Günümüzde adı Sultanahmet Meydanı; Sultanahmet Camii bölgede yer aldığından öyle anılıyor. Osmanlı’da ise adı At Meydanı. Orada ata binilir, yiğitler türlü hünerlerini sergiler, seyredenleri büyüler, başka zamanlarda da birbirinden iddialı cirit oynanırmış. Doğu Roma döneminde ise adı Hipodrom.
İsterseniz önce birkaç cümle Hipodrom tam olarak nerede yer alırmış ondan
söz edelim sonra da içinde neler yaşandığına geçelim.
Şimdiki Sultanahmet Meydanı’na geldiniz sırtınızı köftecilere verin,
girişini Firuz Ağa Camii’nin oradan hayal edin ve sağ yanındaki duvarlarını,
yani ‘’Halkın tribünleri’’ni, İbrahim Paşa Sarayı’na yaslayın (günümüzde İslam
Eserleri Müzesi), sol yanınızı Sultanahmet Camii’ni imparatorluk tribünü olarak
düşünün. (Tribünden bir parça günümüze kalmıştır, Sultanahmet Camii avlusunda
çimlerin üstünde herhangi bir taş parçası olarak durur!
Dev ölçüde bir U harfi şeklinde olan Hipodrom’un doğu uzun tarafının
damında 4 bronz at bulunan (bugün İtalya’da bu heykeller) balkon şeklinde,
imparator locası yer alırmış.
Ortada, Hipodrom’n kum kaplı sahasını ikiye bölen, arabaların etrafında
yarıştığı alçak bir duvar, bu duvarın üstünde de imparatorluğun çeşitli
yerlerinden getirilen abideler ve meşhur at yarışçıları ile atlarının
heykelleri, bir de Örme Dikilitaş, Mısır’dan getirilen Obelisk ve Delfi'deki Apollon Tapınağı’ndan
getirtilen Yılanlı Sütun bulunurmuş.
Şöhretli bir araba yarışçısı akla gelebilecek her türlü maddi olanak içinde
yüzerken, yarışçılar yeşil-mavi-sarı-kırmızı gibi politik güçleri de olan
takımlardan birinde yer alır, İstanbullular da bu takımlardan birinin taraftarı
olurmuş; günümüzde Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş taraftarlarının benzerleri
diyelim.
Şehrin toplantı, eğlence ve spor merkezi olan Hipodrom 10. yüzyıla kadar
önemini sürdürmüş, içinde araba yarışlarının dışında müzisyenler çalmış
söylemiş, dansözler, akrobatlar gösteri yapmış, vahşi hayvanlar kavga
ettirilmiş ve bütün bunların seyredilmesi için de Doğu Roma’da bol bol tatil
günleri ilan edilmiş.
Ancak sanmayın ki kent halkı, Hipodrom’da sadece güzel eğlenceli günler
yaşamış; Iustianus'un saltanatında içinde ünlü ‘‘Nika Ayaklanması’’ olmuş,
ayaklanma; kim tarihçilere göre 50, kimi tarihçilere göre de 30 bin kişi
öldürülerek bastırılabilmiş.
Daha sonra 1185'te İmparator Andronikos Komnenos’un linç edilmesi de burada
olmuş. Ancak en büyük yıkımı Latinler’in istilasında 1200’lerde yaşamış ondan
sonra da kaderine terk edilmiş ne araba yarışları yapılmış ne vahşi hayvanlar
birbirini parçalamış müzik ise hepten susmuş!
Osmanlı devrinde bu meydanda bazen Yeniçeri isyanları olmuş çınarları
Vakvak Ağacı’na dönmüş bazen de kırk gün kırk gece süren şehzadelerin sünnet
düğünleri, şenlikler burada yapılmış.
Uzatmayalım Hipodrom’dan günümüze zemini dört beş metre yükselmiş geniş bir
alan, içinde bulunan iki dikili taş, bir de Yılanlı Sütun bir de ne kalmış
biliyor musunuz?
Şimdilerde Sultanahmet Camii’nin dış avlu duvarına yaslanmış yatan, bir
zamanlar halk tribünlerinde taraftarın oturması için yapılan taş koltuklardan
bir parça!
Eee o zamanlar rakip takıma kızan taraftar, tribünlerden taş koltukları
söktüğü gibi sahaya fırlatamıyormuş tabii ki?
Bugün ramazanın ilk günü; inananlar, dün akşam ilk teravih namazını kıldı,
ardından sahura kalktı, akşam gün batarken de türlü çeşit taamlarla iftarlarını
açacak.
‘'İftar açılacak ama ne ile?''
''İftar sofrasında ne olacak?''
''Hanım ne pişirmiştir?''
Sofraya kaç çeşit yemek konacak?''
Tatlı olacak mı?’'
Tahmin ettiğiniz gibi yukarıdaki sorular erkek soruları; onların
pişirme, saklama, sofraya koyma gibi dertleri olmadığından ramazan sofralarının
bütün yükünü kadınlar çeker!
Ancak bu dert çekme şimdiki gibi değil tabii; şimdi marketten
alıyorsun eti sebzeyi, buzdolabında saklıyorsun; pişirdin diyelim etlisini
zeytinyağlısını, hadi tekrar bozulmasınlar diye dolaba; sofraya konulana kadar
pişirdiklerin güvende…
Ancak çok değil, zaman göstergesi geçen asrın başları olan bir zamanda,
üstelik de ramazan ayında, kadınlar neler çekermiş neler?
Efendim işte o zamanlardan birinde, şimdi içinde üstünde turistin
dolaştığı Ayasofya etrafı, Yerebatan Sarnıcı’nın üstü ahşap evlerle doluymuş.
Şimdi o evlerden birindeyiz. Şebisafa Kalfa bir gün önce pişirip
tabaklara yerleştirip, bir sepet içinde buzdolabı niyetine Yerebatan Sarnıcı’na
sarkıttığı zeytinyağlı dolmayı, cevizli güllacı ve asideyi iftar için çıkarmış;
çıkarmış ama şaşkınlık içinde gördüğü tuhaflığa bir anlam vermeye çalışıyor.
Dolmaları o kadar saydığı halde hesabı bir türlü tutmuyor, kuyuya
dokuz dolma indirdiği, üstelik çıkarıp da iki tane yediği halde dolmalar on iki
olmuş, eksileceğine fazlalaşmış; güllaç tabağında kuskus var, aside ise sana
olmuş mu turşu suyu!
Şebisafa Kalfa’nın gördükleri karşısında dili tutulur, meseleyi hemen
Yerebatanlılar’ın ‘Saraylı Hanım’ dedikleri hanımına, Hamdune’ye bildirir.
‘'Saraylı Hanım'’la Şebisafa Kalfa kafa kafaya verir, ‘Yok Hızır
Aleyhisselam’ın eli değmiştir; acaba iyi saatte olsunlar mı karışmıştır yoksa
bunlar hep o Koca Kancolos’un mu işleridir?’ sorularına yanıt ararken,
İstanbullu bu iki saf kadının bilmedikleri bir şey vardır!
Efendim o da şudur ki; tam da o günlerde bir gece yarısı birileri,
Ayasofya Camii’nin Alemdar ve Yerebatan mahallesine bakan parmaklıklı duvarın
alt tarafına mürekkeple, ‘’İstemezük!’’ yazar.
Aslında kasıt başka şey de olsa bu o devirde ‘Abdülhamit’i
istemiyoruz’ anlamına yorumlanır ve ertesi gün o civar, zaptiye tarafından
didik didik aranır, şüpheliler Zaptiye Kapısı’na gönderilir.
Sadece kuşku duyulan evler, sokaklar değil hatta sarnıçlar,
İstanbul’un altındaki gizli yollar da aranır.
Ancak öteden beri kanun kaçakları çok iyi bildikleri yeraltını ustaca
kullanmışlar, labirente benzeyen bu dünyada çoktan bir delik bulmuşlardır
bile.
Hatta denir ki II. Mahmut döneminde ‘’Vaka-i Hayriye’’ sırasında bazı
yeniçeriler buralara saklanarak hayatta kalabilmişler. Yüz elli altı yaşına
kadar yaşayan Zaro Ağa bile bunlardan biridir.
Beşir Ayvazoğlu kitabında hikayeyi sonlandırırken diyor ki; ‘’Şebisafa
Kalfa’nın dolmalarını, güllacını ve asidesini yiyenler epeyi insaflı
haydutlarmış; çünkü yukarıdakilere biraz dolma bırakmış, güllaç ve aside
tabaklarına da diğer sepetlerdeki yiyeceklerden koymuşlar.’’
''Sessizler yurdu'' Hamuşan!
İstanbul’un en eski mevlevihanesi; bilinen adıyla Galata bir diğer adıyla Kulekapı Mevlevihanesi şimdilerde pırıl pırıl restorasyonu bitti artık gönül rahatlığıyla ziyaretçi kabul ediyor.
Mevlevihane, II. Sultan Bayezid devrinin beylerbeyi
olan İskender Paşa'nın av çiftliği üzerine 1491 yılında inşa edilmiş ve ilk
şeyhi de Mehmed Semâ-i Çelebi olmuş.
1766’da Sultan III. Mustafa zamanında büyük bir yangın
geçiren Mevlevihane aynı sultan tarafından tekrar inşa edilmiş ve bugün ayakta
olan mevlevihane yaptırılmış.
Sultan III.Selim, II. Mahmud ve Abdülmecid
zamanlarında onarımlar da gören bu beş yüz yıllık yapı, faaliyetini taa 1925
yılına kadar sürdürmüş, bir dönem ilkokul bile olmuş ve nihayet 1975 yılında
müzeye dönüştürülmüş.
Galata Mevlevihanesi’nin en önemli yapılarından biri
sekizgen planlı ve 18. yüzyıl barok üslubunun en güzel örneklerinden biri olan
semahane. Giriş kapısı üzerinde Sultan Abdülmecid'in tamir kitabesi yer alıyor
ve 1853 tarihini taşıyor.
Semahanenin alt bölümünde Mevlevi kültürünü anlatan
çeşitli objelerin yanı sıra musiki aletleri sergileniyor.
Ahşap kafeslerle ayrılmış olan üst kısmında ise
kronolojik sıra ile divan şairlerinin divanları ile mevlevihanede yetişmiş olan
Şeyh Galib, İsmail Ankaravî, Esrar ve Fasih Dedeler ile Şair Leylâ Hanım'a ait
el yazması eserler yer almakta.
Mevlevihanenin diğer önemli yapıları ise
türbeleri; Şeyh Galib Türbesi, 19.yüzyıl başlarında Halet Said Efendi
tarafından yaptırılmış; içinde mevlevihanede şeyhlik yapmış olan Mehmed Ruhi,
Hüseyin, İsa Selim efendiler ile Mesnevi’yi ilk şerh eden Şarih-i İsmail
Ankaravî ve ünlü ‘Hüsnü-ü Aşk’ın yazarı Şeyh Galib Esad Dede gömülü.
Halet Said Efendi Türbesi de diğer türbe ile aynı
tarihte yapılmış; içinde Şeyh Kudretullah, Ataullah efendiler ile Halet Said
Efendi ve Ubeydullah Efendi'nin eşi Emine Esma Hanım gömülü.
Kütüphane Halet Said Efendi tarafından
yaptırılmış, içinde 3455 cilt kitap bulunuyormuş.
Galata Mevlevihanesi’ne adım atar atmaz içiniz huzurla
doluyor ancak en huzurlu yer Hamuşanlar’ın yani ‘sessizler’in yattığı hazire…
Mevlevihanede şeyhlik yapmış olanlarla, eşleri,
kudumzenler, neyzenler, divan sahibi şairler gömülü. Ayrıca Humbaracı Ahmed
Paşa, Türkiye'de ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika, ünlü bestekâr
Vardakosta Seyyid Ahmed Ağa, Nayi Osman Dede, Tepedelenli Ali Paşa ve şair
Leyla Hanım sessizler yurdu’nun ünlü sessizleri, hamuşanlar’ı…
Bilen biliyordur şimdiye kadar biz duymamışsak, duyup da gidip görmemişsek,
kabahatin büyüğü bize düşer.
Onun için siz siz olun bir an önce Rumeli Feneri’ne gidip kalenin
eteklerinde kendinizi seyre bırakın, görün bakalım Karadeniz’e açılmak
nasılmış!
Daha önce Rumelifeneri’ne gitmiş, köyü dolaşmış hatta Balıkçı Barınağı
içindeki Barınak’ta karnımızı doyurmuştuk amma gelin görün ki kaleden yana
yüzümüzü dönmediğimizden olacak ki Karadeniz’in son kayalıklarında yükselen
kalesini görmemiştik.
Rumelifeneri Köyü antik çağdan günümüze ulaşan bir yerleşim yeridir. Köyün
eski ismi Panium`dur. Bizans döneminde Fanaraki veya Fanariyan Burnu (Avrupa
Feneri veya Küçük Fener) olarak bilinen köy, tıpkı Garipçe Köyü gibi kayalıklar
üzerine kuruludur. Rumelifeneri, İstanbul`un Karadeniz`e bakan en uç
noktalardan biridir.
Temiz sahili ve tarihi güzelliklerine ek olarak Ketendere ve Marmancık
Koyları ile Rumelifeneri Kalesi köyün en önemli mekanlarını oluşturuyor.
Günümüzde kullanılabilir durumda bulunan ve Cenevizliler tarafından yapılan
Rumelifeneri Kalesi köyün en çok ziyaret edilen mekanları arasında yer alıyor.
Köyün en önemli tarihi eserlerden biri de 15 Mayıs 1856`da açılışı yapılan ve
yüzyıllar boyu gemilere karanlıkta yol gösterici olan Rumeli Feneri`dir.
Rumeli Feneri`ni benzerlerinden ayıran en önemli özelliği; içinde türbe
olan ilk ve tek fener olmasıdır. Burada bulunan Sarı Saltuk Türbesi, yerli ve
yabancı birçok turist tarafından ziyaret ediliyor. 1855-1856`da Kırım Savaşı
sırasında Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin İstanbul Boğazı`nın Karadeniz
girişini görebilmeleri ve boğaz sularına rahatça girebilmeleri amacıyla yapılan
fenerin kule yüksekliği 30 metre olup kıyılarımızın
en yüksek kulesi özelliğini taşır.
Marmancık Koyu`nda tatil
Rumeli Feneri`nde doğal güzelliği ve temizliğiyle ünlü Marmancık Koyu, yazın
tatilcileri buluşturuyor ve köyde tek otel olma özelliğine sahip Marmanak
Golden Beach Kulüp tatilcilerin konaklama ihtiyacına cevap veriyor.
Rumelifeneri’nin Manevi Koruyucusu: Sarı Saltuk Dede
Rumeli Feneri içinde adına bir türbe yaptırılan Sarı Saltuk, Anadolu ve
Rumeli`nin fethi sırasmda savaşlara katılan, daha yaşarken efsanevî bir
şahsiyet haline gelen Türk kahramanıdır. Şahsiyeti ile ilgili en önemli kaynak,
hayatını konu alan Saltuknâme adlı eserdir. Ebül Hayr-ı Rumî, Şehzade Cem
Sultan`ın emri üzerine Anadolu ve Rumeli`yi dolaşarak Sarı Saltuk`a ait menkıbeleri
toplamış ve üç ciltlik bir eser haline getirmiş. Saltukname`ye göre San
Saltuk`un asıl adı Şerif Hızır`dır. Saltukname`de Sarı Saltuk`un on iki mezarı
olduğu da belirtilir.
Rivayete göre, Balkan ve I. Dünya Savaşları sırasmda köy düşman gemilerinin
bombardımanına maruz kalmış ve köydeki bütün evler yıkılmış. Feneri hedef alan
düşman topçusu bütün gayretine rağmen isabet ettirememiş. Feneri o
günlerden bugüne kadar Sarı Saltuk`un koruduğuna inanılır ve balıkçılar da Sarı
Saltuk Türbesi`ni ziyaret etmeden balığa çıkmazlarmış.
Duyan ile gören bir olur mu? Olmaz tabii ki.
Hele ki İstanbul gibi
bir kentte yaşıyorsanız hele ki adımınızı attığınız her yan gezilecek görülecek
birbirinden güzel yapılarla doluysa, duyduklarınızla yetinebilir misiniz?
Siz siz olun pirimiz Evliya Çelebi’nin o ünlü seyahatnamesinde sık sık dile
getirdiği, ‘Hiç duyanla gören bir olur mu?’ sorusunu kendinize sorun ve
ardından da yola düşün ki kulağınıza kadar gelen ama gezip görerek teyit
etmediğiniz ‘bilgi’lerle baş başa kalmayın.
Peki; Murad Paşa Camii’ni bilir misiniz? Biz bilmiyorduk yani
işitmişliğimiz vardı ama sadece ‘bilgi’ düzeyinde olduğundan ‘Biliyoruz’ diye
kabul etmediğimizden kalkıp Aksaray’ın yolunu tuttuk.
Efendim camii, Fatih Sultan Mehmed’in vezirlerinden Has Murad Paşa
tarafından 1465-71 tarihinde yaptırılmış.
Camii İstanbul’da az bulunan erken devir Osmanlı mimarisinin örneklerini
taşıyor. ‘İki fonksiyonlu Bursa üslubunda yapılan camii tuğla-taş örgülü, kare
planlı ve kubbeli.
Minaresinin kaidesinde iki güneş saati olan caminin şadırvanı Kara Davud
Paşa tarafından 17. yüzyılda yaptırılmış.
Murad Paşa Camii ve külliyesi ilk yapıldıklarında her şeyiyle eksiksizmiş.
Medresesi, imareti, hamamı ve de camisi yerli yerindeymiş. Hatta cami ve
külliye sonsuza kadar yaşasın diye köyler, araziler, ticarethaneler vakfedilmiş
kendisine, hizmeti için birçok da vazifeli tayin edilmiş.
Ancak bu güzelim külliyenin binaları zamanla yangınlara, ‘İstanbul’u
güzelleştirmek’ uğruna yapılan yıkımlara ve en önemlisi de ihmale daha fazla
dayanamamış yok olmuş. Günümüze sadece camisi ve haziresinin bir kısmı
gelebilmiş.
Bakımsız kalan camii 1946’da yeniden ‘‘ihya’’ edilerek ibadete açılmış.
1957’de yeni Vatan ve Millet caddelerinin açılması nedeniyle Şirmend Çavuş
Türbesi ve yıktırılan Oğlanlar Tekkesi’nin sebil, türbe ve çeşme grubu cami
avlusuna taşınmış.
Murad Paşa Camii şimdilerde ise ‘’geçmişinin görkemli günlerini’’ arar gibi yine inananlara beş vakit hizmet veriyor.