Hep hayalimizdi, Karadeniz’in bir ucundan bir ucuna Sarp Sınır Kapısı’na kadar gitmek ve geri dönmek. Bu hayalimizi gerçekleştirdik.
Bir başka hayalimiz de Edirne ve Kapıkule Sınır
Kapısı idi. Bir gün bu hayalimizi de gerçekleştirmek için yine İstanbul’dan yola
çıktık Kapıkule’ye vardık. Ancak gazetelerde okuduğumuz, TV’lerde seyrettiğimiz,
‘’gurbetçiler’’in, ‘’Anavatan’a gelişlerinde ya da kar kış kıyamette oluşan ana
baba günü yoğunluğu yerinde in cin top oynuyordu. Çünkü aylardan bahardı, her
yan güllük güneşlikti. Biz de yüzümüzü Edirne’ye döndük, gittik gittik ‘’Eskinin
Osmanlısı’’nın başkentine vardık, Selimiye Camii’nin duvar dibindeki Taşodalar
Konağı’nda bir odaya yerleştik. Önce Taşodalar’dan biraz söz edelim de nasıl
bir konakta konakladığımızı öğrenin. Ne kadar ‘’konak’’ lafı geçti değil mi?
Bunun nedeni, önemini vurgulamak.
Tarihçilerin kayıtlarına göre, Fatih Sultan Mehmet 29
Mart 1432’de, bu konakta, doğmuş. Bu nedenle Taşodalar, 600 yıldır kayıtlarda
bu isimle anılır imiş.
Taşodalar’ın Osman Gazi, Taya Hatun, Yavuz Sultan Selim,
Kanuni Sultan Süleyman, Sittişah Sultan, Fatih Sultan Mehmet, Mimar Sinan,
Hürrem Sultan ve Saadet Hanım adlı odaları var. Biz de Süleymaniye manzaralı
Mimar Sinan odasına yerleştik yorgunluk kahvesini içer içmez de Edirne’de ilk
görülecek yere, hemen yanı başımızdaki Selimiye’ye yöneldik.
Selimiye, mimarı Sinan’ın deyişiyle ‘’ustalık’’
eseri ve ustalığını bu muhteşem yapının her yanında görüyorsunuz. Yapımına 1568
yılında başlanmış ve 27 Kasım 1574 Cuma günü açılması planlanırken II. Selim'in
ani ölümü karşısında 14 Mart 1575’te ibadete açılmış.
Selimiye; uzun uzun seyredilmesi sırlarına erilmesi
gereken (31.25 m çapındaki tek kubbe, müezzin mahfilinde ters lale, hünkar
mahfilinde çarkıfelek motifi, tek parça mermer mihrap, pencereler ve bezemeleri
ile eşsiz bir cami.
Ancak ne yazık ki çevresi öylesine hoyratça
kuşatılmış ki seyretmek istediğinizde, görüntü almaya çalıştığınızda ne
yapacağınızı şaşırıp hangi yöne gideceğinize bir türlü karar veremiyorsunuz.
Edirne denilince akla ilk gelen, tabii ki Selimiye
Cami Ancak iki camii daha var ki onlar da en az Selimiye kadar övgüyü değer.
Biri, bir zamanların ‘’Muhabir’’i Ara Güler’in o ünlü
fotoğrafını çektiği, (biz de benzeri olmasa da aynı fotoğrafı çekmeye çalıştık) Eski Cami, diğeri Üç Şerefeli Cami.
Eski Cami’nin yapımına Osmanlı’nın ‘’Fetret
dönemi’’nde Emir Süleyman Çelebi tarafından 1403 yılında başlanmış, Sultan
Mehmed Çelebi döneminde 1414’te bitirilmiş.
Cami eski Edirne’den zamanımıza ulaşmış ilk
orijinal yapı. Osmanlı padişahlarından II. Ahmet ile II. Mustafa bu camide
kılıç kuşanmış ve II. Murat döneminde Edirne’ye gelen Hacı Bayram Veli camide
vaaz vermiş. O Ogün bu gündür Veli’nin anısına, vaaz kürsüsü imamlarca
kullanılmıyor. Ayrıca 600 yıldır her cuma hutbesi kılıçla okunuyor.
Caminin duvarları ve payeleri üzerinde hiçbir
camide rastlanmayan 18. ve 20. yüzyıllarda ünlü hattatlar tarafından çizili
hatlar var.
Edirne camilerini gezmeye, Selimiye Cami ile
başlamıştık ancak kentte cami çok. Bunlardan biri de Üç Şerefeli Camii. II.
Murad tarafından 1437-47 döneminde yapılmış. Mimarı Muslihiddin (Felçli Mimar).
Camii adını dört minaresinden birinden, üç şerefeli olanından alıyor ve
minarenin üç ayrı şerefesine üç ayrı yoldan çıkılıyor ki bu o zamana kadar
yapılmış ilk örnek. Cami yüz yıl sonra Mimar Sinan’a birçok yapı için ilham
kaynağı olmuş.
‘’Seyyah-ı Alem'' Evliya Çelebi ünlü
seyahatnamesinde, Edirne’yi gezdiğinde, caminin avlusunun bir çiçek bahçesini
andırdığını ve koparılan çiçeklerin sayfalar arasına konulduğunu ayrıca kış
aylarında cami şadırvanından sıcak su aktığını yazıyor
Bu arada Edirne’de bir başka ünlü yapı var ki o da
Türkiye’nin en büyük Avrupa’nın ise ikinci büyük sinagogu.
1907 yılında ibadete açılan sinagog, yıllar içinde
cemaatinin olmaması nedeniyle kaderine terk edilmiş ancak sonrada restorasyon
geçirdi, eski haline getirilmeye çalışıldı.
Edirne’deki büyüleyici yapılardan biri de Rüstem
Paşa Kervansarayı. Şimdilerde otel olarak kullanılan yapı tek kelime ile
muhteşem. Ancak avlusunda ne yazık ki oturacak bir yer, içek bir bardak çay,
bir fincan kahve bulmak mümkün değil!
Osmanlı döneminde Edirne’ye birçok padişah, mimar olağanüstü güzellikte yapılar kazandırırken günümüz kent yöneticileri bu güzel yapılara sanki nazire olsun diye Saraçlar Caddesi üzerine ya da kentin başka caddelerine kendi ucubelerini dikmiş. Biri, figürlerden anlaşıldığı kadarıyla barış adına yapılmış bir süs havuzu. Biz yanından geçerken kahverengiye boyanıyordu.
Anıt çeşmenin üst yanında aslan başları yer
alırken, ön cephede bir erkek ile bir kadın el ele tutuşmuş olarak sembolize
edilmiş ve kadının elinde beyaz bir güvercin kanat çırpmaya hazırlanıyor. Neyse
ki beyaz güvercin barışı sembolize ettiğinden, kahverengi boyadan kurtulmuştu.
Tıpkı arka taraftaki yeşil zeytin dalı gibi…
Bu arada Edirne Kırkpınar güreşleri ile ünlü ya
kent yöneticileri hiç unutur mu, iki pehlivana el ense çektirmişler bir
heykelde ya da Edirne meyve şekilli sabunları ile ünlü ya, neden kentin orta
yerine ortaya karışık bir meyve tabağı dikilmesin?
Ancak bu ‘’sanat harikası’’ kent süslerinden
hiçbiri küçücük bir havuza kuyruğunu zar zor sıkıştırmış ‘’Deniz Kızı’’ kadar
zavallı durmuyor.
Dolayısıyla böylesi bir kararsızlık açlığımızla
birleşince bir anda kendinizi Köfteci Osman’da buluverdik.
Efendim Osman’ın köftesi tüm Edirne’deki köfteler gibi
yuvarlak, iyi pişmiş ancak biraz hatta fazlasıyla tuzlu. Ekmek, salata, piyaz
ve de Edirne’nin kızartılmış acı biberi ise tadılmaya değer.
‘’Yaa bismillah!’’
Tarihi "Kırkpınar Yağlı Güreşleri"
1357'de Rumeli'de doğmuş ve günümüze kadar gelmiş dünyanın en eski güreş
festivali ve bu festival her yıl Edirne’de Sarayiçi mevkiinde yapılıyor.
Mevkiin adı Sarayiçi çünkü günümüze kadar ancak birkaç
yapının gelebildiği bölgede bir zamanlar Topkapı Sarayı ile boy ölçüşebilecek
güzellikte saraylar, köşkler, kasırlar ve de hamamlar varmış.
Eski adıyla Cedid-i Amire (Yeni Saray) 425 yıllık. Sultan
II. Murad tarafından Tunca'nın batısında, 3 milyon metrekare alan üzerinde inşaatına
başlanmış. II. Murad'ın 1451'de ölümünden sonra oğlu Fatih Sultan Mehmed
tarafından Mimar Şahabeddin'e yaptırılarak tamamlanmış ve tipik bir Osmanlı
sarayı olarak hizmette kullanılmış.
Etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevrili olan Saray, 5
ana meydan ve bu meydanlar içinde bulunan yapılardan oluşuyormuş.
Edirne sarayının en görkemli zamanı, ‘‘Av delisi’’
padişah, IV. Mehmed'in saltanat sürdüğü dönemde yaşanmış.
Başkent İstanbul olmasına rağmen IV. Mehmed'in genellikle
günlerini avlaklara daha yakın olduğu için Edirne sarayında geçirdiği bu
dönemde, resmi kabuller için odalar, divanhaneler, Av Köşkü, Hıdırlık Kasrı,
İydiyye Kasrı, Yıldız Kasrı, Akpınar Sarayı, Çömlek köy kasırları, havuzlar ve
çeşmeler yapılmış.
Yine bu dönemde Yeni Saray’da IV. Mehmed'in şehzadeleri
için sünnet, kızı Hatice Sultan için evlenme törenleri yapılmış, tüfek, ok atma
ve at yarışları, cirit oyunları ve pehlivan güreşleri gibi eğlenceler
düzenlenmiş.
Osmanlı padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman, II.
Selim, I. Ahmed, IV. Mehmed, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Süleyman'ın
İstanbul’dan gelip kaldığı ve 19. yüzyıla kadar kullanılmış olan Edirne Yeni
Sarayı'nda 117 oda, 21 divanhane, 18 hamam, 8 mescit, 17 büyük kapı, 13 koğuş,
4 kiler, 5 mutfak ve 17 kasır bulunmaktaymış.
Çeşitli dönemlerde tamiratlar geçiren bu saraydaki son
onarım, 1867'de Sultan Abdülaziz zamanında Cihannüma Kasrı'nda yapılan bazı
tadilat ve eklemeler ile gerçekleşmiş.
Saraydaki ilk büyük yıkım ise 22 Ağustos 1829'da Rusların
kente girip, şehri terk ettikleri tarih olan 14 Eylül 1829'a kadar geçen süre
içinde olmuş.
Saraydan geriye kalanlar ise 1878'de Rusların Edirne'yi işgal edeceği haberi üzerine sarayın yakınında bulunan cephanelik ele geçmesin diye Vali Cemil Paşa’nın emriyle ateşlenmiş ve 3-4 gün süren patlamalarla büyük tehlike içinde kalan Edirne kentinin 425 yıllık sarayı ortadan kalkmış.
Sarayiçi’nden Tunca boyunca yürürseniz biraz ileride Selimiye
Camii’nden sonra en çok ziyaret edilen bir başka yapı karşılar: II. Bayezid
Külliyesi…
Külliye içinde 1488'den beri yer alan darüşşifa
(hastane), 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'na kadar aralıksız 400 yıl boyunca
önceleri her türlü hastaya sonraları sadece ruh ve akıl hastalarına hizmet
vermiş.
Geçmişte hastaların müzik, su sesi ve güzel kokularla tedavi edildikleri bu
tarihi mekân, 1997 yılından bu yana Trakya Üniversitesi tarafından sağlık
müzesi olarak düzenlenmiş ve müze Avrupa’dan ödül almış.
Darrüşifa içinde birçok oda eski amacına uygun olarak
yeniden ve o kadar güzel düzenlenmiş ki bundan yüzyıllar önce bir hastanenin
nasıl çalıştığını neredeyse aslına yakın canlandırmalarla öğrenebiliyorsunuz.
Hemen bir not düşelim 1488 yılında hizmete
açılmış. Açılış töreninde kentin ileri gelenlerine, bilgelere öyle
sofralar kurulmuş ki yeme içme adına bir tek kuş sütü eksik. Açılış törenine
gelen misafirler yemiş içmiş karınlarını bir güzel doyurmuş dinlenmeye çekilmiş
sofralar açlara ve yoksullara bırakılmış.
Ziyafetten nasiplenen ve o güne kadar güllaç ve muhallebi
ismini hiç duymamış, dolayısıyla hiç yememiş yoksullar bu tatlılardan o kadar
çok yemiş sonrasında bir daha tekrar tekrar yemişler ki ‘Artık yeter’’ deyip
bıkkınlık göstermişler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder