Bir uçtan bir uca Karadeniz; Akçakoca, Amasra Sinop, Ordu Rize Sarp Sınır Kapısı

 


Herkesin kendine göre bir “tatil anlayışı” vardır; kimi gider deniz kıyısında temmuz sıcağına bağrını verir kimi gider Paris’ti Venedik’ti gezer dolaşır, gondola biner Eyfel’e tırmanır kimi dağ bayır aşıp yaylaların tadını çıkarır, kimileri de bütün bunlara burun kıvırır “kültür turları”na çıkar gezmedik ören yeri, müze bırakmaz. 
 

 Bizimki bize benzer, bunlardan hiçbirine benzemez ancak tek başına çıkılır. Çünkü hiçbir kul, temmuz ayında güneşin saat kaçta doğduğunu; Karadeniz’in kaç günde bir uçtan bir uca geçileceğini; hedef koymadan, kimselerin bilmediği yemek lezzetlerinin hangi kentlerde olduğunu ve neler yenilebileceğini; Ünye ile Fatsa arasında yolculuk yapmanın, Sarp Sınır Kapısı’na kadar gitmenin nasıl bir duygu olacağını, merak etmez. Etse de bize denk gelmez. Yoksa Karadeniz yolculuğuna onu da alır beraber çıkardık…

Dememiz o ki bu duygularla, yalnız başımıza bir temmuz sabahı saat beşte yola düştük. Niyetimiz bütün Karadeniz kıyısını kıyı kıyı dolaşmak ve Sarp Sınır Kapısı’na elimizi vurup dönmekti!


Yola çıkar çıkmaz güneş saat altı gibi doğuyormuş ilk bunu öğrendik!

İnsan erken kalkınca ve de yoğun duygular içinde olunca haliyle çok acıkıyor. Eee aç insana da acımak gerek, dedik ki, “Ulan hadi gel sana yol üzerindeki Berceste’de bir sabah kahvaltısı ısmarlayayım!”

Hayır sabah kahvaltısı ısmarlamak dert değil de mahçup olmak en kötüsü!

Kahve fincanı gibi bir kasede mercimek çorbası, bayat ekmek ve de kıymalı kol böreği ki, “Berceste efsanesi”ne hiç yakışmıyor, lastik gibi soğuk neredeyse yenmez. Bunu şundan anlıyoruz ki tabağımızda börek bırakmışlığımız yoktur ama Bolu dağlarında başımıza geldi. Üstelik hesabı da yanlış almışlar epeyce para üstü alıp, sağdan soldan gelen yanlış sucuklu yumurta tabaklarına göz gezdirdik, “çay çayy” diye inleyen müşterilere kulak kabarttık!

Demek ki neymiş? Adı çıkmış, “ünü şöhreti” tavan yapmış yerlere yanaşılmayacak kimselere hava atılmayacak!

Nefaset


Sonunda Karadeniz kıyısına çıktık. Uzun yıllardır merak ettiğimiz Akçakoca’ya vardık. Birkaç çayı Akçakoca’nın birkaç farklı kıyısında içtik, bir saat dinlendik ardından da yola koyulduk. Akçakoca aklımızın bir köşesinde, ıssız bir Karadeniz kasabası olarak kaldı! Ne o bizden bir şey anladı ne biz ondan. Belki biraz daha vakit geçirsek severdik birbirimizi.

Koyulduk yola… Yukarısı Karadeniz Ereğli. Güzel bir kent. Pırıl pırıl ve de çayı içilir nefasette. Bu arada artık şunu öğrendik ki Karadeniz’de çay nerede içersen iç bir TL.

30 yıllık köfteci


Kozlu’ya girdiğimizde öğlen olmuştu ama ne öğlen. Yanıyor her yan yanıyor! Aylardan temmuz, günlerden cuma ve bütün Kozlu cuma namazında…

Karnımız aç. Aç olunca biraz huysuzlarınız. Allah’tan ki yanımızda kimse yok. Huysuzluğumuzu sadece girip çıkıp yemeklerini beğenmediğimiz birkaç lokanta sahibi hisset ki o da gelip geçici bir durumdu. Sonunda adam “turist’’ Çok çok günün birinde lafı geldiğinde, “Yaa geçen yaz bir turist gelmişti dükkana ne yaptık ne ettikse beğendiremedik yemekleri, gitti Köfteci Zeko’da ekmek arası köfte yedi” derler.

Oysa işin aslı şöyle; Kozlu’da ne kadar lokanta varsa girip çıktık bu doğru. Doğru adresi bulmak için uzaktan bakınca kelli felli duruşlarıyla damak zevklerine güvenebileceğimiz esnaf, polis memuru, zabıta memurundan görüş aldığımız doğru idi. Ancak Kozlu’daki bütün dükkanlarda yemekler ya İzmir köfte ya türlü ya da dükkanın baş köşesine kurulmuş tavuk dönerdi!


Hal böyle olunca yemek yemektense Kozlu’nun en güzel camiini fotoğraflayalım istedik. Dört köşe dolaştık ve bir köşesinde Köfteci Zeko’ya rast geldik bu durumu da huysuz olmamıza rağmen kalbimizin temiz olmasına yorduk.

Zeko otuz yedi yıllık bir köfteci. Şimdilerde biraz dükkanı boşlamış, oğlu tezgahın başında.

Zeko’nun köfteleri hafif acılı ama çok lezzetli.  Hatta o açlıkla bize çok güzel gelmiş olmalılar ki fotoğraf çekmeyi akıl ettiğimizde elde kala kala bir köfte kalmıştı.

 

Bu arada Kozlu Pazarı’nı da dolaştık. Pazarın nabzını tuttuk ki fiyatlar hiç de İstanbul’un semt pazarlarından farklı değil. Zeko’nun köftesi ayranla birlikte beş liraydı, ki İstanbul’da da bir tükürük köftesi ayran o fiyata.

 “Kara Elmas”

 


Zonguldak’ı görünce nedense o güne kadar, kenti deniz kıyısıyla değil de ''Kara elmas'' dediklerinden  kara ile özdeşleştirdiğimizi anladık, çok güzel bir kent bulunca da utandık ama bir yandan da “Bak gördün mü yeni bir şey öğrendin” diyerek gezinin faydalarına dikkat çektik.

Düştük yine yollara. Vakit tam da yan gel yat vakti ama bir yandan da ayağımızı suya sokalım isteriz. Filyos yol üstünde üstelik güzel de bir denizi ve kumsalı var. Var ama Filyos’ta in cin top oynuyor. Ne kalacak bir yer var ne yenilecek içilecek.

 “Lala çeşmi cihan bu mu ola?”

Biz de bir dere kenarında ayağımızı ıslattık, biraz hava aldık. Daha önümüzde uzun bir yol var: Kilimli, Hisarönü, Bartın, Amasra da hedef. Bartın’ı para çekip çabuk geçtik, ki geceye kalmayalım akşam Amasra’da yatalım isteriz. Nitekim yattık.

Fatih Sultan Mehmet Amasra’nın gündüzüne mi hayran kaldı yoksa akşamına mı günbatımına mı bilinmez ama derler ki Amasra’yı seyretmiş seyretmiş lalasına, “Lala çeşmi cihan bu mu ola?” demiş, yani demek istemiş ki ‘’Yeryüzündeki cennet burası mı?’’

Fatih’in o günün Amasrası’na bakıp da bu soruyu sorması gayet yerinde lakin bugünün Amasrası cennet mi ondan pek emin değiliz. Çünkü cennet denilen yerin bu kadar kalabalık olacağını, sanmıyoruz. Yoksa cehenneme kimi koyacaksınız?

Şaka bir yana evet Amasra yaz aylarında kalabalık ama kalabalık diye kalmayacak mıyız? Hiç olur mu. Hele hele Amasra’nın o meşhur salatası ve de tava balıklarının tatları nefasetleri bütün ülkeye nam salmışsa…


Efendim akşam gün batmadan otelimizin terasındaki balkonda yerimizi aldık. Önce güneşi batırdık ki rahat rahat o turplardan, havuçlardan, semizotlarından, salatalıklardan, kırmızı lahanadan ve daha yetmiş iki bin ottan, ekşiden, turşudan yapılmış salatamızı söyleyelim sonra da balığımızın tava olup gelmesini bekleyelim, birkaç duble de rakı içelim.

Lafı uzatmanın anlamı yok sonunda siz de insansınız balık/salata ikilisini canınız çeker, yazıktır size. Her şey nefisti nefis.

1 TL çay 1 TL pide

Sabah oldu, olur olmaz da sanki dün akşamın acısını çıkarıyormuş gibi ya da sizin ahınız tuttuğu için güne çok kötü bir otel kahvaltısıyla başladık ardından kendimizi yollara vurduk. Hedefimiz Safranbolu, gizli niyetimiz ise sabah kahvaltısının bir şekilde acısını çıkarmak.


Nitekim öyle de oldu. “Turistler” Safranbolu’nu hayran hayran gezerken, taşın toprağın fotoğrafını çekerken biz gidip kendimize iki yüz elli yıllık bir taş fırın bulduk 1 TL’ye kıymalı pide yedik, 1 TL’ye çay içip kahvaltı yaptık.

Ardından da keyif tazeleyip kahvemizi gölgelik bir çarşıda höpürdettik, lokum yedik, han hamam gezdik sonrasında yolcu yolunda gerek deyip öteden beri hep merak ettiğimiz methini duyduğumuz ama bir türlü göremediğimiz Kastamonu’ya doğru yola çıktık.


Kastamonu anlatılmaz gezilir. O zaman onu sonra gezelim sonra anlatalım sapalım yoldan.

Safranbolu Kastamonu arası yol biraz bozuk ama hangi yana baksan aklın orada kalıyor. Biz de sık sık arabayı sağa çekip bazen sehpa kurarak bazen deklanşöre hızlı hızlı basarak fotoğraf çektik. 

Bu arada yoldan, manzaradan söz ederken neredeyse unutuyorduk. Arada bir güzellik daha bulup Kadıefendi Et Lokantası’nda masaya kurulduk. 

Hani derler ya, “Yiyip içtiklerin senin olsun gezip gördüklerini anlat!” Farkında mısınız bilmiyoruz ama biz hem gezip gördüklerimizi anlatıyoruz hem de yiyip içtiklerimizi! İçecek desen çay, ayran, yiyecek desen hepi topu bir iki lokma! Ancak aklınıza şu soru gelebilir: Ya arkadaş sen daha biraz önce Safranbolu’da pide yiyip üstüne çay içmedin mi? Kadıefendi’de ne yiyip içeceksin?”

Haklısınız ama kendinizi bizim yerimize koyun. Diyelim ki Safranbolu’dan Kastamonu’ya gitmek için yola koyuldunuz. Gittiniz gitmediniz daha şunun şurasında on dakika oldu olmadı, karşınıza birden bozuk bir yolun başında Kadıefendi Tesisleri çıktı. Siz olsanız, bu yeşillikler arasında ne yer ne içilir merak etmez misiniz? Biz ederiz. Dolayısıyla daha “tesis-kuyu kebap” yazısını görür görmez daldık içeriye. Ne yedik  dersiniz?

Bu arada yeri gelmişken belirtelim. Karadeniz’e çıkar çıkmaz kebaplar köfteler kilo ile satılmaya başlıyor haberiniz olsun.


Biz de bu kurala uyup kendimize 250 gr. kuyu kebabı söyledik. Kemiklerden sıyrılınca ortaya bir güzellik çıkmış ki sormayın, Kendilerine iç pilav, turşu, pide ve de buz gibi ayran eşlik ediyor.

Kuyu kebabı lezzetliydi. Güzel pişmişti. Ancak saat neredeyse öğlenden sonrayı gösterdiğinden et biraz soğuktu. Bu arada unutmayın eğer dışarıda yemek yiyorsanız öğlen yemeği saati en geç on birdir bilemediniz on ikidir. Çünkü neredeyse bütün yemekler sabahın köründe pişer, en geç dokuzda onda tezgaha çıkar. Erken yetişmezseniz bütün tencereler kepçe üstüne kepçe yer karıştırılır, yemek ısıtılır da ısıtılır ta ki tezgahta bir şey kalmayana kadar. Dolayısıyla Kadıefendi’deki kuyu kebabı da kim bilir kaçta pişmişti? Bu nedenle öğlenden sonra kuyu kebabı yemeye kalkarsan huysuzluk etmeyeceksin!

Biz de öyle yaptık. Kuyu kebabımızı yedik, ayranımızı içtik ve kendimizi yeşillikler içindeki hamaklardan birine attık! Az biraz soluklanalım daha yolumuzun üstünde Kastamonu var, oradan da ver elini Sinop.

Öteden beri merak ettiğimiz yerlerden biri Kastamonu diğeri de Sinop şehriydi. Ancak yeme içme merakı yüzünden yolda bir hayli oyalandığımızdan, günlerden de cumartesi, dolayısıyla tatil günü olduğundan ve de “Akşam kalacak bir yer bulur muyuz?” telaşından Kastamonu’dan hızla geçtik.

Sinop iyi karşılamadı.

Hani birini çok seversin yüz vermez ya Sinop’la öyle bir ilişki yaşadık.

Vardığımızda akşam olmak üzereydi. Her yan ana baba günü. Kent içinde insandan ve de araçlarından geçilmiyor. Bir de sıcak bir de sıcak ki sormayın gitsin. Zaten soracak da halimiz kalmamıştı. Yol boyunca klima, cam açma ikilemi arasında gidip geldiğimizden Sinop’a vardığımızda soluğumuz kesilmiş sesimiz çıkmıyordu. Biz de bir iki otelde “Kalacak odanız var mı?” sorusunu elimizi kolumuzu kullanarak sormaya çalıştık. Tabii ki bu garip adama kimseler oda vermedi. Tam da umudumuzu kesip geriye dönmeye niyetlenmişken liman ağzında bir büyük otelde yer bulduk. Akşam güzel bir uyku çektik. Sabah önce duş ardından kahvaltı için kendimizi sokağa attık.


Hatırlatmakta fayda var Sinop'ta sabah kahvaltısını deniz kenarında yapın. Kahvaltılığın bir kısmını Erzincanlar Mandıra'dan gerisini Sarı Kadir'den alın. Bir fırında pide yaptırın, ama mutlaka adım başı karşınıza çıkan ve unlu mamüller satan dükkanlardan birinden Sinop'a özel Nokul ve Katlama'dan alın. Nokulun kıymalısı yumuşacık, cevizli ve üzümlüsü de ayrı güzel. Görüntüsü haşhaşlı çörek gibi. Katlama ise bildiğiniz içi boş gözleme ama o da oldukça lezzetli.


Ayrıca Sinop'un kendine has, ince ve kocaman simitleri de kahvaltıda tercih edilebilir. Her şeyi aldıktan sonra istikamet, Yalı çay bahçesi. Herkes evden getirdiklerini, çarşıdan pazardan aldıklarını masanın üzerine yerleştirmiş. Biz de öyle yaptık bir yandan kahvaltı yaptık bir yandan çay içip deniz manzarasının keyfini çıkardık.

''Çarpan'' değil rakı çarptı!

Akşam yemeğimizi otelimizin yanındaki parkın içinde (evet parkın içinde) yedik. İlk rastladığımız Sinoplu’ya ‘’Nerede yemek yiyebiliz?’’ demiştik parkı gösterdi. Girdik, bir masaya kurulup garsonu bekledik Geldi, ‘’Çarpan balığı’’nı önerdi. ’’Önce balığı göreyim’’ dedik, o da yanına götürdü. Şişko minik ve huysuz bir tipi vardı ve bu arkadaş çarptı mı yakarmış, derisi zehirliymiş; ancak derisi ayıklandıktan sonra minik lokuma dönermiş, ‘’Lokum’’ benzetmesi hoşumuza gitti, Garsona, ‘’Hadi çarpan yiyelim, yalnız çarpması için rakı da getir’’ dedik. Akşam yemeğini ‘’çarpan balık’’, çoban salata, ''çarpan rakı'' ile noktaladık.

 ‘’Yavaşla’’

Bir haftada boydan boya Karadeniz’i geçtik. Taa Akçakoca’dan Sarp’a o kadar yolu; dağı tepeyi, onlarca tünelle, sabırla aştık, Türkiye’nin en uzun tünelinde bile sıkılmadık, 3 bin kilometreden fazla yol yaptık.

Doğruyu söylemek gerekirse bütün gezi boyunca hemen hemen hız sınırları içinde kaldık, kalmadığımız zamanlarda da oto yollar boyunca uzanan dijital uyarı levhaları hızımızı hatırlatıp, “Yavaşla!” dedi, yavaşladık 80 kilometre sınırına geri döndük.

Dolayısıyla trafik polisiyle, radarla ve de cezayla hiç işimiz olmadı. Taa ki Ordu’ya girene kadar, bütün Karadeniz’in en “asabi” trafik polisiyle karşılaşana kadar.

Sabah Ünye’den kötü bir otel kahvaltısıyla çıktık ki yazmaya değmez. Az gittik uz gittik Ordu’ya geldik ki güzel bir kent.

Niyetimiz kent merkezinden yavaş yavaş Boz Tepe’ye tırmanmak, manzarayı fotoğraflamak bu arada da bir banka şubesi bulup para edinmek, o parayla da biraz önce tesadüfen bulduğumuz tatlıcı dükkanının önündeki kalabalığa dalmak, onların tattığı şeyi, parasını verip tatmak.

Dedik ya, “Hayat sen plan yaparken yaşanılandır” diye. İşte yine o oldu.

Al bi tadımlık!”

Tam bir dükkanın önünde park yeri bulduk ki onunla burun buruna geldik. Kaşını, burnunu oynatmasından anladık ki, bulduğumuz kaldırım kenarına park etmek yasak!

“Tamam” dedik, “Karşımızda devletin polisi var, ayrıca memlekette bir trafik düzeni, asayişi var. Şimdi Ordular’a kadar gelip de burada çıkıntılık yapmak yakışık almaz!”

Vazgeçtik paradan bankadan, tekrar atladık arabamıza aklımız sıra bir başka park yeri bulduk, aracı dit dit’le uzaktan kilitledik, tatlıcı dükkanının önüne koştuk. Yalnız koştuk koşmasına da bankadan para çekemediğimizden haliyle cebimizde öyle tatlı alacak para yok!

Velakin karşımızda kaldırım kenarında, dükkanın önüne çıkarılmış o güne kadar hiç görmediğimiz hiç tatmadığımız bir tat duruyor; koca bir tencerenin içinde bize bakmakta ki “Vur bıçağı böğrüme bak tadıma” diyor.

Satıcı der ki, “Bunun adı Ordu helvası (Fatsa helvası da deniyor) meyan kökü, süt, şeker, ceviz ve limon tuzuyla yapılır.” “İyi güzel de paramız yok!”

“Olsun, canın sağ olsun abi. Al bi tadımlık!”


Canım memleketlilerim! Şunu unutmayın para hala her şey değil her yerde.

Ancak bir şey var ki memlekette bunu da unutmayın, o da düzenden, eskilerin deyişiyle intizamdan asla taviz verilmez. Hele kanunlar kurallar söz konusu olunca akan sular tersine akar, durulur.

Tam “Ulan ne güzel ağzımız tatlandı” derken tam da bunun keyfiyle aheste aheste düldül’e doğru yürürken bir de baktık ki varacağımız yere “belalımız” bizden önce varmış. Elinde de bir kara defter, plakamız en baş sayfada. Belli ki defter biraz sonra temize çekilecek ceza pusulasında resmiyet kazanacak.

Şimdi biz “huysuz” bir insanız ve belli ki muhatabımız da bizden daha “huysuz!” Hani deli deliyi görünce sopasını saklarmış ya; o anda üstümüze bir sakinlik geldi. Bir on dakika kadar alttan alta derdimizi anlatıp, İstanbullu olduğumuzu, Karadeniz gezisine çıktığımızı, biraz önce paraya ihtiyaç duyduğumuzu ancak kendisinin banka önünde park yaptırmadığını, burayı da zar zor bulduğumuzu; helvamızı yediğimizi şimdi eğer ceza yazmazsa bu keyifle Boz Tepe’ye çıkacağımızı anlattık.

Polis memurumuz kimi kez dinledi kimi kez azarladı kimi kez de yürüdü gitti biz de arkasından gittik.

Uzatmayalım sonunda polis bizi af etti. Tamam memlekette düzen, intizam var ama af yetkisi olan polis de var ki uyguladı.

Böylelikle biz de “sicili temiz” bir sürücü olarak gönül rahatlığıyla hatta gururla, dilimizde “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa…” türküsü, bet sesimizle Boz Tepe’ye tırmandık.


Lakin Boz Tepe bizi iyi karşılamadı. Hadi aşağısı yanıyordu. Hava dehşetli sıcaktı bunu aşağıda anladık, polis memurumuzla tartışırken daha da iyi anlamıştık ama peki Boz Tepe’nin nesi var? Boz Tepe tepe değil mi, hem de epey yüksekte değil mi, niye esmez Boz Tepe? 
Bu durumu bir çay içimlik zamanda anlayamadık. Belki biraz daha kalsak Boz Tepe tepeliğini gösterir sağdan soldan püfür püfür eserdi. Ancak bizde o kadar vakit yok, yolcu yolunda gerek daha Giresun’a Trabzon’a Rize’ye en önemlisi de Akçaabat’a gidilecek.

Şimdi burada bir duralım soluklanıp parantez açalım siz de bir manzara

seyredin ki ardından da bu gezinin en derin ve de çok önemli bir konusuna parmak basalım.



Konumuz şu; bir veya iki yaş grubundan dana ve öküzler, sabah yemleri verilirken yemlerine katılan tuz ve yörenin otlarıyla beslenir. Ancak gün gelir bu dana ve öküzler daha fazla yaş yaşamalarına izin verilmeden kesilir. Bu yetmezmiş gibi ön kol ve bir miktar kaburga etleri, döş yani, işkembe yağı ve böbrek yağı ile harmanlanarak, yeter miktarda sarımsakla, ekmekle birlikte kıyma makinesinden çekilir. Çekme işlemi bitince tuzla yoğrulmaya başlanır. Yoğrulur yoğrulur 
 sonunda köfte olur. “Peki bu köfteler ne köftesi olur dersiniz?” “Tabii ki Akçaabat köftesi!”

Karadeniz’i boydan boya geçmeye niyetlendiğimizde ilk Akçakoca’dan Karadeniz’e çıkmış, bütün yol boyunca Ordu’ya varana kadar, bu Akçaabat köftesi lafı, ilanı, fotoğrafı peşimizi bırakmamıştı.

Her “dinlenme tesisi”nde park alanında, benzin istasyonunda, lokantada velhasıl her yanda Akçaabat köftesi vardı ve ilanları her yeri süslüyordu.

Efendim bir yerde kilosu 28 liraysa, öbür yerde 29, bir başka yerde 31 ya da 30. Akçaabat köftesi kömür ateşinde, Akçaabat köftesi mangalda yok kendin pişir kendin ye yok olmadı biz pişirelim sen ye ama mutlaka Akçaabat köftesi de Akçaabat köftesi.

Peki sayın okuyucu biz ne yaptık dersiniz bütün bu köfte bombardımanı karşısında?

“İnsan köftenin iyisini bulunca iki porsiyon birden yemeli!” Ne kadar veciz bir söz değil mi? Bizim hoşumuza gitti. Çünkü biz uydurduk.

Uydurmamızın nedeni de Akçaabat’ta, Komaroğlu’nda yediğimiz porsiyon porsiyon köfteler, ‘’gerçek’’ Akçaabat köftesi.

Eee insan bu kadar çok köfte yerse haliyle uzun süre acıkmıyor. Acıkmayınca da kaçının yollar.

Akçaabat’tan öğlenden sonra çıktık az sonra Trabzon’dayız. Trabzon’dayız ama şansımızdan kentte yer yerinden oynamış. Çünkü Avrupa Gençlik Olimpiyatları yapılıyor. Kendimizi kent dışına dar attık. En iyi öncelik Rize’de akşam için kalacak yer bulmak ardından da ver elini Sarp Sınır Kapısı…

Bu arada Sümela’ya ‘’duran göl’’e gitmeye takat kalmamıştı.

Karadeniz gezimiz boyunca gece araba kullanmadık. Hava kararacak olunca önümüzde hangi kent varsa orada yattık uyuduk…

Amasra, Sinop, Ünye, Rize ve Perşembe…

Rize’de Otel fiyatları 60’la 80 TL arası… Ne ucuz ne pahalı ne aman çok kötü ne aman ne güzel! Zaten altı üstü bir gece kim arar konforu?

Dolayısıyla Rize’de kaldığımız otel “Hadi yat uyu, yorgunsundur” demedi, “Çek git!”i Keyfimize bıraktı, biz de bir gece kaldık.

‘’Mıhlama mı ‘’muhlama mı?’’


Karadenizliler alem; belli ki bizim gibi aceleci turistler yıllarca bilip bilmeden sorup öğrenmeden sağda solda dillerinin ucuna geleni söylediklerinden, canları sıkılmış. Getirip Karadeniz’in en yüksek yaylalarından birine taa Ayder’e bir uyarı pankartı asmışlar ki gelen geçen okuyup ders alsın.

Ancak işlerine karışmış gibi olmayalım ama pankartın yeri bize göre ters. Aşağıda deniz kenarında olacağına, gelip geçenler okusun da ders alsın diye yollarda olacağına Ayder’in tepesinde olması manidar…  Manidar çünkü biz pankartı bulduğumuzda iş işten geçmişti…

Anlatalım başımıza geleni de belki hak verirsiniz. İnsan hiç olmazsa bir tane de aşağıya Rize-Çamlıhemşin yoluna asar.

Sabah erkenden Rize’deki otelimizde uyandık. Bir heyecan bir heyecan ki sormayın. İçimiz kıpır kıpır… Eee kolay değil bugün Çamlıhemşin’e gidip, tırmana tırmana Ayder’e çıkacağız…

Haliyle Rize’de yol üstünde herhangi bir yerde durup kahvaltı etmedik. Taa ki Çamlıhemşin yoluna sapana kadar.


Gittik gittik siz deyin beş biz diyelim on kilometre, sağımızda solumuzda yeşillikler içinde dağlar, gürül gürül akar dereler, çiçekler ve de böcekler. Her yan seyirlik ki anlatılmaz.

Bir yandan da gözümüz yol kenarlarında… Umudumuz o ki kahvaltı edecek bir yer bulur, Allah ne verdiyse karnımızı doyururuz.

Nitekim az biraz sonra dere kenarında iki katlı ahşap, şirin mi şirin, suların yanı başından şırıl şırıl aktığı bir lokanta bulduk… Yöneldiğimizde de bir otobüs dolusu turist kahvaltılarını bitirmiş yola koyuluyordu.

Müessese, biraz önce bu kadar çok turisti ağırlamışken şimdi tek başına bir turisti karşısında görmenin şaşkınlığını yaşamaya başladı.

Bir garson tepemize, “Size bir kahvaltı tabağı hazırlayalım” önerisiyle dikildi. Bizse çok bilmiş edamızla, “Yok yok sen bize mıhlama getir daa, bi de tereyağına yumurta kırdıt” dedik, önden de çay istedik, ardından su şırıltısına kulağımızı verdik.

Garson kibar bir delikanlıymış ki bize, ne “Mıhlama değil muhlama” dedi, ne de “sevimsiz şive takliti”mize dikkat çekip keyfimizi bozdu.

Gitti. Geldiğinde de o güne kadar yediğimiz en güzel muhlama’yı bir de yumurtayı getirdi ki nefasetlerini anlatmak için Türkçe’ye iyice hakim olmak gerek.

Yalnız şu kadarını söyleyelim ki hem muhlama ile hem de yumurta ile bizden başka iki kişi daha doyardı. Nitekim ne kadar sündüre sündüre yemeye çalışsak da ne muhlamayı bitirebildik ne de yumurtayı…

Sonunda gözümüzü bakır tavalardan ayırmadan istemeye istemeye hesabı istedik. 

İşte hesap: En az üç kişi doyar muhlama, iki kişi doyar tereyağında yumurta omlet olmuş, ekmek ve de içebildiğin kadar çay 8 TL! (Şimdi ne kadardır kim bilir?)

Garsona 5 TL bahşiş bıraktık, teşekkür edip çıktık yola ki Ayder Yaylası’nda bizi “kibarlığa davet eden” pankart bekliyor: Horon oynanmaz horon vurulur!’’

 Ayder’de evin ağacın, şaşkın turistin, dağlardan akan suyun, börtü böceğin fotoğrafını çekerken vakit öğleni bulmuştu. Birden nereden geldiği belli olmayan bir sela bizi kendimize getirdi.

Dünyanın en güzel yerinde de yaşasan, en güzel şeyleri de yiyip içsen sonunda ölümlüsün. Bunu unutma ona göre yaşa… 

Hal böyle olunca düştük yola ki daha akşam olmasına epeyce var…


Gündoğdu, Çayeli, Pazar, Fındıklı’yı geçtik, Arhavi’de birkaç fotoğraf çektik, geldik yol ayrımına…
  

Bu arada hayatımız boyunca birçok tünelden geçmişliğimiz vardı ama Karadeniz’de bir haftada o kadar çok tünele girip çıktık ki, aralarında Türkiye’nin en uzun tüneli olan Ordu Tüneli de var…

Zaten Sarp’a da tüneller olmadan ulaşmak biraz zor. Sarp, gerçekten sarp bir yerde ve TIR’lar her yerde…

Sonunda Sarp Sınır Kapısı’na vardık ama varmak ne kelime. Bir tünele girdik ki sağ şerit TIR kaynıyor, arka arkaya dizilmişler sınırı geçmek için sıra bekliyorlar.

Gittik gittik son tüneli çıkar çıkmaz, iki adım sonra sınır kapısı karşımıza dikildi. Yani biraz kontrolsüz gitsen son sürat kapıdan içeri dalarsın. Artık kim tutar seni?

İlk önce arabayı park edecek bir yer bulduk. Çünkü o kadar dar bir alanda ki sınır kapısı “Pasaportun varsa git karşıda Gürcistan’da park et!” der gibi her yan, tıkış tıkış…


Geziye çıktığımızda kendimize hedef koymuştuk ki, “Taa Sarp’a kadar gidilecek, sınır kapısına el vurulup, gerisin geriye dönülecek!”

Öyle de yaptık, hedefe vardık, kapıya elimizi vurduk, ‘’Oh!’’ dedik. Çıktık yola.

Biraz etrafı seyrettik, gelene gidene baktık ardından da dağları solumuza, güneşi sağımıza alıp onu yollarda batırmaya karar verdik Ancak sık sık demiştik ya “Karar başka plan başka yaşanılan ise her an bambaşkadır!’’ diye…

Yine öyle oldu az biraz sonra denizin ve güneşin son demlerinin tadını çıkaranlara rastladık.


Bir grup gençle karşılaştık, sohbet ettik, hayallerini konuştuk, ki aralarında Hopa Lisesi’nde okuyup da tıp öğrenimini hedefe koyanlar var. Onlarla geleceğe dair bir kez daha umutlandık.


Boydan boya Karadeniz’i dolaşırken çok keyif aldık, görmediğimiz birçok kentimizi gördük, yedik içtik keyiflendik.

“Başka?” derseniz, başkası şu ki ve ne yazık ki kültürel erozyonumuz sürüyor. Her yıl en az bir Karadeniz kadar kültür kaybediyoruz.

Ne yazık ki her yanımız her yöremiz birbirinin tıpkı basımı olmuş; ne yazık ki her yanı blok blok aynı apartman, aynı tavuk döner, git git bitmez Karadeniz kıyılarını asfalt yollar kaplamış ve ne yazık ki Karadeniz’de bile bir bardak tavşan kanı çay içmek Ünye dışında mümkünatsız olmuş! Geçmiş olsun!

Bundan sonraki hedefimiz Edirne Kapıkule Sınır Kapısı! Sağlıkla.

 

 Mıhlama mı Muhlama mı? Mehmet Saraç Sokakotu Yayınları

İstanbul 2020

 Mehmet Saraç kimdir?

 1953 yılında Nizip’te doğdu. İlk, orta ve liseyi Urfa’da bitirdi. Ankara ve İstanbul’da Hukuk okudu, ikisini de yarım bıraktı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi’nde Haber Merkezi, Yurt Haberler, Ekonomi servisi ve TV 8 Haber Merkezi’nde editör olarak çalıştı. TÜSİAD’da medya sorumluluğunu üstlendi. Çeşitli halkla ilişkiler şirketlerinde özel sektör kuruluşlarına medya danışmanlığı yaptı. Canlarına Değsin, Babişe Yemekler, Bir Erkek Birkaç Kadın ve dijital; 26, Sana Uyandım, Kalbim Sende, Siye Biye Urfa adlı kitapları var.

 

 

 

 


1 yorum:

ilelebet Ata. dedi ki...

Karadeniz en zayıf bölgem. Çok az Zonguldak,Rize.. Sinop ve Samsun u görmedim dahi..çok çok gitmek istiyorum..ve bu satırları dikkate alıp seyahat planında kullanacağım.. panelinden kurtulursak..tsk