DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Yıl 78…
Evet bölünmüştük Miçe de ölmüştü! Ülkede ölüm kol
geziyordu; bilim adamları yazarlar, gazeteciler her gün yirmi, otuz kişi
öldürülmeye başlanmıştı. Babam benim de öldürüleceğimden korktu; para buldu!
‘’Fransız Onlusu’’ denilen bir tabanca aldı, belime
taktı!
O günden sonra eve Urfa’nın dar sokaklarından kimselere
görünmeden gidip gelmeye başladım! Apartmanın kapısından girince ilk yaptığım
iş tabancamın ağzına mermi sürüp merdivenleri çıkmak oldu. Bir süre öyle yaşadım;
sonunda baktım olmuyor, öldürmeyeceğime, ölmeyi de istemeyeceğime göre Babam İstanbul’da
iş kurmuş kardeşimizin yanına gitmeme karar verdi. Artık umudumu yitirmiş
süngüm düşmüştü!
Emniyetim için tanıdık bir kamyon şoförü bulundu, cebime
üç beş kuruş konuldu İstanbul’un yolunu tuttum!
Yükümüz ‘mercimekti; Yol uzun git git bitmiyor, şoförümüz
de konuşkan değildi. Arada göz ucuyla bize bakıp sonrasında bakışları yola
dönüyordu.
Bu arada karnımı acıkıyor ama ‘’Ayıp olur!’’ diye bir şey
söyleyemiyordum. Epeyce bir yol daha gittik sabrettim sabrettim ne zaman ki
açlığım dayanılmaz boyutlara ulaştı, kamyoncuların karınlarını doyurduğu lezzet
duraklarından birine yaklaştık; Şoförümüz yoldan saptı, lokantalardan
birinin önüne park etti. Belli ki burayı daha önceden biliyor. Kamyonun
kapısını açtı yere atladı, benzin deposunun yanından bir levye aldı. Lastiklere
sırayla vurdu çıkan seslerle havalarını kontrol etti; yol boyunca idare
edeceklerine kanaat getirince de şoför mahallinin bir köşesine büzülmüş
yolcusuna seslendi, ’’Atla bakalım yeğenim!’’
Artık amca yeğen olmuştuk ve ‘’gerçek’’ hayat’’a dönmüştüm.
Yere indiğimde bacaklarım uyuşmuştu, birkaç adım attım açıldı Amcanın ardı sıra
lokantanın yolunu tuttum, oturduğu masaya kuruldum. Garsonun, ‘’’Hoş
gelmişsiniz. Sefalar getirmişsiniz’ iltifatlarından sonra sıra geldi mönüye;
neler yoktu ki, domatesli, patlıcanlı, Adana ve Urfa kebaplar en önemlisi
de kamyoncuların asla ‘’İstemem’’ diyemeyeceği Urfalıların ‘’çömlek ‘’ dediği
güveç! Eğer acı isot, kuru soğanla yersen tadına doyum olmaz bir ziyafet!
Amcamız kendine güveç söyledi; benim için de patlıcanlı
kebap, bilen için yemesini beceren için benim gibi çok sevenler için
‘’kebapların şahını!
Sonunda gide gide yolu bitirdik Harem’e geldik. Denizi
daha önceden görmüştüm. Canım tek varlığım annem kanserdi. Sık sık birlikte
İstanbul’a o zamanki adıyla ‘’şua’’ tedavisi’’ ne gelirdik. Her geri
dönüşümüzde de ya bir göğsünü ya ikincisini kaybetmiş olurdu… Son dönüşümüzde
martılara simit atmak için bile kolunu kaldıramıyordu; kanser bütün bedenini
sarmıştı. Puslu bir mart sabahı onları son görüşü oldu.
Bir süre deniz kenarında oturdum. Urfa’dan gelip karşıya
geçerken Annem Kızkulesi’ndeki kızın hikayesini anlatırdı.
‘’Bu kulede bir kral kızı yaşarmış; kızın saçları öyle
güzel ve öyle uzunmuş ki bir gören bir daha bakarmış!’’
‘’Anne senin saçların da kızın saçları kadar uzundu
değil mi? Bir kere sandıkta görmüştüm’’’’ dediğimde ‘’He ya hamama gidince iki
natır zor yıkardı; annem fildişi tarakla tarar, her seferinde de ‘’Saçının
teline kurban olayım derdi’’
Anneannemin teline kurban olmayı göze aldığı o
saçlar gün geldi üç beş kuruşa sokaktan geçen bir perukçuya satıldı!
Annemin hayalini Kızkulesi’ndeki güzel kız gibi
maviliklerin ortasında, martı çığlıkları arasında bıraktım, Harem’in kamyon,
otobüs ve insan kalabalığına daldım. Babam sanki çocukmuşum gibi sıkı sıkıya
tembihlediği ve büyük bir olasılıkla yeniden ‘’lüzumsuz işler’’e bulaşacağım korkusundan
olsa olsa gerek kamyondan iner inmez doğru Moda’ya gidecektim, ‘’Bir yerde
oyalanma!’’ demişti; çünkü kardeşimin işlettiği kafeteryada hem çalışacak hem
de evinde yatıp kalkacaktım. Beni İstanbul’a kadar getiren kamyon şoförü Amcamın
elini öpüp teşekkür ettim da‘’Yüzümüzü kara çıkarma’’ dedi; vedalaştık.
Harem’in curcunasından sıyrılınca Moda’ya kadar yürüdüm, kardeşimi
buldum!
‘’Hoş gelmişsen Abe’’ dedi; elimi öpmek için atıldı! Hiç
öptürür müyüm veli nimetimim sayılır; yakında hem patronum hem ev sahibimi olacaktı.
İlk olarak işlettiği kafeteryayı gösterdi, yapacağım işi anlattı ki, kolay!
Kasada oturacağım, masam olacak, üstünde de telefon. Garsonlar çay ocağından
aldıkları çay, kahve ve meşrubatları önüme getirecek; her birisi için ayrı
renkteki plastik markalardan verecek, bende sayarak alacağım. Bir çeşit
‘’gözlemci yönetici’’ oldum sayılır. Mesleği olmayan biri için hiç de fena
sayılmazdı. İş tamamdı, geceleri yatacak bir de yatağım vardı daha ne olsun?
Kardeşim Moda’da bir bahçe katında oturuyordu hem de kaloriferli; iki oda bir
salon… Beni eve götürdü, ‘’Bu oda senin, burası mutfak, burası banyo-tuvalet’’
dedi; evi gezdirdi. Odama yanımda getirdiğimiz birkaç kitabımla birkaç üst baş
koydum, yerleştim.
Ev rahattı; hatta rahat ötesi. Bir kere kaloriferliydi! O
güne kadar mangal ki tehlikelidir, dikkat etmezseniz devrilebilir; dışarıda
yakıp kömürlerin gazı iyice çıkmadan içeriye alırsanız zehirler! Odun, kömür
gaz sobaları ki onlar da tehlikelidir; geceleri ısınmak için yanık bırakır da
uyursanız rüzgardan baca geri teper, evde kim var kim yok çoluk çocuk
zehirlenir ölen ölür, kalan sakatlanır! Ben de yaşamım boyunca bu ısınma
süreçlerinden geçmiş sağ kalmıştım!
Dolayısıyla kaloriferle ilk kez ısınacaktım ama ne
ısınma; o zamanlar kalorifer yakıtı kömür ve ucuz olduğundan yakılınca evler
hamama dönerdi.
Sıcağı bulunca ilk kez iliğim kemiğim ısındı. ‘’Medeniyet
bu işte!’’ dedim. Yoldan geldiğim için hemen kıçımdan donumu, ayağımdan
çorabımı çıkardım, elimde yıkamak için banyoya girdim ki musluktan sıcak su
akıyor! Çamaşırlarımı bulduğum bir leğen içinde birkaç kez sabunladım kirlerini
akıttım soğuk suyla duruladım, getirip cayır cayır yanan kalorifer peteğinin
üstüne serdim. Sonra da ‘’Ulan madem sıcak su var bi de hamam yap’’ dedim
banyoya girdim girdim ama Urfa’daki evimizde odunla yakılan ve ısınan suyun
kurnaya akıyormuş gibi yapan suyla; öğrenciyken çaydanlıkta ısıttığım suyla
mutfakta kafamızı yıkamaya alışığım! Bu banyoda onlar yok, duş var; duşu
çalıştırıp, sıcak suyla soğuğu ayarlayıp ılık bir su akmasını sağlamak biraz
zaman aldı ama sonunda becerip altına girdim çeşitli kutuların arasında bir de
yeşil sabun bulunca başladım kafamı sabunlamaya… ‘’Bir iki’’ derken
temizlendiğime emin olup kapının arkasına asılı olan bir havluyu da bedenime
sarıp dışarıya çıktım. Ev sıcak gıcır gıcır da olmuşum başladım kafamı kurulamaya…
Az sonra kapı çaldı açtım ki, ‘’Patron!’’ Geçip bir koltuğa oturdu,
bir şey demedi ama suratının ekşiliğinden bir şey olduğu belli. Bir bana baktı
bir kalorifer peteğinin üstündeki donla çoraba; yerinden kalktı banyoya girdi,
çıkınca da saydırmaya başladı; ‘’Abe burası Urfa değil İstanbul; çamaşır
yıkamak istersen çamaşır makinesi var, ben sana nasıl çalıştığını öğretirim;
bir de kalorifer peteği üstünde don gömlek kurutulmaz biri gelir rezil oluruz!
Benim havlumu kullanmışsın sana bir havlu alalım; ayrıca burada sabun yerine
şampuan kullanıyorlar çeşit çeşidi var; Kepek için olanı, yağlı saçlar, kuru
saçlar için olanı var anlayacağın var oğlu var! Sen önce normalini kullan sonra
karar verirsin hangisini kullanacağına… Ben Nizip’in yeşil sabununu
kullanıyorum istersen o da var, saçlara iyi gelir. Bir de gözünü seveyim
banyoyu temiz bırak kıldan, tüyden çok tiksinirim. Annemle kadınlar hamamına
giderdim yerler saç içinde olurdu, basamazdım; bunları söyledim diye bana
kızmadın değil mi? Hiç kızılır mı? Madem kalkıp İstanbul’a gelmişim, gülü seven
dikenine de katlanır! Ayrıca İstanbul’a intibak edeceğim başka çaresi yok.
Zaten kısa zamanda da memlekete geri dönüşün olmadığını ölüm korkusu yaşayarak
iyice anladım.
Bir akşam Moda turuna çıktım, çay bahçelerinin oraya
gittim bir iki dolanıp burna uzandım, karşı kıyıları, adaların ışıklarını seyrettim
ardından eve yöneldim. Sokağımıza girdim birkaç adım attım atmadım arkamdan
gelen bir ıslık sesiyle bütün bedenim bir anda kilitlendi! Aklıma ilk gelen
Urfa’da öldürülen arkadaşlarım oldu; ‘’Beni de buldular’’ diye düşündüm.
İnsan bedeni sır küpü, birçok tepkisi anlaşılabilmiş
değil! Yaşadığım korkunun ve bedenimin kilitlenmesinin belki bilimsel bir
açıklaması vardır bunu bilmiyorum, bildiğim ilk ıslıktan birkaç dakika sonra
ikinci bir ıslık sesi duyduğum ve köpeğine ‘’Baron gel oğlum diye seslenen
birinin varlığı oldu! Bir süre sonra da bedenimi çözüldü.
İstanbul’da ilk zamanlar hep yalnızdım oysa Urfa’da
sayısız çocukluk ve okul arkadaşım vardı yoldaşlarım vardı.
İstanbul öyle mi ya? “Sen ben, bizim oğlan” tek
başımızdaydım! Eve gitmek istediğimde sokağa girer sessizce apartman
kapısını aralar, hemencecik alt kata inerdim Dolayısıyla sağda solda “komşu”
adına kim oturur hiç tanımadım kim bilir kimlerdi? Yıllar sonra öğrendim ki
birisi çok sonraları cumhurbaşkanı olacak olan Moda’nın ‘’köklü ailelerinden
bir zat-ı muhteremmiş; ola ola bir cumhurbaşkanı adayına komşu olmuşum; Öyle
biriyle “arkadaş” olunamayacağına göre kalmıştım yine arkadaşsız!
Hadi diyelim sokağa çıktım, benden başka herkesin bir
arkadaşı vardı ve arkadaşlar yan yana diziliydi çay bahçelerinde! Geliyordu
sabahtan akşama kızlar oğlanlar; Sarayburnu manzarasına karşı çay kahve ama
sıklıkla Çamlıca Gazozu ya da Cola içip keyif çatıyordu!
Kıçlarında “kot” pantolon, üstlerinde “orijinal” Lacoste!
Başlıyor muhabbet, “Lacoste nasıl yıkanır, kot pantolon nereden alınır?”;
ardından bir gece öncenin disko değerlendirmeleri gündemi belirliyordu. Bu
arkadaşların bir de arabaları vardı her birinde bir tane; olmayan da olanın
arabasında geziyordu. Sıkıldılar diyelim oturmaktan, “Baba Fener’e gidelim mi?”
diyor biri; arabalara bölünüp Fenerbahçe’ye gidiyorlardı!
Tur Lozan’dan başlıyor; Moda Burnundan dön Deniz Kulübü,
oradan Bomonti; Saint Joseph, Maarif, Yoğurtçu Parkı, bas gaza Fenerbahçe,
arabalarda çay iç ya da bira; dön gel Dondurmacı Ali, Tenis Kortu, Kemal’in
Yeri!
Otur otur sonunda yine sıkılırdı arkadaşlar; bu kez de ya
Deniz Kulübü’ne gider denize girer ya da voleybol oynamak için Lozan Plajı’na
inerlerdi, gözümün önünden akıp akıp giderdi arkadaşlar!
Diyelim ki akşam oldu; herkes evinin sofrasına
zeytinyağlılara, hünkar beğendilere, kabak kalyelere; böreklere çöreklere
giderdi ya da ana babaları, “kulüp”e yemeğe çağırırdı; lüfere!
Öyle böyle günler geçti haftalar ayları kovaladı, sonunda
iki “has Modalı’’ ile arkadaş oldum; evimize gelir gider oldular böylelikle
“yalnızlık” duygum, yerini arkadaş sıcaklığına bıraktı!
Arkadaşlarımdan ikisi de ‘’okumuş yazmış’’ çocuklardı;
adları İbo ve Yaman’dı. Yaman Saint Joseph, İbo Galatasaray mezunuydu. Su gibi
akıp giden Fransızcalarından hiçbir şey anlamasam bile arada sırada ben
de ‘’Merci’’, ‘’ Bonjour kardaş! ’’ derdim. Bu arada arkadaşlarımın
ikisi de araba hastasıydı, İbo’nun kırmızı Corvet’i Yaman’ın beyaz 124’ ü
vardı. Ben ise bırakın araba hastalığını markalarını dahi bilmezdim; çünkü heves
etmezdim.! Arkadaşlar sorardı, “Peki köyde neye binerdin?” Soru açık, anlamını
anlıyorum, eşek değilim ya, “Yok hiç deveye, eşeğe binmedim hem köyde de
büyümedim, ben Urfa’nın içindenim” derdim ama arkadaşlarımın İstanbul dışında
herhangi bir yerde hele hele Doğu’da ve Güneydoğu’da eşeksiz, devesiz bir
yaşamı akılları bir türlü almazdı!
Anlamadıkları önemli değildi; önemli olan artık benim de
arkadaşlarım vardı, ben de arkadaşlarımın arabalarına biniyordum; ben de “tur”
atıyordum Moda’da. Yalnız komik olan bu arabalara inip binmesini bilmediğimden kırmızı
Corvet’in o kocaman kapılarını zapt edemeyip kaldırımlara vururdum çoğunlukla
ya da o mini minnacık beyaz 124’ ün içindeki müzik düzenine şaşıp kalırdım!
“Söyleyen Barış değil mi? Kol Düğmeleri?” dediğimim de de bu kez arkadaşlarım şaşardı,
müzik bilgime ama kimse kimsenin şaşkınlığını dert etmezdi, arkadaştık!
Ancak; “Her zaman arkadaşların arabalarında gezmek olmaz,
gezmelerin karşılığını da vermek lazım” der ve elimizdeki tek silah olan Urfa
yemekleri yapar onları evimizde ağırlamaya çalışırdık.
Ancak yemek yerde yenir değil mi? Yok öyle değilmiş;
“İstanbul’da yemek yerde iki büklüm yenmez!” imiş. Bizim yerde yeme nedenimiz,
onlara göre “kültürel evrimimizi tamamlayamamaktan kaynaklanıyormuş! Yemek
masada yenirmiş!”
Oysa arkadaşlarımın bilmediği bir şey vardı; ben de
okumuş yazmış üstelik de araştırmayı seven biriydim ve yeme içme tarihine de
özel bir ilgim vardı onlara çatal, kaşık bıçak söz konusu olduğunda
padişahların bile yemeklerini yerde elle çok özel deri sofrada yediklerini uzun
uzun anlatırdım. Ancak arkadaşlarım yine de ikna olmazdı. En çok da İbo sözünü
sakınmaz ‘’ Yine de köylülük’’ der dalgasını geçerdi. Yaman’sa yemeyi çok
sevdiğinden biraz da kilolu olduğundan dolayısıyla bağdaş kuramadığından ses
etmezdi.
Yaman hiç hareket etmez arabasından aşağıya inmez,
yazlıkta havuz başına gitmek için aldığı motosiklete binerdi! sigarayı da bütün
gün emzik gibi emerdi. Sık sık Kadıköy Çarşısı’na inip içlerinde ne olduğunu
bilinmez hazır kasap kebapları alırdı. ‘’Ulan yapma ben sana yaparım’’ deyince
de ‘’O zaman bir et bir patlıcan olandan yap derdi. Ben de ‘’ Tamam yaparım
söz’’ derdim ancak verdiğim sözü yerine getiremeden bir gün ansızın can verdi;
çok canım yandı!
‘’Bir gün yaparım’’
Yaman’ın çok sevdiği ve sıklıkla istediği bir patlıcan
bir et yemeğinin adı tepsi kebabıydı. İkimize yaptığımda yarım kilo kuzu
kıyması üç tane uzun patlıcan alır; enlemesine dörde böler onun ‘’köfte ‘’
dediği benim kızdığım kıymayı, köfte biçiminde, bir et bir patlıcan fırın
kabına dizer kırk dakika pişirirdim. Yaman da yemeğe gelince lavaş getirirdi. Ben
tepsi kebabını lavaşla baş, işaret, orta parmağıma kor gözüme kestirdiğim
patlıcan ya da etin üstüne atıp büker, ağzıma atardık. O da beni taklit etmeye
çalışıp lavaşa et patlıcan sarıp döke döke yerdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder