünü artık yere göğe koyamıyordu.

Yalnız Urfa’da devrimci hareketlerin geleceği her geçen gün bir başka hal alıyordu. Kürt arkadaşlarımız vardı, Araplar vardı, biz de kendimize, “Urfalı” diyorduk! Sonunda Kürt de olsa Arap da olsa herkes Urfalıydı ama bir zaman geldi ki hiç de “Urfalılara benzemeyen birileri” çıktı ortaya! Birdenbire çıkmamışlardı tabii ki, biz uyumuştuk uyumamızın bedelini de ağır ödettiler bize!

Partide sendikalarda, derneklerde, sokaklarda; ayaklarında spor ayakkabılar, kot pantolonlu; çoğunlukla kara kuru, çelimsiz, esmer delikanlılar dolaşıyordu... Birbirimize sorup duruyorduk, “Kim bunlar? Nerden çıktılar birdenbire!” Sonunda öğrendik ki onlar “Apoçi”ymiş!

Urfa’da o günlerde her devrimci hareket kan kaybetmeye başladı, ardından bölünmeler oldu. Sıra bize de geldi. Nasıl gelmez ki? Ülke solunun en büyük özelliği sürekli amipler gibi bölünerek çoğalmaktır! Biz de bölündük ama bizimki Urfa merkezli bölünme değildi. Biz İstanbul’dan bölünmüştük! Yani önce İstanbul’daki arkadaşlar yeni bir tartışma konusu buldu, günlerce tartıştılar, tartışmalarının seyrini Urfa’dan takip ettik, biz de kendi aramızda tartıştık sonunda olan oldu, İstanbul’da daha önce bölünmüş olanlar gibi biz de ikiye bölündük ama eşit bir bölünme olmadı çoğunluk diğer tarafta kaldı; bizse kendimizi topu topu dört kişi saydık ardından herkes kendi yoluna gitti.

Miçe Urfa’da bir süre daha kaldı mesleğini sürdürdü. Birkaç yıl geçmişti ki ağır bir trafik kazası yaşadı çok geçmeden de kansere yenik düştü.

 “Yoldaş, fırına et atak mı?”

Ona kızdığımızda “Miço!”, sevimli bulduğumuzda “Miçe!” derdik. Bir de “Kasap!”, mesleğinden ötürü. Gerçek adı bunlardan sonra gelirdi: Mustafa.

Sabahın köründen öğlene kadar kasaplık yapar, işten güçten sıkılınca da soluğu parti binasında alırdı. Üstünde kanlı önlüğü belinde bıçağı; küçük masadı da bir bu bacağına bir öteki bacağına sallanıp dururdu, ‘’Kasap’’ öyle girerdi içeriye; öyle kurumlu öyle kendinden emin, sanki küçük dağları kendisi yaratmış! Nasıl yaratmasın ki Urfa’nın örgütlenmiş ilk devrimci kasabıydı. Kolay iş mi?

Canımızdı, yoldaşımızdı, bir de aç karnımızın doyuranı! Devrimcisiniz ama Urfalısınız. “Urfalı devrimci” demek başkalarının gözünde “İsotçu!” demek. Bu “utançla” yaşanılır mı? 

Bundan olsa gerek neredeyse herkes bütün gün peynir ekmekle karnını doyururken, biz Kasap’ın getirdikleriyle, fırınlarda pişirttikleriyle, karnımızı doyururduk hem de ne doyurmak!

Bir gün daraklık (pirzola) bir gün kıymalı(lahmacun) bir başka gün tanıdık, bildik kebapçıdan frenkli (domatesli) kebap ama en çok, işimiz “acele” olduğunda Kasap fırına et atardı. Hemen bir alüminyum tepsi bulur, yarım kilo kuzu kıyması ayarlar; çarşıdan iki üç frenk, beş altı tane de acı yeşil ya da kırmızı isot (biber) aldı mı yemeklik malzeme tamam olurdu.

Eti bir iki çimdik tuz katarak tepsinin ortasına yayar, etrafına enlemesine kesilmiş domates dizer, üstlerine de ikiye ayrılmış isotlardan koyar sonra doğru fırına! Adı yok bu yemeğin, biz “fırına et atmak” derdik. O kadar. Tepsimiz fırından yine Miçe ile gelirdi, üstünde de üç dört tane taze açık ekmek(lavaş), naylon torbada da yoğurt, birazdan ayran olacak.

Miçe’yi özlüyorum, bütün ölülerimi özlediğim gibi!