Cemile Yaman’ın aziz
hatırasına
En
zor şeylerden biridir bir kente intibak etmek şimdinin deyişiyle, “uyum
sağlamak.”
Biz
de ilk başlarda zorlandık. Ürkek bir kuştuk! “Ne o öyle?” diye diye her
halimize hareketimize, yediğimize içtiğimize, fırsat bulunca laf sokuşturup,
bazen de punduna getirip yüzümüze karşı söylendiğinden her “tıkırtı”ya kanat
çırptık! İlk tanışıklıkta, "Tez elden intibak et!" dediler. Etmeye
çalıştık. Su boldu. İki deniz, ortasından da bir su akar, bir o yana bir bu
yana; bir de “Altın Boynuz”, etti mi sana dört bir yan deniz, derya? Her
birinin içinde de bin bir türlü mahlukat, "Baban çıksa yiyeceksin!"
dediler, neyi çıkardılarsa yedik.
Önce
istavriti sevdik. Talebeydik o zamanlar. Bol olduğunda, paramız yettiğinde,
“kulağına kar suyu kaçıp” da kıyıya vurduğunda, piknik tüpte kızarttık,
ekmeğimize katık ettik, karnımız doydu!
Midyenin
dolmasını sokakta, tavasını Pasaj’da tattık. Lüferin çinekopun, sarıkanadın,
palamudun, ne zaman nasıl tutulacağını denizlerde, nasıl yenileceğini
meyhanelerde, yanlarına da "uyumlu" olacağını bellettikleri, “ince
kıyım” salata söylemeyi öğrendik. Istakozu böceği paramız yettiğinde, kalkanın
tavasını ızgarasını rast geldiğimizde yedik.
Uskumru
dolmasından söz ettiler, lakin yetişememiştik “o günler”e ama balık yumurtası,
köftesi bulduk, yedik; çorbasını severek içtik. Lakerda kurmasını becerdik,
nefsimizi körelttik! Tereyağında karidesi çok sevdik, ahtapot ızgaraya
bayıldık.
Salıpazarı'ndan
ayşekadın, semizotu, pırasa, karnabahar alıp, "halk" olmayı, Kadıköy
Çarşısı'nda bıçak ucundan peynir tadıp, "bey" olmayı,
"Zamanıdır" deyip enginar pişirmeyi, bazen de Kanaat’te yemeyi
öğrendik.
Bilmedikleri
yuha ekmekten, "Lavaş" dedikleri açık ekmekten, “Sadece ekmek işte!”
dedikleri dırnaklı ekmekten; yulaflı, kepekli, cevizli, zeytinli, light, alman,
çiçek, baton, türlü çeşit ekmeğe terfi edip, soframızı donattık.
“Yatı”ya
gitmekten, "oda"da oturmaktan “sıra” gezmekten, sabahtan akşama
arkadaş buluşmalarından vazgeçtik; haftadan haftaya, on beşten on beşe
“takılma”ya alışıp, haftanın sonlarını, olmadı on beşleri özler olduk!
"Kültürümüzde
var” bir yesek beş yedirmeyi gönülden isteriz, lakin "Hangi devirde
yaşıyorsun ulan, uyumlu ol!" dedikleri için "Alman usulü"ne
alıştık! Bin yedirince, bir yiyememenin bile kafaya takılmamasını öğrendik.
Gün
geldi erguvanı sevmeyi, defne yaprağını yemeklere katmayı, ıhlamur ağacını
kokusundan ayırt etmeyi becerdik. Manolyayı ilk kez fark etti gözlerimiz!
Orkideyi çiçekçi dükkanından, papatyayı çingeneden pazarlıkla aldık.
Kaldırımlara düşen atkestanesini, "Rutubeti alır!" dediklerinden
odalarımıza taşıdık.
Eve
yürüyerek gelir giderdik, nereden gelir nereye gidersek; şimdi kırmızı ışıkta
bekleyip, aniden yanan yeşilde karşıya geçiyoruz. Bulduk dolmuşa, bulamadık ya
belediyenin ya halkın otobüsüne biniyoruz. Saatlerini ezberlediğimiz, her gün
"Kaçırırız!" korkusuyla erken geldiğimiz iskeleden vapura biniyoruz
ki ne deniz tutuyor ne lodostan korkuyoruz!
Bizim
memleketimizde de camiler çok, minareleri dört köşe ya da sekizgendir, şimdi
Allah’ı var, buradakiler kalem gibi gökyüzüne yazılıyor. Denizin üstünde gele
gide kentin siluetini sevmeyi öğrendik.
Memlekette
yaz geldi mi tahtın üstünde damda yatardık, yün yastık yün yorgan yün döşekte,
yıldızlar koynumuzdaydı, Aydede ayakucumuzda; şimdi dört duvar beton arasında,
“sağlıklı” yatakta, yorgan yastık baş başa yalnızlığımızı paylaşırız!
Lafı
uzatmayalım, sonunda “intibak ettik” alıştık ya da biz öyle sanıyoruz?
Ancak
bir şey var ki bu kentte, bahar Boğaz’a erguvanla gelince; yaz karpuz kabuğunu
düşürünce denize, sonbahar yapraklarını savurduğunda dört bir yana; kışın
yağmur çamur hele de kar çekilmez olduğunda, içimiz sızlar, ağzımız sulanır!
Özlediğimiz, yemesek kendimizi eksik saydığımız yemeklerimizi, aç kalmış çocuk
çaresizliği içinde bekler, yemek ister, yer doyamaz, yemez huysuzlanır, bulamaz
öfkelenir, ömür tüketiriz! Çünkü bizim kentimizde insanlar yemekle yaşar,
yaşadıkça da yer; Tanrı’nın bahşettiklerine şükreder etmez de bir başka öğünü
düşler; her fırsatta mekana, zamana ve keyiflerine göre yer içer, çalıp söyler,
gülüp eğlenir.
Ne
mutlu onlara!
Hikayemiz
onlardan birinin bir ayrı düşmüşün hikayesidir.
Yazık
ki ona!
Bundan
binlerce yıl önce bizim kentimizde, herkes evvelemirde putperestmiş. Gün gelmiş
Musevi, gün gelmiş, “Hıristiyanlar tarafından yönetilen ve Tanrı’ya hizmet eden
tek krallık tek kent” insanı, ardından da Müslüman olmuşlar.
Kentlerinin
adına önceleri Makedonlar “Edessa”, sonraları Süryaniler “Orhai, Orhay” daha
sonraları Araplar “el-Ruha”, en sonunda Türkler “Urfa” demiş, şimdi “Şanlıurfa”
diye anılır.
Birçok
kralları, peygamberleri, azizleri, evliyaları, yazarları, şairleri,
müzisyenleri olmuş kimine Abgar, İdris, Şuayip, Eyüp, Elyasa kimine Efraim,
Bardaysan, Nabi demişler. Bazen de Büyük İskender, Musa, Timurleng, Hülagu,
Harun Reşid, Selahaddin Eyyubi ve daha nice “cihangir”, “kutsal”, “muhterem”
kişi gelip geçmiş topraklarından. Ancak bir kralları varmış ki adı Nemrud bir
de onun ezeli ve ebedi düşmanı İbrahim, işte onları hiç ama hiç unutmamışlar.
Efsane
bu ya, Nemrud hem puta tapar hem de Urfalıların deyişiyle “Zalım”mış onlara taptığı
putlar adına etmediğini bırakmazmış.
İşte
bu Nemrud’un yaptığı zulümleri yedi düvel duyduktan, duyup dehşet içinde
kaldıktan ve yakardıktan sonra Allah hiç olanı biteni duymaz mı? Tabii ki
duymuş ve çok öfkelenmiş çokk ! Bütün sivrisinekleri Nemrud’un topraklarına
yollamış. Nemrud korkusundan sarayına sığınmış ve bütün deliği deşiği
kapattırmış, sıvatmış ki hiçbir mahlukat içeri girmeye!
Bu
arada bütün sivrisinekler Nemrud’a azap için gittiğinden geride bir tek topal
sivrisinek kalmış. Halinden sakatlığından utanıp Tanrı katına çıkıp, “Uluların
tek inanılası; verdiğin bu kutsal görevde topallığımdan yer alamadım, eksikliğimden
utanırım! Bana, yarattığına merhamet göster” demiş, yalvarmış. Tanrı da onun
isteğini geri çevirmemiş.
Cümle
sivrisinekler uğraşıp didinip saraya girmek için yol ararken, topal sivrisinek
doğruca kapatılması unutulan anahtar deliğine yönelmiş ve ardından da
uykusundaki Nemrud’un burun deliğinden girip kafasına yerleşmiş!
Nemrud
deliye dönmüş. Bir tokmak yaptırmış ucunu keçeyle kaplatıp, sivrisinek beyninde
dolaştıkça “Ur ha, ur ha” diye bağırıp kafasına vurmalarını buyurmuş. Ondan bu
kentin adının, “Ur ha, ur ha” diye diye Urfa olduğunu söyler eskiler!
Bu
arada Nemrud fala ve falcıya da inanırmış. Bir gün falcıları, “Yakında bir
erkek çocuk doğacak gelip seni tahtından edecek!” demiş, o da doğacak bütün
çocukların öldürülmelerini emretmiş. Nemrud’un emirleri, her yerde uygulanmış.
Kimin erkek çocuğu oldu, yok edilmiş.
Nemrud’un
zulmünden korkan ama o günlerde İbrahim’e gebe Sara, bir mağaraya saklanmış,
İbrahim’i orada doğurmuş. Bir zaman sonra da çocuğu mağarada bırakıp kaçmış!
İbrahim’i ceylanlar emzirip büyütmüş!
Aradan
yıllar geçmiş Nemrud falında çıkanları unutmuş. Bu arada İbrahim, halkın
sevgilisi olmuş ve Nemrud bunu duymuş, ‘’Getirin bir de ben göreyim’’ demiş.
Getirmişler
İbrahim’i… Nemrud bu akıllı genci sevmiş, hatta himayesine almış.
Nemrud’un bir de kızı varmış adı Zeliha.
Zeliha ile İbrahim arkadaş olmuş hatta birbirlerini sevmişler.
Nemrud
puta tapıyor ya, bu yüzden sık sık mabede gider, irili ufaklı putlardan çeşit
çeşit işler beklermiş. İbrahim’in ise o günlerde kafası karışıkmış! “Hiç insan
taşlardan medet umar mı?” der, düşünüp dururmuş.
Bir
gün herkesin olmadığı bir vakitte mabede girip bütün putları balyozla kırmış
balyozu da getirip en büyük putun boynuna asmış.
Gerçek
anlaşılmış. İbrahim yakalanmış. Sorgusunda, putları en büyük putun kırdığını
söylemiş. Nemrut onu yalancılıkla suçlamış, “Hiç put putu kırar mı? Canlı mı ki
o?” demiş. Bunun üzerine İbrahim, “O zaman neden putlara, taparsınız? Bir
yaradan vardır, o da Rab’dır!’’ demiş.
Nemrut
İbrahim’i dinlememiş bile onu o görülmemiş bir cezaya çarptırmış: Gözün gördüğü
bütün ağaçlar kesilecek, şehrin kalesinin altına yığılacak öyle bir ateş
yakılacak ki böylesi dünyada yakılmamış olsun!
Nemrud,
bir de iki sütun yaptırmış kaleye ki İbrahim salıncakta sallanır gibi sallanacak
ateşe atılacak.
Bütün
bunlar olup biterken, huysuz bir adam ava gitmiş, bir ceylan vurmuş eve dönmüş,
karısına, “Karnım aç!” demiş.
Zavallı
kadın neylesin? Bir yanda Nemrud yasağı var ateş yakılmayacak, bütün odunlar
toplanmış bir yanda evin adamı az kaldı huysuzlanacak. Kadın çaresizlikten bir
yemek uydurmuş!
Ceylanın
budundan bir parça et kesmiş, taşta tokmakla döve döve yumuşatmış.
Aklına
ete bulgur katmak gelmiş, bir çimdik tuz, biraz isot frenksuyu(pul biber ve
salça) bir çimdik karabiber eklemiş bir avuç da su alarak başlamış yoğurmaya.
Arada yarım avuç su almış tekrar yoğurmuş yoğurmuş tadına bakmış; sonunda
kanaat getirmiş ki yenilecek gibi. “Süslü görünsün” diye içine taze soğan,
maydanoz da katmış, götürmüş kocasının önüne koymuş. Neyse ki adam yemeği
beğenmiş de kadın rahatlamış!
Kadının
tez vakitte uydurduğu yemek o günden sonra Urfalılar’ın “baş tacı” olmuş.
Hiçbir yemeği onu sevdikleri kadar sevmemişler. Çiğ etten yapıldığı için de adını
“çikifte” koymuşlar.
Efsanemize
dönersek, der ki efsane, “Urfa o zamanlar yemyeşilmiş, gökyüzü ağaçtan
görülmezmiş ama Nemrud ne kadar ağaç varsa kestirmiş yığdırmış kalenin
eteklerine; bir büyük ateş yaktırmış ki alevler yeri göğü yutar, yanına
yaklaşılmaz!
Nemrud
bir ateşe bakmış bir de İbrahim’e “Atın!” demiş; İbrahim’i mancınıkların
arasındaki leyliye(salıncak) koymuşlar, sallamış sallamış atmışlar ateşe!
İbrahim’in atıldığını gören Zeliha da atlamış ateşe.
İşte
ne olmuşsa o anda olmuş, aşağıda yemyeşil iki göl belirmiş; ateş su, odun
parçaları da sırtı karalar dolu balık olmuş!”
Urfalılar
bugün göllerden birine, Harrahman, Zeliha’nın kendini attığı yerde belirene de
Anzılha der.
O
gün bugündür Urfalılar’ın dilinden, Nemrud’la İbrahim eksik olmaz.
O zamandan bu yana, iki tür insan yaşadığına
inanılır; zalim, kötü huylu, sinirli insanlara “Nemrudi”, iyi huylu, mazlum ve
sakin olanlara “Halili” denir.
Urfa’nın
erkekleri bahar geldi mi yatıya(dağda kalmak gün geçirmek) gider günlerce yer
içer, çalıp söyler, geri döner. Yaz geldi mi Harrahman’da bekçilerden gizli
gizli yüzer, balıklara yem atar ya da Anzılha kenarında çay içip, nargile
fokurdatıp sohbeti koyulaştırır.
Kadınlar
ise Nemrud’u anarak beddua, İbrahim’i anarak dua eder; gebe kalır, kızlarına
Zeliha, oğullarına İbrahim adını verir.
Baharda
onlar da Nemrud’un Tahtı’na günübirlik çıkar, çikifte yoğurur, dedikodu yapar.
Yazın onlar da Harrahman’a gider. Kimi “Beyaz balık görünsün” diye bekler,
dileğini yazar suya atar ki, “Alsın da aparsın” diye…
Kimi de suda oynaşan balıkları taze nohutla
besler, ardından Anzılha’da soluklanıp çay içer, nefes alır.
Tarihçiler
Urfa’yı bin yıllarla tarihleyip ondan, “Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit,
Hurri-Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedon, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı
uygarlıklarının egemenlikleri altında yaşamış” diye söz eder; Urfalılar ise hiç
sözü dolandırıp durmaz, “Biriciktir!” der, kestirip atar.
“Urfalılar
Urfa’da doğdukları, havasını soludukları, suyunu içtikleri, yiyeceklerini
yedikleri, şarkılarını söyledikleri, Urfa’da yaşadıklarına inandıkları
peygamberlerin ve evliyaların, kutsal kişilerin, şairlerin, ediplerin hemşerisi
oldukları için mağrur ve mutludurlar.“ (***)
“İbrahim
Peygamber bu topraklarda doğmuş” derler, ki Museviler’in, Hıristiyanlar’ın ve
Müslümanlar’ın atasıdır; Museviler ona “Avraham”, Hıristiyanlar “Abraham”,
Urfalılar ise “İbraham” der. Bu yüzdendir herhal, “Halil İbrahim bereketi”
topraklarından hiç eksik olmamış, Musa Peygamber’i yedi yıl misafir edecek
kadar her daim cömert ve gözü tok olmuşlar. Çile çekmişler ama yakınmamışlar
çünkü “çilenin ne olduğunu, “çile’’ çekenden, Eyüp Peygamber’den öğrenmişler.
Çok
zaman önce Filistin’de İsa Peygamber öğretilerini yaymaya, çaresizlere çare
dağıtmaya başlamış; ünü Urfa’ya kadar gelmiş! Kralımız Büyük Abgar, İsa’ya
haber gönderip hasta olduğunu, gelip kendisini iyileştirmesini istemiş! İsa da “çok işi” olduğunu, isterse ona bir
yardımcısını gönderebileceğini hem kendisinin yakında “gökyüzüne yükseleceğini”
belirterek yüzünü sildiği mendilini yollamış.
Kralımız
iyileşti mi bilmiyoruz ama rivayet odur ki, üstünde İsa’nın yüzünün sureti olan
mendilin, Urfa savunmasında zaman zaman düşmanlara karşı kullanıldığı ve galip
gelindiğidir. Bu arada mendilin Ulu Camii’deki kuyuya atıldığına da inanılır ayrıca
kale kitabelerinin birinde mendilden söz edilir.
Gel
zaman git zaman sonra 1 Aralık 1145’te Papa III. Eugenius, Fransa Kralı VII.
Louis’e bir mektup yazıp Urfa için, “Uzun zaman önce Doğu’da, bütün dünya
putperestlerin hakimiyeti altındayken, Hıristiyanlar tarafından yönetilen ve Tanrı’ya
hizmet eden tek şehir” demiş.
Kentimiz
Halife Hazreti Ömer döneminde Müslümanlıkla tanışmış; Nurettin Zengi tarafından
ele geçirilmiş, komutan İyad ilk Müslüman valimiz olmuş.
Moğollar’ın
işgalini yaşamış; Hulagu’ya teslim olmuş; Timurleng ünlü göllerinden kana kana
sular içmiş ve gitmiş!
Uzatmayalım
Urfa, Osmanlı idaresi de görmüş, sonunda “Cumhuriyet!” de demiş. Yani tarihten
yana sıkıntısı olmamış; gelenle de gidenle de barışık yaşamış kimseye kin,
garez tutmamış. Taa ki “Hain Fransızlar” Urfa’yı işgal edene kadar!
Osmanlı
1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamış, ardından Urfa ilk önce İngilizler
sonra da Fransızlar tarafından işgal edilmiş. Şehrin en güzel yerine yerleşmiş
Fransızlar ve başlamışlar Urfalıları ve Urfa’yı yönetmeye! İlk başlarda pek
sorun çıkmamış ama gün geçtikçe zulümleri artmaya, hal ve ahvalleri çekilmez
olmaya başlamış.
Urfalılar
sabretmiş sabretmiş 11 nisan günü, “Hahoo yettişinnn, Fransızlar isot
tarlalarını yakıyor!” nidasını işitinceye kadar.
Gerçi
rivayettir söylenen hatta, “Urfalılar’a düşman Antepliler’in uydurmasıdır,
böyle bir şey olmamıştır” denir amma bu sözler Urfalıları’n isot ve çikifte
sevgisine taş atmak için de bulunmaz bir kışkırtmadır. Çünkü Urfalı her aileyi
ağustos geldi mi dizginlenemeyen bir telaş alır; evlerde günler sürecek bir
tartışma, “Avrat bu sene kaç kilo isot çıkaracaksan?” sorusu ile başlar.
“Bilmiyem
ki! Gelin de geldi, geçen sene yüz kilo almıştıy, dokuz kilo isot çıkmıştı!”
“O
zaman yüz elli kilo alım mı?”
“Yog
o da fazla olur, sen emeğini zahmetini bili misen ki? Sanki sen doğrisan,
kurudisan! Hem geçen sene Maraş isodu almıştıy eyi çıkmamıştı. Gidip en kötü
isotları alıp geliysen! Bu sefer Urfa isodu al!”
Tartışmalar
günler sürer. Aile reisi ekonomik gücüne, yaptığı istihbarata göre çarşıyı
pazarı kollar sonra bir isot cinsinde karar kılır, satın alır ve korka korka
eve gönderir. Çünkü isot kötü çıkarsa bir sonrakine kadar kendini tartışmaların,
söylenmelerin hedefinde bulur.
İsot
geldi mi hanım hemen konu komşuya haber verir, evden de yardım edecekler
katılınca, dağ gibi kırmızı isot yığını bazen birkaç saatte bazen de gün boyu
sürecek bir çabayla sapından, tohumundan, damarından ayrılıp; boylamasına ya
ikiye ya da dörde bölünüp kurutulmak için naylon örtülere serilip damlara
güneşe çıkarılır.
Temizleme
işi bitmiştir, artık her gün sabahtan açılacak örtüler, akşam gün batınca
kapatılacaktır ki isotlar sonbahar güneşinde yana kavrula kağıt gibi ola.
Ardından tokmağı sallayacak olan taş dibeğin başına geçer ve yavaş yavaş arada
birkaç damla zeytinyağı damlata damlata en zahmetli işi bitirir.
İşte
şimdi sıra akla karanın belli olacağı teste gelmiştir; en kısa zamanda ya evin
erkeği ya da güçlü kuvvetli aileden bir başka erkek çikifte legeninin başına
geçer. Birazdan usta göz ve damaklar hemen sonucu söyleyecek, bütün bir yıl bu
sonuca göre ya övünülecek ya da ortalıkta, “Ne yapım anam, bu sene düzgün
olmadı!” diye baş eğik dolaşılacaktır. Yok eğer sonuç “eyi” ise tez elden
yoğrulan çikifte konu komşuya gururla gönderilecek ve isot gerçek anlamda
koruma altına alınacaktır. Çünkü “Eyyi bir isodun hırhızı çok olur!’’
***Prof.
Dr. Ahmet Arslan. Edessa / Urfa Kutsanmış Şehir. Judah Benzion Segal. Önsöz.
Urfalılık
iyidir hoştur, “biriciklik”tir ama öyle kolay kolay da “Urfalı” olunduğunu
sanmayın! Yani öyle ‘’Hasso Cello işi’’ değildir Urfalı olmak!
Bir
kere “Urfalı” olmak için en başta gelen şart, “ailecek, birkaç göbektir
Urfa’nın içinde yaşıyor olmak” gerekliliğidir. Yoksa size “Muhacır!” derler,
“Muhacır” aşağı “Muhacır” yukarı bir türlü dillerinden kurtulamazsınız; kabul
etmezler aralarına. Taa ki ailenizin nereden göç ettiğini hatırlayan kalmayana
kadar. Bu da birkaç kuşak sürer ve sonunda artık siz de ilk şartı yerine
getirmiş, bir “Urfalı” olmuşsunuzdur!
Urfalılar
soylarına soplarına pek meraklı olduğundan, her fırsatta konuyu gündeme
getirip, “küçüklere” Ninolar’ın, Abdolar’ın, Nebolar’ın, Kasolar’ın,
Dedehayırlar’ın, Hacıkamiller’in, Miftahiler’in, Başıbüyükler’in,
Kiliseyesıçangiller’in ve daha nice ailenin yedi göbek ötesini saymaya girişir,
bilgiler verir, “uyarı”da bulunur ve “aile temizliği”nin önemini vurgular.
Bize
de yıllarca yeri geldiğinde büyüklerimizce, soyumuzu temsil eden Fesçi Abdi’nin
dört yüz yıl önce Acem Dergezenlu oymağıyla Nahcivan sınırından gelip Urfa’ya
yerleştiği, ticaretle uğraştığı ve halkın onu çok sevdiği, onun da onları
sevdiği; çoluk çocuk sahibi olduğu; ölünce Bediüzaman’a gömüldüğü aile
mezarlığımızın onunla başladığı; sonrasında kendisinden gelen soyun sopun da
aynı yere gömüldüğü, şu an mezarlıkta altı kuşağın bir arada yattığı anlatıldı
durdu. Yani bizimkiler de Urfa’ya göç etmişler, sabretmişler sonra “Urfalı”
olmuşlar!
Büyük
Dedem’i iyi hatırlıyorum; uzun boyunu, hiç gülmeyen yüzünü, başından eksik
etmediği şapkasını, gabardin şalvarını, dövmeli ellerinden düşmeyen bastonuyla,
bir ayağı aksayan adamı.
Dedemiz
“dede”ydi ama torunlarına “dedelik” etmezdi! Ne elimizi tutmuşluğu vardı ne
sevip okşadığı ne de şeker şerbet niyetine aldığı! Ancak sonunda dedeydi ve
müthiş korkardık cüsseli varlığından!
Bastonunu
kaldırdı mı, “Allah korusun!” indiriverirdi bir yerinize! Yalnız torunlarına
mı? “Ooo neler çekmiştir elinden neneyiz!” derdi amcalar da biz torunlar
üstünde durmazdık olanın bitenin.
Bütün
ailesi altı oğlan, bir kız, bir de “evin reisi” nenemdi, kimi kimsesi yoktu
başka. Nenemin ise evde asaletinden ve zenginliğinden söz edilmeden geçilmez,
konu açılınca, “Çanakkale’de şehit düşen zabitler mi yoksa ağalar, begler mi
hangi kardaşımı hangi akrabamı sayım?” derdi.
Eve
bu “asil” akrabalardan biri girer biri çıkar, dedem en çok da bu ağa
kardeşlerin gönderdiği nohuda, mercimeğe, buğdaya sinirlenir, söylenince de
nenem taşı gediğine koyar, ”Sen de bütün parayı kumara verme! Ne yapsınlar? Aç,
açıkta mı kalak?” derdi. Dedem pokeri severdi oysa, kumarı değil!
Dedemin
ellerinde ve yüzünde Kürtler’in, Araplar’ın yaptırdığı dövmelerden vardı ama ne
Kürtçe bilirdi ne de Arapça ancak alışverişe gelenlerle çat pat konuşacak kadar
dili dönerdi. Dükkanında atlara marege (eyer) yapar eğer çok paran varsa
derisinden alır yoksa şal olanıyla yetinirdin.
Ailede
herkes dedemin mesleğini bilirdi. Eve iş geldiğinde herkes bir ucundan tutardı.
Biz torunlar ise boyahaneden gelen ipleri açmak için çoğu kere küçük
kollarımızı uzattır, iş bitince balmumu ile oyalanır ya kırpık derileri makasla
doğrar ya da sağa sola biz dürterdik.
Ailenin
on sekizinci yüzyıl ortalarından kalma bıçakçıların, kazancıların, aktarların,
marangozların, saraçların, kazazların, halıcıların, terzilerin, kuyumcuların
velhasıl bütün Urfa esnafının bulunduğu Aşağı Çarşı’da, adına Saraç Pazarı
denilen yerde birbirine bitişik iki dükkanı vardı. Birinde dedem ve küçük
amcam, öbüründe ise bir başına büyük amcam çalışırdı.
Bir
gün bu büyülü dünyaya, ortanca amcalarımdan birinin serçe parmağından tutarak
giriverdim. Saraç Pazarı’nın sayısız girişinden Urfalılar Köroğlu Kahvesi’ne,
aktar, dondurmacı, kebapçı dükkanlarına; dev çınar ağaçlarının gölgeliklerine;
Kazancı Pazarı’ndan gelen çekiç sesleri eşliğinde, kalaycı çıraklarının içinde
“göt sallayarak” kazan, leğen, lenger
parlatmalarını seyre; kehribar sarısı tütün satıcılarının torbalarına,
sigara kağıdı ve emziklerine; Nacar Pazarı’ndan gelen taze ağaç kokusuna,
topaçlara , beşiklere, ekmek tahtalarına, nalınlara kürsülere; bıçakçıların
çoğu zaman sarı kimi zaman da beyaz yalazlanan ateş kıvılcımlarına değmeden;
eşek hamallarının umursamaz, yol vermez hallerine aldırmadan gün boyu akar da
akardı.
Dedem,
bütün azameti ve aksiliğiyle dükkanda halısının üstünde oturur, alışveriş için
gelen köylülere el emeği göz nuru maregelerini üstünkörü gösterir, müşteriden hoşlanmazsa
ya da dillerinden anlamadığından, “Hade ruh ruh!” (Yallah) çekerdi. Çünkü bin
bir zahmetle yaptığı maregeleri çoğunlukla ısmarlama olduğundan, “bütün Doğu’da
hatta Güneydoğu’da, bir tek kendisi bu işi hakkıyla yaptığı”ndan, bu “sefil”
köylüler onun mallarını alamazdı. Böyle zamanlarda kızgınlığını ya yemek
düşleyerek ya da Boze Amca’nın imdada yetişmesiyle bıyambalıyla giderirdi.
Yaz
günleri neredeyse saat başı, bir de misafir geldiğinde, dükkanın hemen önünde
bitiverirdi Boze Amca. Tek gözü görmeyen ve en az dedem kadar sinirli olan bu
yaşlı amcanın bıyambalısı dehşetliydi. Hiçbir içecek onunki kadar insanı sakinleştiremez
serinletemezdi!
Boze
Amca bıyambalısını elindeki kalaylı küçük taslara doldurarak verir, dükkanın
tahta kolonlarından birine kulağının arkasındaki tebeşir ile çentik atar, gün
sonugelip çentikleri sayar, parasını alıp giderdi. Meyankökünü su ile haşir
neşir edip ondan enfes bir içecek olan bıyambalıyı yaratan bu yaşlı amca, Saraç
Pazarı anılarımın her zaman ilk hatırlananı oldu.
Çarşıda
gün dönmeye başladığında, güneşin ışıkları yavaş yavaş solar sararır, biraz
çınar ağaçlarının tepelerinde dolanır sonra iyice yorulur ve çeker giderdi!
Ardından da Boze Amca’nın, birbirine vura vura dolaştırdığı çanlarının sesi
duyulmaz olurdu. Çınar ağaçlarındaki binlerce zevzir (sığırcık) de cıvıldaşmaya
başlayıp ses sesi duymaz olunca artık paydos zamanının geldiği anlaşılırdı.
Halılar
kilimler, hasırlar, üst baş silkelenir; bakır kap kacaklar, tahta el işleri,
deri koşumlar, bıçaklar, şallar, yünler, kumaşlar, tütünler toparlanır; el
ayak, yüz yıkanır, pis su kovaları boşaltılır, tahta kepenkler kapatılır, asma
kilitler dükkanların kol demirlerine vurulurdu.
Dedem
çoğunlukla erken paydos eder, akşam alışverişi yapar, bazen gözüne kestirdiği
üzüm, incir, şeftali ya da narı kuşağının arasındaki marhamasına (büyük mendil)
doldurur evin yolunu tutardı.
Büyük
Dedem hayatının sonuna kadar “yağlı yüzlü” yiyerek yaşadı; ilk önce ilk
karısını, ardından “ikinci” diye aldığını mezara gönderdi. Soyundan gelenler
sadece iki karısı ve hayatı boyunca yedikleriyle yetineceğini beklerken, gün
geldi çoluk çocuk demeden herkese küstü, evden çıkmaz oldu! Bir köşeye çekildi,
yerinden kımıldamadı; dört parmağını diğer dördüne geçirdi, boşta kalan
başparmaklarını bir karşısındakilere bir kendine döndüre döndüre seyretti
söylendi seyretti söylendi ve anlaşıldı ki üçüncü karıyı da istiyor! İstedi
istemesine ama ömrü vefa etmedi!
/
Dedemin tirit iştahı
Gırtlağına
ve kadınlara düşkünlüğü dillere destandı dedemin. Boğazından “yağlı yüzlü
yemek” geçmeyince, “Doydum!” demez ama ille de ille haftada bir kez kahvaltıda
tirit yemek isterdi.
Tirit
aklına düştü mü, bastonunu yere vura vura doğruca Kasap Pazarı’nın yolunu
tutar, kancalara asılı koyun, kuzu ve dana etleri karşısında kendinden geçerdi.
O vakitler etler açıkta satıldığından, buzdolabı olmadığından ve dolayısıyla
günübirlik kesildiklerinden her an tazeydi!
Tek
yapacağınız ya doğrudan kasabınıza yönelip ne istediğinizi söylemek ya da teker
teker dükkanları dolaşıp gözünüze kestirdiğiniz eti ne yemek pişirecekseniz ona
göre almaktı. Ancak bunu da her zaman alışveriş yaptığınız kasabınızdan gizli
yapmak zorundaydınız yoksa gücenir bir başka alışverişte bunu lafın arasında
hatırlatıverirdi.
Dedemin
böyle bir kaygısı hiçbir zaman olmadığından, “az biraz da huysuz” olduğundan
öyle her eti de kolay kolay beğenmediğinden, ortalıkta fazla dolaşırdı. Kasapları
rahatsız eden; “Canım eyyi bir kaburga istiy ona göre etiy var mı? Aslında
fitil eti bulsam tike kebabı da eyi olur amma avrat dolmalık istedi!”
kararsızlığıydı. Çünkü onlar, “Frenk tavası için yarım kilo et ver, bi parça da
çikiftelik koy yanına, yarına da biye kelle ayır!” diyen kararlı müşteriyi
severdi. Ancak dedem söz konusu tirit olunca hiç kararsızlık göstermezdi. İyi
eti bulduğuna inandı mı doğrudan konuya girer etin neresinden istediğini
gösterir, mutlaka birkaç ilikli kemik de almayı ihmal etmez üstüne üstlük
birkaç kuzu kellesi de sipariş verirdi.
Etini,
kemiğini alıp da keyfi yerine gelen dedem hemen dükkandan ya da konu komşudan
bir şegird (çırak) bulur, aldıklarını aceleyle neneme yollardı. Bir gün sonra
da kalaycılarda tütsülettiği kuzu kelleleri evin yolunu tutardı!
Nenem
için tirit pişirmek zor değildi. Zaten gün doğmadan kalkmış, mangalı yakmış,
cezvesini sürmüş, sigaralarını sarmaya başlamış olurdu.
Onun
zoruna giden daha keyfini tamamlamadan dedemi karşısında görmekti. “Yoksa ne
olacak!”, basardı eti kemiği bir koca tencerenin içine, koyardı maltızın üstüne;
kaynaya kaynaya neredeyse erimeye yüz tutacakları zaman da alırdı ateşten doğruca
dedemin önüne sürerdi, “Al siye tirit!”
Kahvaltıda
tiridine kuru yuha ekmeği (evde pişirilen ince ekmek) doğrayarak yiyen dedem,
karnı doyunca dükkanına gider, kahve çay içmediğinden bıyambalının yolunu
gözler, şişkinliğini ancak onunla giderirdi. Dedemi bazen hatta çoğu zaman
haftada bir tirit kesmezdi ama nenemin korkusundan ses etmez çarşıda kaçamak
yapardı. Yalnız çarşıda tiride doğrayacak yuha ekmek olmazdı, “Eee olsun!” o da
dırnaklı ekmek (tırnakla şekil verilmiş) doğrardı.
Uzun
yıllar çocukları olmamış dedem ile nenemin, doğanlar da yaşamamış! Dedem çocuk
ister, nenem çaresizmiş. Bakmışlar olacak gibi değil, sonunda en son “çare”yi
ziyaret edip, doğacak çocuğun adını o “kutsal” kişinin adıyla anmayı vaat
etmişler.
Dedemin
oğlu babam, 20’lerde Cumhuriyet’le birlikte müziğin, yeme içmenin, aşkın,
arkadaşlığın, sporun içine doğmuş, adını da söz verdikleri gibi ‘’Şıh Müslüm’’
koymuşlar.
Çocuk
siyah saçlı, beyaz tenli, ela gözlüymüş doğar doğmaz da anasının nazlısı
olduğundan, yere göğe sığdırılamamış! Nenem kuymak yapmış (Doğum sonrası un ve
şeker yapılan kutlama yiyeceği) gelene gidene yedirmiş, konuya komşuya dağıtmış.
Ancak zor yıllarmış o yıllar. Fransızlar daha yeni çıkarılmış Urfa’dan,
Kurtuluş Savaşı ancak son bulmuş ülkede; ekmek karneyle dağıtılır çay, şeker
bulunmazmış.
Babam
ilkokula hemen evlerinin yanındaki okulda; ortaya, Urfa’nın tek okulunda devam
etmiş ama defterle, kitapla arası iyi olmamış! O yaşamın içinde olmayı
seviyormuş, okul sıralarını değil. Bir keresinde Fransız hocası hanımla kavga
etmiş de az daha okuldan tart ediyorlarmış, Diyarbakır’da sonlandırmış mektep
hayatını!
Dönüp
gelmiş Urfa’ya; dedeme işinde, neneme, kardeşlerini “terbiye”de yardım etmiş
ama en çok da ortanca amcamla yorulmuş. “Az biraz” inatmış amcam! Bir türlü terbiyenin
şiddetine “Yetti!” demezmiş.
30’lu
40’lı yıllarda Urfa’da şarkı türkü, her zaman olduğu gibi yine herkesin dilinde,
sazlar ellerindeymiş. Yoksulluk ülkenin her yerinde olduğu gibi kentte de
varmış ama Anzılha sahnesinde tiyatro kumpanyaları gösteri yapar, müzisyenler
sahne alır, Zulumiye Camii İmamı, “İkindiyi kıldırıp geliyorum, ben gelmeden
sakın faslı başlatmayın ha!” diye haber gönderirmiş.
O
zamanlar evlerde kuyruklu piyano, pencere piyanosu, keman da varmış. Gerçi daha
Orpheus’u lir çalarken betimleyen en eski mozaik, Urfa’da bulunmamış ama
düğünlerde Ermeni, Yahudi, Süryani, Türk, Kürt, Arap müzisyenler perde
arkasında çalar; kadınlar başlarında ipek eşarpları ile nazlana nazlana müziğin
ritmine uyarak oynar, çepik(çepik) çalar, “Lilili lili lii” der zılgıtı
basarmış.
Babam,
40’larda delikanlılık çağına gelince bir de yakışıklı ve çapkın olunca, başına
olmadık işler açmış. Sık sık aşk kazaları yaşamış! Kimi zaman başından aşağıya
su dökmüşler kimi zaman ipek mendili yerden kaldırırken canını zor kurtarmış. O
yıllar Urfası’nda dilediği gibi biraz da risk alarak yaşamış!
Yüzmüş
voleybol oynamış, kış geceleri sıra gezmiş (sıra ile yapılan arkadaş
toplantıları), arkadaşlarıyla dağlarda kalmaya gitmiş! Müzik aleti çalamazken,
şarkı türkü söyleyemezken o günlerin muhteşem sesli müzik adamları Tenekeci
Mahmut, Hacı Nuri Hafız, Halil Hafız ve Kadir Güzel’in meşk ettiği meclislerde üç
gün üç gece eğlenmiş, yemiş, içmiş. Bir keresinde eve dayısı gelmiş bakmış
yeğeni eğleniyor, çarşıya koşturup bir koç kestirip getirtmiş de lenger lenger
pirinç pilavı, kaburga, kavurma çıkmış çardağa.
Urfa
Tektek Dağları’na sırtını dayar. Adı “dağ”dır ama bakmayın, öyle durmazlar, dağ
gibi yüksekten bakmazlar adama! Onun için midir nedir bilinmez, Urfalılar her
baharda yazda kim bilir kaç yüzyıldır kendilerini çağırır gibi duran, bir
zamanlar doksan bin keşişin(1) çile çekmeye mağaralarına, manastırlarına
sığındığı bu dağlara; Meliğin Eyvanı’na, Merkefe’ye, Kanlı Mağara’ya, Dip
Karlık’a, Çifteler’e, Delikli Mağara’ya, Kasr-ül Benat’a, Çatalat’a, Deyr
Yakub’a (Nemrud’un Tahtı’na), Çardak Manastırı’na, Ehber Deresi’ne, Kejeroğlu’na,
Ağaçlı Mağara’ya, Mulla Ömer Dağı’na ve daha nicelerine kalmaya gidermiş.
Giderlermiş
ama ne gitmek! Günlerce aylarca kalır, ‘’2. Cihan Harbi’’nin başladığından
haberleri dahi olmadan kesintisiz yer içer, çalıp söyler, sohbet eder, oyunlar
oynar geri dönerlermiş. Babam böyle bir eğlenceden geri durur mu?
Arkadaşlarıyla neredeyse dağdan inmez, yeri göğü şarkıya türküye boğarlarmış.
Bahar
geldi mi “Gitme vakti”, neredeyse sonbaharın bitimine yakın, “İnme vakti”
derlermiş. Günler öncesinden hazırlık yapılır, “Kaç kişi gidilecek? Kaç gün
kalınacak? Kim hangi kap kacağı getirecek? Öğlen akşam, sabah
ne pişirilecek?” sorularının yanıtları önceden, arkadaş meclislerinde sıra
gecelerinde karara bağlanırmış.Hazırlıklar sürerken, önden bir ya da birkaç kişi gidip, kalınacak mağarayı
belirler, temizler, silip süpürüp, halılar ve yastıklarla döşer, hazırlık
yaparmış. Geride kalanlar da evlerindeki yatak yorganı ayarlar, yıkatır,
paklatır, payına düşen kap kacak da ayarlandı mı verilecek talimatı beklermiş.
“Gidiyoruz!” komutu da geldi mi, eşeklerle, katırlarla yükler yollanır, onların
arkalarından da kendileri yola düşermiş.
Masraf,
dağa gelenler arasında bölüştürülür; kalınacak günler haftalar boyu yetecek
kadar pirinç, sadeyağ, un bulgur alınır; çabuk bozulacak et yoğurt yeşillik
Urfa’dan getirtilirmiş. içki içenler varsa rakı da katılırmış masraf listesine.
Birçok
Urfalı erkek yemek yapmayı bilir. Sadece evde yapmazlar ama dağda gündüz
meyhane pilavı, yaprak sarması, firik pilavı, çağla aşı yapılmışsa söz gelimi; gece de ille çikifte yoğrulur, hele
aylardan baharsa, mercimekli bulgur aşı pişer, soğanlı, patatesli, kemeli kebap
yapılır kimi öğün de yumurta kaynatıp, patlıcan, domates, isot kızartıp yuha
ekmekle dürüm yapar; yeşil soğan, maydanoz, pirpirim (yabani semizotu) yoğurt,
ayran, Allah ne verdiyse karın doyurulurmuş.
Yemekler
yenildi çay kahve içildi, tütünler sarıldı, gün de battı, “Artık meşk
zamanıdır” deyip ut, tef, zil, kanun, bağlama, cümbüş, darbuka, kaval ortaya
çıkar, nesilden nesile babadan oğula, ustadan çırağa aktarılan müzik, sabahın
ilk ışıklarına kadar sürer gidermiş.
Bazı
gün ve haftalarda otuz, kırk hatta elli grup olurmuş dağda yatıda olan. Her
grup karşı grupla şarkıyla, türküyle atışır ve sonunda öyle bir an gelirmiş ki,
Urfa dağları gecenin kör karanlığında, her yönden her nefesten gelen müzikle
inim inim inlermiş!
Eğer
dağa yatıya çıkan gruplardan birinde herkesin saygı duyduğu bir usta olur, o da
elini kulağına götürüp bir hoyrata can verirse gecenin bir vakti, bütün gruplar
susar, büyük bir saygıyla dinlermiş. Bazen bir de bakarmışsınız ki hoyrat
bitmiş, aşağıdan şehirden eğer yaz vaktiyse zamanlardan, damda yatan biri karşılık
veriyor!
Urfalı’nın
bahar geçip yaz geçip sonbaharda dağda yatı sevdası bitince, bu kez sıra
gecelerinde, odalarda, dost meclislerinde dile getirilen yatı hasreti,
iddialaşmalar sonucu bazen trajedilerle son bulurmuş.
“Etrafta
şimşeklerin çaktığı, fırtınanın uluduğu, yağmurun bardaktan boşanırcasına
yağdığı cehennemi bir gece vakti, arkadaşları ile giriştiği lanetli bir
iddialaşma sonucu Urfa’nın birkaç kilometre batısındaki dağlık bölgede bulunan
Kanlı Mağara’ya kazık çakmak için giden, onun en derin noktasına yanında
getirdiği kazığı çakan, ancak karanlıkta etrafını göremediğinden veya hiç
şüphesiz o kritik anda duyduğu büyük heyecan sonucu farkında olmaksınız söz
konusu kazığı kendi zıbınının eteğine çakan, böylece o zamana kadar cesaretini
koruma başarısını göstermişken birden sarsılıp paniğe kapılan ve bu panik
sonucu dışarı çıkamayarak mağaranın içinde çırpına çırpına ölen Urfalı talihsiz
gencin hikayesi…” bunlardan biridir. (Prof.
Dr. Ahmet Arslan. Edessa / Urfa Kutsanmış Şehir. Judah Benzion Segal. Önsöz)
/
Pendirli helvanın ömrü kısadır!
Dağda
yatının olmazsa olmazı müzikse, bir başka olmazsa olmazı da mutlaka ama mutlaka
baharla birlikte kısa bir süre çarşı pazarın vazgeçilmezi olan ve her
Urfalı’nın büyük bir iştahla beklediği, “tezze pendir” dir.
Peynir
boy gösterdi mi çarşıda ilk yapılacak iş, dağdan birini gönderip ya da daha
önce tembihlenmiş birinden bekleyip, “en iyi” peynirden elde etmek ve uygun bir
yemeğin yanında helvasını yapmaktır. Peki en uygun yemek hangisidir? Tabii ki yine
baharla birlikte bağlarda boy gösteren taze asma yaprağının sarması, ‘’yarpag
sarması!’’
Ancak
yaprak sarmasının ömrü uzun, pendirli helvanınki “tezze pendir”den yapıldığı
için kısadır. Bu nedenle ilk fırsatta pendirli helvayı tatmak gerekir; yanında
da sarma olursa ne ala, yok olmadı çikifteden sonra…
Urfalıların
diliiyle “Vayyy vayy vayy önce ağzıy yanıy, arkasından datlı, pendirli helva!”
Peynir
geldi önce ince ince dilimlendi, bir kenarda suyun içinde bekletildi; sadeyağ
yayvan bir tencerede erimeye başlarken yavaş yavaş un katıldı, karıştırıldı, un
kokusu gidinceye kadar ikisi birlikte kavruldu sonra suda eritilip bekletilen
şeker aniden döküldü, yedirildi.
Bakılır
ki şeker kayboldu, bir havuz yapılır undan! Artık tezze pendiri ekleme zamanı gelmiştir.
Başlanır pendir una yedirilmeye. Yedirildikçe pendir, süner, uzar; siz
yedirirsiniz süner uzar, taa ki helvanın hazır olduğuna kanaat getirilene kadar.
Pendirli helva ocaktan alınır bekletilir ki dinlensin, kendine gelsin ve ondan
önceki bitsin, sıra onun olsun!
Vaktiyle
“Urfa’nın Urfa olduğu” zamanlarda birkaç aile, “Ninolar, Mamolar, Nebolar,
Abdolar ve Kasolar” diye anılır, tekerlemelere de konu olurmuş. Bunlardan
Kasolar, Ellisekiz Meydanı’nda oturur, “Onlara Kasolar derler; çünkü ünleri
kasalarının çok olmasından” gelirmiş! İşte bu Kasolar’ın “ileri gelenleri”nden
biri benim Gözlüklü Dedemdi.
Cemali
hala gözümün önünde, sesi de kulağımda; gözlüklerinin ardından mahcup az biraz
da muzip bakan bir dede; uzun boylu, bedeni dal gibi kolları da öyle, sanki
ağaçtı dedem!
Severdim
dedemi… “Dedem de beni severdi ki!” aşlık almak (yemek için malzeme)
Aşağıçarşı’ya gitmeye her niyetlendiğinde yanına çağırır, elimi yüzümü kontrol
eder, temiz bulursa bu kez kılığıma bakar, onu da beğenirse elimden tutar bir
eşek hamalının eşeği ile ancak yan yana geçebileceği, duvarların gökyüzüne
uzanmak için birbirleriyle yarıştığı, güneşin yüzünü öğlende ancak gösterebildiği,
kara taşlarını at ya da eşek pisliklerinin kirlettiği kimi cumbalı kimi kuş
takalı, sac ya da tahta kapılı evlerin sıra sıra sıralandığı sokaklardan, benim
adımlarımla beni, limonlu şeker almaya götürürdü.
Aşağıçarşı’ya
varınca ilk önce “Şekerci Amca”nın dükkanına giderdik. Ben ağzına kadar fındık,
fıstık, ceviz, kabak çekirdeği, ay çekirdeği, karpuz çekirdeği, kavun
çekirdeği, kavurga (hepsinin karışımı kavrulmuş atıştırmalık) dolu çeşit çeşit
çuvalların; leblebili, limonlu, akideli şekerlerin doldurduğu kavanozların;
salkım saçak asılmış cevizli, fıstıklı sucukların (üzüm şırasından yapılmış
tatlı) kağıt külahların arasından merakla bakarken, dedem satıcının uzattığı
bir külah dolusu limonlu şekeri alır, avucuma sıkıştırır sonra bir bana bir
satıcıya bakar; çoğunlukla yaptığı alışverişten pek memnun kalmamış olurdu ki
alt dudağını sarkıtır; bu kez de üstünde bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan
‘’arap kızı” resimli sakızlardan ister; onu da alınca keyfi yerine gelir,
gülümserdi. İstesem bana karpuz çekirdeği de alırdı dedem hatta iki cebimi
birden doldururdu ama istemezdim ki!
Ne
iş yapardı dedem, bilmiyorum? Şimdilerde soracak kimsem de kalmadı! Ancak
fotoğraflarına bakıp bakıp üzerindeki resmi giysileri gözden geçirince, “Belli
ki bir memuriyeti vardı.” diyorum.
Onda
beni gururlandıran ailesini nasıl geçindirdiği değil nasıl doyurduğu; hiç
yılmadan hiç yorulmadan bir gün bile surat asmadan evine, konuya komşuya hangi
hünerle hangi keyifle yemekler yaptığı? Sorabilsem! Soracağım o kadar çok şey
var ki dedeme!!
“Niye
Urfalılar bulguru bu kadar çok seviyor? Niye sonu hep kifte ile biten yemekleri
var dede, ha dede?”
Dedemi
çoğunlukla evde ama hep mutfakta, kap kacağın ya da maltızın başında
hatırlıyorum. Bana göre “Aşçı”ydı dedem hem de bütün aşçıların en iyisi!
Her
yemeği büyük bir ustalıkla yapardı. Frenk tavası ise pişirdiği yanına
bulguraşını katar, yok eğer kazankebabı ise yenilen, “Pirinç pilavsız olmaz!”
der, ille de sadeyağı pilava cozurta cozurta dökerdi.
Kaburga
doldurur, mutfağa girer şişlere kebap dizer sonra mangalın başına geçer
tikeymiş, balcanlıymış, frenkliymiş (kuşbaşı, patlıcan domates ) hiç ayırt
etmez kebap pişirir ama pişirdiğiyle kalmaz bir de eliyle tek tek dürüm yapıp
yedirirdi herkese!
Hiç
üşenmeden boranı, içli kifte, aya kiftesi yapar akşama da az biraz yuvalak
saklar; Yahudi kiftesinin püf noktasını bilir; hamur açar, semsekmiş, ağzı
açıkmış, ağzı yumukmuş (birkaç börek çeşidi) hiç ayırt etmez kimine peynir
kimine sarımsak kimine ceviz katar her birini bir başka nefasetle damaklara sunardı.
Bir
yemeği canının çektiğini söyle, ondan bir yemek iste! Daha yarım ağız,
“Aşağıçarşı’da gördüm, tezze kabak çıkmış” de… Ne yapıp edip gidip hemen kabak
alır dolma doldurur, yaprak sarar ya da bir bakmışsın, baş soğanları önüne
yığmış, doğramış, gözlerinden yaşlar boşalırken kıymalı(lahmacun) karıştırıyor,
fırına götürüyor ki akşama yemek işi çıkmasın!
Evde
yemekleri hep dedem pişirdi yıllar yılı ancak bir gün geldi ki “Çalışması
gerek!” Gitti kardeşinin içkili lokantasına aşçılık yaptı, birkaç ay geçti
geçmedi, “kahrından” öldü! Öyle derler…
Bir
dede öbür dedeye benzer mi? Benimkiler benzemezdi. Biri ne kadar “huysuz” ise
öbürü bir o kadar “halim selim” idi. Yani biri “Nemrudi” diğeri “Halili”
/ Önce lıklıkı kifte’de delik açacaksın!
Urfalılar’ın
bulgurla yapıldığı için “kifte” merakları dehşetlidir. Neredeyse bulgurla
yapılan bütün yemekler “kifte” eklidir. Başta çikifte, sonra yımırtalı,
ardından içli kifte, dolmalı kifte daha sonra aya kiftesi, yuvalak, boranı,
ardından Yahudi kiftesi, basma kifte, tiritli kifte, mercimekli kifte, yağlı
kifte, kıyma ve tabii ki şimdi “ağır oluyor” diye kimselerin yapmadığı,
unutulan lıklıkı kifte!
İşte
Gözlüklü Dedem bu lıklıkı kifteyi iyi yapardı ve de yemesini çok severdi. Hal
böyle olunca ev ahalisi, üstüne üstlük konu komşu, bir de hısım akraba,
sıklıkla; kışın on beşte bir, utanmasalar haftada bir, dedemden lıklıkı kifte
isterlerdi.
O
da istemelere, ısrarlara önce az biraz nazlanır, “Bu kadar külfete (kalabalık)
kifte mi yapılır lo?” der, ardından “Kiftelik bulgırıyız var mı ki?” diye
sorar, “Heee var!” yanıtını alınca da bu kez, “Ya kara etiyiz var mı?” diye
yoklar, “Yogg!” yanıtını alınca da teslim olup Kasap Pazarı’nın yolunu tutardı.
Gözlüklü
Dedem doğruca kasabına gider ne istediğini bir çırpıda, “Lıklıkı kifte
yapacağam, 750 gram
kara et ver kiftesi için 250
gram da içyağı!” diye söyler, bekler, etini alınca da
sepetinin bir köşesine yerleştirir, heyecanla eve gelirdi.
Lıklıkı
kifteyi yapmak zahmetlidir tıpkı içli kifte gibi… Önce içini hazırlayacaksın.
İçyağını, isodu, karabiberi, kuru soğanı bir güzel yoğurup küçük küçük zeytin
habbeleri (taneleri) gibi bir kenara koyacaksın. Bekleyecekler. Sonra lıklıkı
kiftenin kiftesini yoğuracaksın: Et, bulgur, kuru isot ve tuz. Salça yok ya da
çok az! Ardından yoğurduğun kifteden ceviz büyüklüğünde parçalar koparacaksın
ki içini içli kifte gibi açıp, iç doldurduğunda ağzını kapatıp bir kenara
koyasın!
Dedem
sabırla ve büyük bir dikkatle önce malzemeyi alma sonra içi hazırlama ardından
kifteyi yoğurma en sonunda da kiftelerin içini koyup ağızlarını kapama işlerini
tek tek yapardı. İşi bitince de kadınlara teslim ederdi kiftelerini ki,
yenmeden az biraz önce lıklıkı kifteleri kaynar suda haşlayalar, soğutmadan
getireler ilk kendisi sıcak sıcak dumanı üstündeki kiftenin tepesinde büyük bir
dikkatle bir delik açsın, eriyen yağı içsin ardından da kiftesini yesin!
Gözlüklü
Dedem’in üç kızı, iki oğlu vardı; çocukların anaları ise maviş maviş bakan, ‘’Maviş
Nenem’’; pamuk gibi beyaz tenli, elma yanaklı, başında tülbendi, sırtında
pamuklusu, tombul kollarında da bir iki tane tek bilezik! Öyle hatırlıyorum…
Büyük
kız evin hakimi, herkesin ablası… “Var yok!” ondan soruluyor. Biraz da titiz
sağın solun temizliğine ama “şimdilik” korkulacak bir şey yok! Bu arada bir
güzel bir güzel ki bakan gözlerini alamıyor. Nitekim tez elden talibi çıkıyor
da akrabadan, Konya’ya gelin gidiyor!
Ailenin
küçük kızı menenjit, köşelerde oturur hiç sesi çıkmaz; büyük oğlan Ankara’da
mektepte okuyor hakim çıkacak; küçükse kendini kurtardı sayılır, terzi olacak!
Ortanca
kız orta boylu, beyaz tenli, ela gözlü ve sırma saçlı olan annem; saçlarının
uzunluğu dizinin altında, “yıkaması dert, örmesi dert” ama kız inat,
“Kestirmem!” diyor da bir başka şey demiyor. Zaten kızın nenesi de torunundan
yana, onu her hafta hamamlara götürüp kendi elleriyle yıkarken, fildişi tarağı
saçların arasından her kaydırdığında, “Saçıyın teline kurban!” diyor da başka
bir şey demiyor.
Bir
de bu kız ailenin en şen şakrak kızı ve kız enstitüsüne gidiyor ayrıca da çok
arkadaş canlısı… “Biçkisi dikişi bir numara!”, konu komşudan kumaşı kapan
soluğu yanında alıyor! O da ayırt etmiyor birini ötekisinden kimine pazen
biçiyor kimine saten!
Bir
de roman okumayı seviyor ki evlere şenlik! Bir gün Kerime Nadir’in Hıçkırık’ı
diğer gün Solan Ümit’i bir başka gün Kalp Yarası bir başka gece Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü ya da Yakup
Kadri’nin Kiralık Konak’ı Oku Allah oku, romanlar biter mi? İyi okusun da
tadında bırakmıyormuş ki!
Gece
oldu yatma vakti geldi yer yatakları serildi, “Hadi kızım yat artık!”
seslenişlerine, “Şimdi yatıyorum şimdi yatıyorum” oyalamalarıyla karşılık
veriyor, her seferinde de zılgıtı yiyormuş! Bazı geceler söz dinleyip uyuyor
bazen de romanın en heyecanlı yerinde yorganı başına çektiği gibi mumu ya da
gaz lambasını yanına alıyormuş!
Sonunda
bakmışlar baş edemiyorlar bu kızla, yaktığı yorganların sonu gelmiyor, “Ne
halin varsa gör!” deyip kendi haline bırakmışlar!
Babam
çapkınmış ya ondan ola ki bir türlü evlenmeye razı gelmezmiş. Okul bitmiş, dört
yıllık askerlik bitmiş, dağlardaki yatılar bile artık azalmış, “en önemlisi” de
arkadaşlar birer birer çoluk çocuğa karışmış. Bir tek kendisi kalmış ortalıkta
iş bulamayan ve evlenemeyen, bakmış olmuyor sonunda istemeyerek de olsa
evliliğe razı olmuş.
Urfa’daki
bütün aileleri tek tek inceleye eleye, “Bu kız kimin kızı? Ya bu kimin kızı?”
diye diye sora sora en sonunda aklı romanlarda, dilekleri Hıdırellezler’de dile
gelen Kasolar’ın ortanca kızını bulmuşlar! Kız da kendince eğlene eğlene, “Onu
beğenmem bunu istemem” şımarıklığıyla, neredeyse yaşını otuza yaklaştırmış.
Gidilmiş,
Kasolar’ın kızı aile büyüklerinden istenmiş, “Hayırlısı ne ise o olsun!”
temennilerinin ardından kızla oğlana gıyaplarında bir nişan yapılmış daha
doğrusu karşılıklı nişan yüzükleri gönderilmiş.
Ancak
bu sefer de babam, “Kızı ille görmem lazım” diye bir başka kaçış yolu bulmuş!
Urfa’da evleneceğin kızı görmek hem de 50’lerde, mümkün mü? Ancak bizimki
tutturmuş da tutturmuş, söylenmiş de söylenmiş, “Başka türlü evlenmem” diye
ayak diretmiş. Neyse allem etmişler kallem etmişler de annemi bir tanıdıkları
vasıtasıyla eve çağırmışlar, kendisini de çardağa koymuşlar, anahtar deliğinden
görsün diye.
Görmüş
ve “Ben bu kızı istemem, beğenmedim!” deyip niyetini ilk başta belli etmiş!
Ortalık öyle bir karışmış öyle bir karışmış ki, dedem bakmış olmuyor, bastonunu
kaldırdığı gibi araya girivermiş; anlaşmışlar babamla!
Babam
evleneceği kızı görmek ister de annem babamı görmek istemez mi? O da istermiş
ama “Ayıp!” demişler, göstermemişler. Sonunda biraz zoraki de olsa babamı
göremeden nikah masasına oturmuş, oturmuş ama ne görsün? Geçen sene sabaha
karşı Hıdırellez’de, dileğini suya bırakırken yanından geçen beyaz atın
üstündeki adam, bu adam değil mi? Oymuş besbelli!
Bir
süreliğine yeni evlileri dedemlerin çardağında misafir etmişler annem de “Büyük
ev nedir, düzeni nasıldır?” az da olsa görmüş yaşamış birkaç zaman ama en çok
komşulardan çekmiş!
Kumaşını
kapan, “Anam, gelin öyle güzel elbiseler dikiyor ki” deyip kapıya dayanmış.
Annem bakmış olacak gibi değil, dikmekle bitmiyor; birkaç kumaşı “yanlış” kesip
birkaç tanesini de “eksik” dikince bir daha yanına kimseler uğramamış.
Yeni
yıla Urfa’da girip, sonunda “çardaktaki balayı”nı bitirmişler; Fırat Nehri’ni
Birecik’ten salla aşıp, babamın banka memuru olarak atandığı Antep’in kazası
Nizip’in yolunu tutmuşlar.
Fırat’a,
Urfa’dan ulaşmak o zaman zaman alırmış! Otobüsle hadi diyelim vardınız, kumluk
bir kıyı, köprü yok ki! Sal var ya da Birecikliler “gemi” diyor ki kibrit
kutusundan biraz büyücek bir tahta parçası!
Beklermişsin
gemi gelecek; kıyıya yanaşamadığından biraz açıkta bekleyecek sonra yolcular
gelecek; ardından erkekler seğirtip gemiye atlayacak, kadınları ise kayıkçılar
ya kucaklayıp ya da sırtlayıp gemiye götürecek de gemi hareket edecek. “Tamam”
denildi mi, kayıkçılar “gemi”nin baş ve kıçında yerlerini alıp; boz bulanık
Fırat’la baş etmek için kan ter içinde nehrin bağrına sırıklarını saplarmış.
Annem
ilk kez geçmiyormuş Fırat’ı daha önce ablasına gitmişliği var, Konya’ya.
Çizmelerini giydiği gibi beline kadar suya girip, bata çıka çıkmış gemiye, öyle
de inmiş öteki kumluğa. Babamın hoşuna gitmiş bu “yiğitlik!”
Nizip’e
zeytin ağaçlarının arasından, bu sefer de başka bir araçla varmışlar. Varmışlar
da Nizip denilen yer bir cadde, birkaç sıra toprak ev, bir meydan bir de
bankası var; gerisi hep bağ bahçe, fıstık ve zeytinlik! Avlusunda bir nar
ağacı, iki odalı toprak damlı bir ev bulunmuş, böylelikle annemin romanları da
son bulmuş!
Babam
bütün hayatı boyunca çalıştığı tek işine gidip gelmeye başlamış, annem de evini
çekip çevirmekle uğraşır olmuş. Babama ilk zamanlar, “modern” çorbalar,
salatalar, yemekler, tatlılar yapmış, Ancak o, Urfa yemeklerini özlemiş,
“Sukabağı yap, bamya yap, sabaha marhuta isterim!” demiş, tutturmuş.
Daha
ne yiyecekleri konusunda tartışıp dururken, annem hamile kalmış. Günler
haftalar, aylar geçmiş, bir ekim sabahı eve çağrılan ebe yardımıyla, o toprak
damlı evde doğurmuş. Ben doğmuşum!
Annemin
oğlu kumral, yeşil gözlü, “görenlerin hayran kaldığı” bir çocukmuş. Çok
titremiş ilk göz ağrısının üstüne, “Nazar değmesin!” diye yüzünden tülbendi hiç
eksik etmemiş.
Aylar
geçmiş... Babam da zaman zaman hatta çoğu zaman evden sıkılır olmuş. Arkadaşlık
kurulunca, rakı da şehir kulübünde bol bulununca akşamları “daire”den eve
gelmez olmuş!
Bir
gece yarısı karda kıyamette sohbet koyulaşınca, sıcak evin yolunu zor bulmuş.
Bulmuş ama “Oğlan rahatsız sancısı var”, susmak bilmiyor. “Sustur şunu!”,
susmaz oğlan, “Sustur şunu!” susmaz...
Babam
yıllar yılı her kar yağdığında, “O gece seni tuttuğum gibi karın üstüne attım,
diz boyuydu kar!” dedi, durdu.
Ben
de yıllar yıllar sonra kızım altı aylık olup da çok ağladığında bir gün
susturmak için bir tokat attım, haberi yok bugün!
Annem
oğluna çok düşkün ya, Nizip’in “cennet” bahçelerinden sıkmadığı meyve suyu,
yedirmediği yiyecek kalmıyor; çok titizleniyor her şeyine ve sonunda
yetişemiyor her titizliğe!
Urfa’dan
yardım istenmiş Nizip’e ki, “Oğlan diş çıkardı daha diş hediğini bile
yapamadım, hiçbir şeyine yetişemiyorum!” Sonunda babamın tek kız kardeşi bibim
çıkagelmiş Nizip’e ki daha on üç yaşında! O da ne kadar yardım edebilirse o
kadar etmiş!
Bir
gün annem et suyundan pirinç çorbası yapmış bibime teslim etmiş, oğluna içirsin
diye. Bibim vermiş çorbayı kaşık kaşık oğlan da içmiş, verdikçe içmiş. Annem
bir de gelip bakmış ki koca tencere boşalmış, kıyameti koparmış, “Oğlumu
çatlatacaksın!” diye.
Annem,
“nazlı” oğlu ile yeterinden fazla ilgilenirken, kendince de mutluyken bir kez
daha hamile kalmış hem de beni doğurduktan bir yıl sonra. O zaman şimdiki gibi
değil; çocuğun sağlıklı mı hasta mı, kız mı oğlan mı olacağı bilinmez ilk
çığlık beklenirmiş.
Dokuz
ay sonra yine ebe yardımıyla o toprak damlı evde doğurmuş, “Al sana çirkin bir
oğlan!” demişler bir mart ayında. Çocuk doğduğunda çirkinceymiş ama “doğum
çirkinliği” birkaç gün sürmüş, üstünde durulmamış!
Yeni
doğan da kumral, yeşil gözlü neredeyse sarı saçlıymış yalnız az biraz ufak
tefekmiş! Annem bu oğlanı da çok sevmiş. Ona da pirinç çorbası pişirmiş, meyve
suyu sıkmış ama en çok küçük oğlanı emzirmiş. “Sağımdaki, solumdaki” demiş
onlara ve her şeyden iki tane dönemi başlamış; iki çorba iki nar, iki avaz iki
haylaz!
Babam
her zaman işini sevdi. Zaten oldum olası “titiz” olduğundan söz konusu iş
olunca daha da titizlenirdi. Sabahları, akşamdan ütülediği takım elbisesini,
gömleğini giyer, kravatını bağlar ve her zaman temiz olan boyalı
ayakkabılarıyla Nizip’in çamurlu yollarına düşerdi. Ancak ne işe giderken ne
öğlen yemeğe gelip uyuduğunda ne geri giderken, ayakkabılarında hiç çamur
olmazdı; babamızı çamurlu ayakkabılarla hiç görmedik.
Bankada
masası da hep tertemizdi; birkaç dolmakalem, kurşun kalem, bir çakı, birkaç
senet, bir tarafta kurgu kollu siyah telefon.
Zaman
zaman bankaya babamızı görmeye daha doğrusu annemin bir arzusunu iletmeye
giderdik ancak sıklıkla değil! O zamanlar çocukların işyerinde çoklukla
görülmesi, eğer babaya yardım edilmiyorsa, “evden taciz var” anlamına gelirdi
ki ayıptı! O yüzden bu sınırlı ziyaretlerde çocuk belleklerimize takılı kalan;
bıyıklı, siyah dalgalı saçlı, sırım gibi bir adam ve beyaz gömleğinin
kollarında dirseğine kadar siyah kollukları, masanın arkasında bütün azameti
ile oturuyor. Ne gurur duyardık babamızla!
Yalnız
babamızın ezelden gelen bir “kusur”u vardı, çapkındı ve her çapkın gibi kendini
eğlendirmeyi severdi. Tam bir “masa adamı” idi babamız ve üstelik de en
aranılanı! Nizip’in Şehir Kulübü sohbet için esastı ama bazen de Antep
pavyonlarına kaçmak gerekirdi ki, kaçardı babamız. Üstelik mazereti her zaman
hazırdı, “Gruba gidiyoruz!”
50’lilerin
Türkiyesi’nde bankalar arası para aktarımı küçük araçlarla olurdu. Bir jip
kiralanır, bankadan gideceklerle bir “grup” kurulur; paralar beyaz keten
kumaşından yapılmış torbalara doldurulur; bir de jandarma alındı mı araca, ver
elini Antep! Tabii bu gidiş gelişlerin harcırahı vardı ki evin bütçesine katkı
sağlar, “Gruba gidiyoruz” dendi mi de akan sular dururdu.
Dolayısıyla
gruba sık sık gidilir ama öyle çabuk çabuk da dönülmezdi, zaten dönülünce de
hesap sorulamazdı babamızdan. Babamızın döndüğünü gece yarısı
uyandırılmalardan, başımızın okşanmasından ve cebinden çıkarıp verdiği Antep
pavyonlarının kavrulmuş fıstıklarından anlardık. Babamız hep çakırkeyifti onu hiç
sarhoş görmedik. Ben de içkiyi severim hiç sarhoş olmam, masadan çakırkeyif
kalkarım.
Annem
haylazlıklarımızdan bazen, hadi doğruyu söyleyelim, çoğu zaman “İllallah!”
ederdi. Durup dururken, azardık; oturma odasının içinde iki kale yapıp top
oynamalar mı; kadıncağızın bin bir emekle yıkayıp da kuruttuğu, odanın
ortasına, yüzle kaplamak için serdiği yorganın üstünde kudurmalar mı; evin
dışına kaçıp çayda ağaç kabuğundan kayık yüzdürmeye kalkmalar mı; yoksa
bahçedeki ağaca konan zavallı bir serçeyi sapanla vurup, “Bunu bize temizle,
şişe geçir, sobada da pişir!” demeler mi artık günlük ne kadar azma hakkımız
varsa onu zorlardık.
Zavallı
annem de biraz olsun bizi sakinleştirmek, bitmek tükenmek bilmeyen elektriksiz
uzun kış gecelerinin yalnızlığını hafifletmek için bir yandan meyve soyar bir
yanda odun sobasında kestane pişirir bir yandan da aklına ilk gelen ya da günün
mana ve önemine binaen bir masal anlatırdı.
“Evvel
zaman içinde kalbur saman içinde deve tellal iken, pire berber iken, Urfa’da
çok cimri bir tüccar yaşarmış. Adam zenginmiş ama evlendiği her kadını
cimriliğiyle acından öldürürmüş.
Adam
sabah olur kahvaltı etmeden çıkar işine gider, kendi yemediği gibi kadına da
yedirmezmiş. Akşam geldi mi önce hazine odasına gider, altınlarını okşar, yeni
altınlarını da yerde böyleee tepeleme duran altınlarına eklermiş. Yemeğe
oturduklarında da ‘Hanım fazla yemeyelim biraz tutumlu olalım’ deyip, adam
başına akşam yemeğinde ne yiyeceklerini açıklarmış: Habbek zeytun, dal
bahteniz, Halep kahke. Yani bir zeytin, bir dal maydanoz, bir tane de Halep işi
simit!
Cimri
adam böyle ede ede hanımlarının ilk önce zayıflamalarına sonra da bir deri bir
kemik kalıp ölüp gitmelerine neden olurmuş. Bir iki, üç derken bütün hanımlar
ölmüş!
Eee
takdiri ilahi; sonunda akıllı bir kadına çatmış! Yeni hanımı daha evlenir
evlenmez adamın ne kadar cimri olduğunu ve akşam kazandığı altınları hazine
odasına sakladığını anlamış.
Adam
sabah işe gidince de uzun bir sırığın ucuna ağzındaki sakızı yapıştırıp hazine
odasından bir altın çekip almış; çarşıya çıkmış bir güzel karnını doyurmuş
artan parayla da kendine yiyecekler alıp eve dönmüş. Akşam adam eve gelince de
ne yiyeceklerine karar verdiğini söyleyip, ‘Herif dikkat ettim de çok yemek
yiyoruz. Biraz tutumlu olalım. Her zaman yediklerimizin yarısını yiyelim. Al
sana yarım dal bahteniz, yarım Halep kahke, habbek zeytundan da bir diş sana
bir diş bana!’ demiş.
Adam
yeni karısının bu haline çok şaşırmış ama ses etmemiş. Hatta ‘’Bu seferki çok
tutumlu’’ diye için için sevinmiş. Yalnız bir derdi varmış çarşıda arkadaşları,
‘Yav sen ne cimri adamsın; bir kere bile yemeğe davet etmedin’’ diye söylenip
dururlarmış.
Yeni
hanımına bundan söz edince, ‘’Sen hiç dert etme, çağır arkadaşlarını ben onları
ağırlarım, para pula da gerek yok’’ cevabını almış. Adamın aklına yatmamış ama
razı gelmiş, nasıl olsa cebinden para çıkmayacakmışşş!
Sonunda
arkadaşlarını bir gün yemeğe çağırmış. Sabah giderken de karısına, ‘Bak eminsin
değil mi arkadaşlarımın yanında rezil olmayayım, baaaakkk çağırıyorum haaa?’ demiş.
Karısı yine daha önce söylediği şeyleri tekrarlayıp, yemeği dert etmemesini
tembihleyip yolcu etmiş kocasını. Adam gider gitmez de doğruca hazine odasına
gidip birkaç altın çekivermiş dışarı. Hemen çarşının yolunu tutmuş ve
misafirlere pişireceği yemekler için Allah ne verdiyse almış gelmiş eve.
Adam
akşam tez vakitte eve gelmiş, meraktan çatlayacak! Doğruca mutfağa gitmiş ki
bir de ne görsün? Sıra sıra tencereler her birinin üstünden de dumanlar
tütüyor!
Hanımı
daha adam bir şey diyemeden hemen başlamış anlatmaya, ‘Sen gidince avludaki
ağaca bir serçe kondu. Sapanla vurup düşürdüm! Suyuyla terbiyeli çorba yaptım,
kaburgasını da bir güzel pirinçle doldurdum’ demiş.
Adam
her kaldırdığı tencere kapağının altında gerçekten de hanımının söylediği
yemekleri görünce, ‘Uuu ülülü serçe uuu ülülü serçe, uu ül ülü uuu ülülü serçe’
diye diye oracıkta öteki tarafa gitmiş! Akıllı karısı da tez zamanda yeni bir
koca bulup muradına ermiş!”
Masallar
gece biter, gündüz haylazlıklar devam ederdi. “Oğlanlar daha küçük, Nizip de
küçük! Oyun desen kaç tane? O da iki göz evde, ancak göz önünde olacak. Zaten
üç tekerlekli kırmızı bisikletlerine binmekten de usandılar. Babalarının
kuşlarına dokunmaları yasak, evi desen altını üstüne getiriyorlar!” Ne yapsın
annem?
Annem
hava iyiyse başını örter, iki oğlunu yanına alır, koltuğunun altına kilimini
sıkıştırır kendini Nizip’in yeşil bahçelerine atardı. Evden
çıktınız iki adım sonrası bahçe, bostan, gözünüz doyuncaya kadar yeşil.
Aklımda
kalan hep su kenarlarında oturduğumuz. Annem kilimi yayar, başına bağladığı
tülbendini düzeltir, ayakkabılarını çıkarınca yerimizden fırlamak için onay
çıkardı. Yalnız kesin bir kural vardı, hiçbir şeye dokunulmayacak. Bu kesin
kurala uyacağımıza söz verip hemen ağaç kabuklarından gemiler yapar, bahçe
kenarlarında akan su oluklarında yüzdürmeye başlar ya da koşturup dururduk
bahçenin sınır boylarında.
Bazen
bulduğumuz bir tosbağayı ters çevirir, ne yapacağını izlerdik dakikalarca, biz
yardım etmeden doğrulamazdı tosbağa!
Piknikti
yaptığımız ama yiyecek getirmezdik. Çünkü Nizip’te hangi bahçenin kenarına
otursanız mevsimine göre bahçe sahibinin ikramı gelirdi: Şeftali, kayısı, dut,
nar, vişne, kiraz, elma, armut, marul, mısır… Bir de bütün su kenarları tere,
pirpirim, suyarpızı türlü türlü yeşillikle dolu olurdu. Annem “yeşillik”
gördüğünde dayanamaz, koparmaya başlayınca anlardık ki akşama kifte var ama
çikifte mi yımırtalı mı yağlı mı yoksa kıyma mı işte bunu bilemezdik! Çünkü
bunlardan biri evdeki malzemeye göre yapılırdı, et varsa çikifte, yok yumurta
varsa yımırtalı, baktın o da yok yağ var o zaman yağlı kifte! Sade suya tirit
yani: Bulgur, salça, isot, tuz ve yağ, “Yeter ki insanın yüreğini tutsun!”
Yıllar
çabuk geçti! Kundak kucak, yürüyerek gelip gitmeler derken, bir gün Urfa’nın o
daracık sokaklarından geçip, dedemin evine, enikli kapıdan (büyük kapının
içindeki küçük kapı) girecek yaşa geldim. Aklıma kazınan, kapı eşiğinin üstünde
tahtadan bir çardak var üstü sarı gül dolu! Güllerin altından geçince avluya adım
atıyorsun nahit taş( Düzgün kesilmiş kalker taşı)döşeli; ortasında bir süs
havuzu, kenarlarında zakkum, üstünde asma çardağı; bir kenarında da nar ağacı.
Sokak
kapısının solunda bir merdiven vardı, çardağa çıkardık. Çıkardık çıkmasına da
yerdeki, çatıdaki, duvarlardaki, kuş takalarındaki(pencereler),
yusubututanlarda (kumru), güvercinlerde, serçelerde, zevzirlerde (sığırcık),
kırlangıçlarda zaman zaman gelen delicede bir telaş başlar kimi uçar gider kimi
başka bir yere konar kimi de yuvasındaki yavrularının etrafında fır döner seni
izlerdi.
“Güvercinleri
serçeleri, zevzirleri vurmak serbest; kırlangıçları vuramazsınız zaten
göründükleriyle kaybolmaları bir olur, yusubututanlara dokunmak ise çok büyük
günahtır! Çünkü yusubututanlar, Yusuf Peygamber’i kardeşlerinin attığı kuyudan
çıkartmak için ötüp durmuşlar, onu kuyudan kurtarmışlar. Onun için adları
yusubututan! Seslerini duyduğunuzda dikkat edin, nasıl da ‘Yusuf’u tutun
Yusuf’u tutun’ der dururlar.”
Yusubututanlar
bugün de “Yusuf Yusuf!” der durur benim için ama her “Yusuf” dediklerinde,
Yusuf’u kuyudan çıkardıkları için mi sevinir seslenirler, ben de sevinirim; yoksa
her seslendiklerinde çocukluğum mu aklıma gelir üzülürüm, bilemem?
Evinin
en önemli yeri, avlunun solundaki, içi kapkara tandırlıktı yani mutfaktı ve
kapısı sürekli açık dururdu. Bbir tarafında topraktan yapılma bir ocak, bir
köşede maltız ve bakır kap kacak dururldu, hepsi de pırıl pırıl kalaylı! Bir de
demirbaşı vardı ki Urfalılar’ın duzülbesi dedikleri tahtadan tuz kabı.
Urfa’da
hemen hemen her tandırlıkta olduğu gibi orada da bir kuyu vardı, “İçinde bir
Şubatkarısı var ki yakalarsa seni içine çeker, kuyunun dibine, kaçırdığı diğer
çocukların yanına aparır. Onu görürsen memelerinin arasındaki çuvaldızı hiç
çıkarmayacaksın. O sana yalvarır ama sen çıkarmayacaksın, yoksa kurtulur gider
elimizden. Büyüklerimiz onu Kelleçi Çayı’nda yakalamış ve kaçmasın diye de
memelerinin arasına çuvaldız sokmuş hem memeleri de o kadar büyüktür ki birini
sol omzuna diğerini sağ omzuna atar...” Şubatkarısı, çocuk aklımıza korku salardı
artık kim adım atardı ki kuyunun başına! Şubatkarısının mitolojik bir figür
olduğunu Büyüdüm öğrendim.
Avlunun
bir köşesine hemen de sokak kapısının yanı başına apteshane kurulmuştu ama ne
kurulmak, devler içindi sanki! Pantolonu indirdin, tumanı sıyırdın; bir ayağını
bir yana, diğerini diğer yana zar zor atarsın ki aşağısı uçurum, o kadar derin
ve geniş yani; “pat pat pat”lar dakikalar sonra gelirdi kulağına! Hele bir de
geceleri kör bir ışığın aydınlığında “kaka” yaptığınızı düşünün Kabustu! Ancak
gündüzleri seyir pencereleriydi tahta kapısının budakları, çatlakları… Avluyu
izlerdin, yusubututan kuşları inerdi gizliye.
Bir
amcamız vardı, küçük amcalardan biri, iki ayağı da tutmazdı. Bir zamanlar
avluda, epeyce de yüksekte olan asmanın çardağına çıkmış koruk için sonra da
düşmüş nahit taşların üstüne, kötürüm kalmış. Kalmış ama nice yürüyenden daha
hareketliydi amcamız. Yani bıraksalar yine asma çardağına çıkar, bütün
korukları toplar bir tasa doldurur, biraz tuz biraz da kuru isot ekledi mi
içine; tasın ağzını bir tülbentle kapatıp, hoplata hoplata bir güzel terlemeç
yapacak sonra da habbe habbe yiyecek ya da belki korukları neneme verecek,
akşama firik pilavının yanına koruk suyundan salata yapsın diye!
Amcamızla
biz yeğenlerden birkaçı, eğer kış geceleri baş başa kalmışsak, korkudan
neredeyse altımıza ederdik. Bize en olmadık masalları anlatır; ardından, “Kim
gidip abdeshanenin ışığını yakıp gelecek?” ya da “Tandırlıktan kim duzülbesini
getirecek?” diye yarışmalar düzenlerdi. Birkaç yarışma kazandığımı hatırlıyorum
ama ne kadar korktuğumu nasıl anlatırım?
Amcamın
bir “iyi” bir “kötü” günleri hep devam etti. “İyi” olduğu günlerde bisikletli
arabasıyla ülkenin her yanını dolaştı, işler kurdu, para kazandı, eğlendi ama
son yatağa düşüşü pek “erken” oldu ve bir daha da kalkamadı alıp kabrine
yatırdılar.
/
Hasta kebabı, haşhaş kebaptır!
Urfalılar
birisi hasta oldu mu ya da sağlam birine bir gönderme yapacaklarsa, “Haste
gönliy nar isti mi?” diye takılırlar. Düşünürler ki, insan hasta da olsa sağlam
da olsa her zaman gönlünden geçen bir “nar” vardır! İnsan canının “nar”
çekmemesi ne mümkün?
Amcam
da sürekli oturmaktan, yatmaktan sıklıkla hasta olur nazlanır, ev yemeği yemek
istemez, gönlü “nar” isterdi! Hemen bir çocuk çarşıya koşturulur, “o zamanın
Urfası”nda (şimdi söyleseniz kimse inanmaz) sayıları üçü beşi geçmez
kebapçılardan birinden ama özellikle de bildik bir kebapçıdan bir porsiyon
haşhaş kebap getirtilirdi. Çünkü haşhaş kebap tamda hastanın gönlünden geçen
“nar”dır.
Urfa’da
insan hasta olunca canı kebap çeker. Çeker ama her can çekilen de hastaya
verilmez ki! Bu nedenle hastaya en uygun kebabın, haşhaş kebap olduğuna karar
verilmiştir. Çünkü safi kuzu eti ve zırhla çekilmiş (Büyük kebap bıçağı) bir
çimdik tuz karıştırıldıktan sonra kömür ateşinde pişirilmiş. Daha ne olsun? Kebap
geldi mi çarşıdan, odaya mis gibi bir koku yayılır ve çocuklar için müthiş bir
iştah merkezi olurdu. Küçük amcamız önce açık ekmeği (Taş fırında pişirilen
uzun ve büyük lavaş ekmek.) birkaç parçaya böler, kendince bir hesap yapar, kebaptan bir parça koparır,
ekmeğe yayar; içine ince kıyılmış maydanoz ve taze soğan ekler bir yandan yer
ağzımızı sulandırır bir diğer yandan da etrafına dizilmiş “ciğerci kedileri”ne
küçük küçük tadımlıklar verirdi. Bir porsiyon kebapla o kadar çocuk ve amcam
nasıl doyardı bir türlü akıl sır erdiremezdim? Amcam
karnını doyurduktan, çocukların da nefislerini körelttikten sonra tahta radyoda
bir müzik bulur, efkar sigarası yakar dalar giderdi, kim bilir nerelere?
Artık
büyümüştüm. Nizip’in orta yerindeki Cumhuriyet İlkokulu’na kayıt yaptırıp
mektebe başladım! Siyah önlüğümün önünde iki cep var; kolalı bembeyaz yakam,
bir tahta çanta, kutu gibi, anahtarlığı da boynumda; içinde de bir çizgili bir
çizgisiz defter, bir kurşun kalem, bir silgi, bir de Alfabem var.
İlk
öğretmenim servi boylu, yeşil gözlü bir kadın. İnsan ilk aşkını unutmaz adı
Müjgan. Teneffüs
oldu mu doğru okulun arka kapısına giderdim tüm diğer çocuklar gibi...
Simitçiler, renk renk macun satanlar, portakalcılar olurdu kapının önünde. Babam
yüz para vermiş harçlık olarak, portakal alınacak, olmamış olacak! Portakal
alınacak ki, derste teneffüste iyice ezilecek, yumuşatılacak ve bir delik açıp
suyu içilecek sonra da kabuğundan cephanelik yapılıp, ince lastiklerle ona
buna, arada da kızların bacaklarına atılacak.
Doğduğum
toprak damlı evi hatırlamıyorum ama çocukluğumdan kalan en güzel ev anısı iki
katlı ve üst katında biz oturuyoruz. Geniş bir salonu var, yerler siyah beyaz
kare taşlarla döşeli ister top koştur ister misket oyna, kapı camlarında
rengarenk vitraylar... Kardeşimle bana ilk kez birer oda düştü. Artık konuşmak
için kibrit kutusundan yaptığımız ipten kablolu telefonumuz var! Bir
mayıs sabahı uyandık ki dışarıda bir gariplik var Nizip’ten ses gelmiyor; sanki
herkes hasada gitmiş. Oysa evimiz çarşının içindeydi, tek meydan vardı o da ona
bakardı. Babam
terasa çıktı, bizi de çağırdı yanına ki meydanda tanklar, dizi dizi jemseler ve
etraflarında askerler askerler hepsinin elleri silahlı… Babam, “İhtilal olmuş,
sokağa çıkmak yasak!” dedi. İzledik
bir süre meydandaki hareketliliği; insanlar getirildi sokak aralarından
jemselere bindirildi, götürüldü, getirildi götürüldü! Biz de sonunda götürülen
kalmayınca, jemseler de çekilince ortalıktan, sıkıldık! Evimizin bitişiğinde
bir hamam vardı, terasından da hamama bir kapı! Babam, “Hadi hazırlanın hamam
bize kaldı” dedi de inip saatlerce yıkandık, kirlerimizden arındık!
Okul
güzel, dersler de iyi gidiyor, okumayı söktüm. Birinci ikinci sınıf derken üçe
geldim dayandım. Keyfim yerinde. Kardeşim de boyuyla posuyla olmasa bile kafaca
bana yetişti; okula başladı sonunda. Yalnız hiç yerinde duramıyor! Okulda
teneffüste kudurduğu yetmiyormuş gibi bir de mahallede kudurmak istiyor!
“Top
oynayalım!”
“Tamam
oynayalım.”
“Briketçilere
gidelim!”
“Tamam
gidelim.”
“Kayık
yüzdürelim!”
“Tamam
yüzdürelim.”
İyi,
bunların hepsi tamam da mahallede top oynuyoruz, cam kırıyor! Topun kaçtığı eve
duvardan atlayıp tek eğlencemizi alıp gelmeye kalkıyor, üstüne dayak yiyor.
“Niyeymiş?”
“Çünküm
topumuzu almaya girdiğim evde karı koca!”
Briketçilere
gidiyoruz. Rengarenk çakıl taşlarını hortum sularının altında seçip
ayıklıyoruz; siyahlar, yeşiller, beyazlar, kahverengiler; damarları kırmızılı
bin bir desende hepsi… Eve getiriyoruz
ama suyun içinde olmazlarsa renklerimiz yok oluyor; atıyoruz sağa sola!
Kayık
yüzdürüyoruz çayda suya düşüyor kardeşim, annem bir şey demez de ya babam
duyarsa? Babam bir şey duymuyor zaten. O her zaman bizi terbiye etmeye
gönüllüydü, eğlendirmeye değil.
Sabah evden çıkarken
birimizi yanına alırdı, annem kolumuza hasır sepeti takar, isteklerini
sıralardı; “Bamya bulursan, al. Yanına da pirinç pilavı yaparım. Eti çok yağlı
alma kuzu eti al, koyun çok ağır oluyor! Nohut da lazım bamyaya! Eğer çarşıda
sukabağına rastlarsan al; çocuklar seviyor, nar, tüysüz şeftali al bir de has (marul),
soyup ellerine veriyorum oyalanıyorlar. Annemin
istekleri alınırdı ama babam alışverişi gösteriye dönüştürürdü.
O
önde biz arkada, kolumuzda da hasır sepetimiz manavları dolaşır; domates,
patlıcan, yeşil isot, hıyar; çıkmışsa acır bulunursa mutlak sukabağı alınır,
taze yaprağa da bakılır; her ihtimale karşı taze soğan, taze sarımsak, maydanoz
“Evde tedarik için bulunsun” denilir; “Ooo üzüm de çıkmış!” hayretiyle bir
salkımı hemen orada manavın uzattığı suyla yıkanır yenilir; ardından
tezgahlardan dolup taşan meyve ve sebzeler tek tek ellenir yoklanır, iyilerinin
nasıl seçileceği anlatılır, kimileri sabırla tarttırılır, sepete birbirlerini
ezmeyecek şekilde dizdirilir; bize göz ucuyla bakılır, dikkatimiz dağılmış da
gökteki kuşlara ya da yerdeki eşeklere bakıyorsak bazen “şakacıktan” bazen de
“gerçekten” boynumuzun kökünde bir tokat patlar; kolumuzdaki sepet birbirinden
güzel yiyeceklerle dolar taşar, sıra kucaklara, koltuk altlarına gelirdi!
Mevsimlerden
yaz ise hasır sepet de kimin çıplak kolundaysa vay onun haline! Hasırın izi bir
onda bir bunda, iki kolda da çıkar ama eve varılıp da fazladan alınan
nektarinlerin, mısırların, dutun, yeşil eriğin tadı çıkarılınca acımızı
unuturduk.
Ancak
gün geldi unutmadığımız şeyler çoğalmaya başladı. Annemize bir haller olmuştu!
Bizi alıp alıp Atlas Sineması’na götürmeye başlamıştı, Ayşecik filmlerine!
Tamam Ayşecik güzel küçük bir kız, biz yaşlarda ama filmlerde annesi sürekli ya
hasta ya kör ya da hapiste. Sevmiyorduk bu halleri.
Annem
film başlamadan bize o zamanın tek eğlenceliği olan beyaz leblebi ile gazoz
alırdı ama Ayşecik’e ağlamaktan filmlerin sonlarını getiremez, ayrılırdık
sinemadan.
Annem
oğullarını severdi hem de çok ama son zamanlarda bir başka şey daha olmuştu
anneme; “Bir kızım olsun, bir kız istiyorum” diye diye her gördüğüne dert
yanar, Allah’a her soluk alışında yakarır, dua eder, türbelere, ağaçlara çaput
bağlar oldu. Sonunda istekleri, yakarışları son buldu ve bir kez daha hamile
kaldı.
Bu
arada bizim de sünnet zamanımızın geldiğine kadar verildi; berberimiz çağrıldı,
evde birkaç misafir toplandı; gerçek deriden sarı-lacivert dilimli bir top da
hediye geldi. Topla oyalanmamıza bir süreliğine izin verildi ancak sonradan
topumuz elimizden alındı; annemin saçlarını yola yola kirvenin kucağına gittik,
kesildik!
Acımız
birkaç gün sürdü, zıbınımızın orta yerinden tutarak dolaştık, çişimizi zor
yaptık, yaptıktan sonra da burnumuzda bir ecza kokusu kaldı. Derken bir akşam
üstü annemin sancıları sıklaştı babam, “Koş ebeyi çağır hastaneden” dedi diye
telaştan zıbınımla çıktım sokağa, hastanenin yokuşu en zor koşum oldu!
Ebe
geldi eve ve annem kumral, beyaz tenli, ela gözlü bir kız çocuğu doğurdu. “Adı
annemin adı olsun” diye diretti babam! Konuldu adı kardeşimin ama anası hiçbir
zaman o adla seslenmedi kızına; bir çiçek adı buldu, “Mine!” dedi, çağırdı.
Annem
sonunda muradına ermişti, artık bir kızı vardı! Biz iki haylaz oğlansa
özgürlüğümüze kavuşmuştuk. Tek yapacağımız Nizip’in altını üstüne getirmekti,
getirdik de...
Eski
arkadaşlarımıza yeni arkadaşlar kattık; sokağımızı bir baştan bir başa gelen
geçene kapatıp, çelik çomak oynadık; bazen nalbantlarda atların cinsiyetini
merak edip, “Amca bu at erkek mi kız mı?” diye sorular sorduk, “Oğlum görmüyor
musunuz kafanız kadar taşakları var!” yanıtını aldık; bazen de arkadaş
evlerinde ağzına kadar fıstık dolu odaların damından, ev sahibiyle birlikte
kurutulmuş fıstık çaldık.
Arıkta
(Küçük dere) kayık yüzdürme yarışı mahalle dışına kaçmanın, özgürlüğün oyunu
oldu; evin önünden geçen pis sulara barajlar kurma yaratıcılığın oyunu; birkaç
haşlanmış yumurta, domates, salatalık eşliğinde dağların yamacında gezinme,
“Aaa o kalkan keklik miydi?” sorusuyla avcılık oyunu; yıkık dökük kiliselerde
hazine aramak definecilik oyunu; sel sularını görmeye gitmek maceracılık oyunu;
iki taş bir kale iki taş bir kale futbol oyunu ama baktık ki yorulduk bütün bu
oyunlardan, o zaman dinlenmek için arkadaş evlerinin raflarında kışlık elmalar,
armutlar, kabuklu kabuksuz, tuzlu tuzsuz fıstık, pestil var!
Sadece
oyun oynamazdık arkadaşlarımızla, sıkı da okurduk. Sıcak yaz günleri duvar
diplerinde değiş tokuş yaptığımız, Tommiksler’in Teksaslar’ın bütün sayıları
ezberimizdeydi. Ancak Suzi’yi bir türlü paylaşamaz en çok Tom olmak isteyen,
öbürlerini kandırmak için zulasında ne varsa verirdi: Pestil, pul, misket,
çekirdek, fıstık.
Belki
de bütün bu bolluğun nedeni “Nizipli”nin cömertliğiydi ve hiç bitmezdi bu
cömertlik. Yaz sonu bir bakardınız bütün mahalle boşalmış. Kimseler yok!
“Nerdeler?” Eee herkes bizim gibi memur ailesi değil ki! Nizip’te herkesin
yakında uzakta ya bir bağı ya bir zeytinliği ya da bir fıstıklığı vardı.
Komşularımız
kaybolurlardı on onbeş gün kimi zaman bir ay! Ancak sonunda dönüp geldiklerinde
ilk işleri, ikram için kapınızı çalmaktı; ellerinde de siyah, beyaz, mor
üzümler; kabuklarından kırmızının, yeşilin, sarının her tonu fışkıran fıstıklar
ve zeytin olurdu. İkrama
sevinirdik sevinmesine ama ilk çocukluk arkadaşlarımız Ali ile Şeref’i
kapımızda görünce sevinçten deliye dönerdik: Arkadaş gelmiş, oyun gelmiş!
Komşumuz
Postacı Amca’nın çocuklarıydı Ali ile Şeref, “En can arkadaşlarımız!” Hiç
unutulmazmış çocukluk arkadaşları biz de unutmadık, Onları Nizip’ten sonra bir
daha göremedik. Yıllar sonra Şeref’in kanserden, Ali’nin ise işkencede
öldüğünü, Mersin’de kimsesizler Mezarlığı’na gömüldüğünü öğrendim.. Ablası
her cumartesi İstanbul Gatasaray’da, ‘’Cumartesi Anneleri’’ ile birlikte
kardeşinin fotoğrafını gösterir işkencecilerine…
/
Damağımda tadı var, kendi yok!
Çocuklar
her zaman yemek konusunda mızmızlanır; “Onu yemem bunu yemem” der, bazen de
diklenir. Ancak bizim böyle bir “şans”ımız yoktu!
En
fazla kaş kaldırıp, göz oynatarak, omuz silkerek bazı yemek kararlarının ve
uygulamalarının altına şerh koyardık. Bundan da sadece annemizin haberi olurdu.
O kadar! Yoksa babam nereden bilecek bamyayı, sukabağını sevmediğimizi; bulgur
aşını sadece kaşıkladığımızı ve hatta hatta şehriyelisini dahi ayranla
boğazımızdan zorla geçirtmeye çalıştığımızı!
Yağsız
et mutfağımızda pek rağbet görmezdi. Arada bir denk gelirse eğer hem de
kıyması, annem az biraz arttırır, bize sarımsaklı et köftesi yapardı! Yanında
da patates kızartması. Bir şölen yani! Nereden öğrenmişse artık? Çünkü
“alafranga bir yemek!”, (Urfalılar o zamanlarda et köftesi bilmezdi yapmazdı)
Annem bir de sade makarna yapardı; o zamanlar yeni yeni sofralarda baş
göstermeye başlamıştı. İkisini de bayılarak yerdik.
Ali
ile Şeref bazen bize yemeğe çağrılırdı, et köftesi ve patatese ya da makarnaya!
Böyle günler ender de olsa müthiş sevinirdik. Arkadaşlarla oyundan sonra bir de
yemek, vay be! İştahımız iki kat artardı sofrada.
Şimdi
damağımda o günlerden kalan bir sarımsaklı et köftesi tadı var. O kadar! Ne
nasıl yapıldığını hatırlıyorum ne yapmayı becerip o tadı yakalayabiliyorum ne
de ondan vazgeçebiliyorum? Peşi sıra gider giderim!
Günün
birinde bir haber yayıldı Nizip’te, “Yeni bir fabrika kuruluyor hem de çok
büyük; zeytini işleyecek, yağını posasını ayıracak; çeltik, sabun da yapacak!” Fabrika
kuruldu, adını da Ülfet koydular. Küçük yağhaneler, sabuncular kızgın bu
fabrikaya; biz de kızgınız! Çünkü bazen canımız sıkıldığında sabunhanelere
gider, kalıpların arasında oyunlar oynar, zeytinin yağ olduğunu seyre dalardık;
biz küçük meraklılara kimse ses etmezdi “Ama ya sabuncu amcaların sabunhaneleri
kapanırsa?” Nitekim kapandı.
Nizip’te
birden her taraf zeytinyağı oldu kutu kutu sabun oldu kalıp kalıp Ülfet
damgalı. Bir de zeytinin posasından çeltik diye bir artık çıkıyor ki ekmek
fırınları, hamamlar, evler, işine yarayan herkes yakacak olarak onu kullanıyor. Bizim
de o güzel iki katlı evimizin altında dükkanlar vardı; bazıları çeltik deposu
olarak kullanılır, dükkanlar ağzına kadar dolu olurdu.
Günlerden
bir gün babam yine Antep’e, gruba gitti! Biz de kardeşimle biraz ders çalıştık
biraz kudurduk sonra da yatıp uyuduk. Kız kardeşim daha birkaç aylık. Annem de
işini bitirmiş kızını da koynuna alıp uyumuş.
Gecenin
bir vakti birilerinin evimizin altında bağırıp çağırmalarıyla, itfaiyenin
gürültüsüyle uyandık, balkona çıktık ki ne görelim? Alt katımızdaki
dükkanlardan biri yanıyor! Alevler her yanı sarmış, balkonumuza kadar da
ulaşmış! Bağırdık balkondan hiç durmamacasına, altımızda da kızıl renkli
alevler, “Yetişinnn yanıyoruzzz!”
Biz
bir yandan bağırırken, itfaiye erleri yangını söndürmek için canla başla
çalıştı, arada da biz üst kattaki yangın komşularını sakinleştirmekle uğraştı,
laf anlattı, sonunda yangını söndürdü. Hatta işi biraz da abarttı ki bizi
rahatlatmak adına, her tarafı sular seller götürdü! Baktık artık tehlike yok,
“Sabaha da çok var nasıl olsa!” dedi annem, yatıp uyuduk.
Babam
gün doğarken geldi yine o çakırkeyif haliyle; ev ahalisini uyandırdı, oğlanlara
cebinde sakladığı kavrulmuş fıstıkları paylaştırdı, “Yav bi geldim ki her taraf
su içinde, altımızdaki dükkandan da dumanlar çıkıyor! Hayrola ne oldu?” dedi,
sohbete başladı!
Kardeşimle,
arada bir de olsa Urfa’ya gitmeyi pek sevmezdik. Arkadaşlarımız
Nizip’teydi, topumuz da… Nizip yeşildi, Urfa taş toprak, toz içindeydi her
zaman... Ancak zorunluydu gitmeler! Buna da ya bayram neden olurdu ya da
babamın senelik izinleri. Gitmelerin vakti, zamanı gelince de bize Urfa’nın
yolu görünürdü.
Nizip’in
otobüs yoluna çıkar, Antep’ten gelerek Urfa’ya gidecek bir otobüs beklerdik!
Çoğunlukla koca burunlu bir otobüs, sanki ağır akan bir film karesindeymiş gibi
yolunu gözlediğimiz rampayı çıkar, el edince, bizi metrelerce geçtikten sonra
oflaya puflaya zorlukla dururdu. Otobüsün arka kapısı açılır, muavin göz ucuyla
yol kenarındakileri sayarken, nereye gideceğimizi sorardı; yer var ve otobüs
Urfa’ya gidiyorsa, tez elden bavulumuzu aracın üstüne yerleştirir, bagaj
halatlarını kontrol eder, yere atlarken de şoföre seslenirdi, “Devammm ettt.”
Annem
yol boyunca ilginç bulduğu şeyleri bize gösterir, oyalamaya çalışır, anlatır da
anlatırdı. ”Bakın bu zeytin ağaçlarının aralarından gördüğünüz tepeler,
höyükler. Çok eski zamanlarda krallar için yapılmış mezarlarmış sonra hırsızlar
altınları, değerli eşyaları çalmışlar. Biraz sonra Fırat Nehri’ne geleceğiz ve
Birecik Köprüsü’nden geçeceğiz. Eskiden Fırat’ı salla geçerdik. Köprü yapılmaya
başladığında ekmeklerinin ellerinden gideceğini anlayan kayıkçılar, bir gün
köprüyü yapan mühendisi öldürdüler. Mühendisin mezarı şimdi köprünün başında!
Kayıkçılar adamcağızı öldürdüler ama köprü de yapıldı bitti sonunda, şimdi
Türkiye’nin en uzun köprüsü! Tam 720 metre. Bakın karşıda Birecik Kalesi var,
üstündeki dağın tepesinde de böyle iri siyah kelaynak kuşları yaşar, kışın
Mısır’a gider yazları buraya gelirler; tıpkı hacıbabalar gibi...”
Annemizi
dinlemeye çalışırdık ama bir yandan da Nizip’ten otobüse binmiş sekiz on
yaşlarındaki “çalgıcı” çocuklarda olurdu gözümüz, kulağımız. Çocuklar
genellikle üç kişi olur, biri darbuka çalar biri keman, biri de avazı çıktığı
kadar o günlerin sevilen türkülerini söyler hem de para toplardı.
Otobüsün
içi bir anda şenlenir bir kıyamettir kopar, herkes gönlünden geçen bozuklukları
cebinden bulup çıkarıp çocuklara vermeye çalışırken, köprüyü geçmiş, Birecik’e
varmış olurduk. Çalgıcı çocuklar burada şoföre onlarca kez teşekkür eder,
hayırlı yolculuklar dileyerek iner, bu kez de Urfa yönünden gelecek otobüsleri
beklemeye başlardı.
Annemin
salla geçtiği Fırat’ı biz köprüyle geçip de karşı kıyıya varınca birden bütün
yeşillikler biter; dağı taşı kurak, ağaçsız, bitmeyecekmiş gibi gelen yollar
başlardı. Sıkılırdık!
Biz
de o zaman kardeşimle yolun sağını ve solunu paylaşır; köylerin, varsa
okullarını yoksa yola fırlayan köpeklerini onlar da yoksa ortalıkta dolanan
insanlarını sayardık!
Suruç’un
Aligör yol ayrımına vardık mı biraz soluklanır ardından yeniden kendimizi
kaptırırdık oyuna. Sarı Mağara göründüğünde saymayı bırakır sonunda Urfalılar
tarafından neredeyse kutsal sayılan memlekete kavuşma habercisi Akabe Boğazı
göründüğünde, “Geldik!” diye hayıflanırdık. Hele ki Urfa Kalesi görünüp,
mancınıklar da iyice belirince artık geriye dönüşün olmadığına akıl
erdirirdik.
“Çoğunlukla
bayramlarda giderdik Urfa’ya” dedik ya; Kurban Bayramı bizim için tike kebabı,
harçlık, bayram yeri eğlencesi yani leyli, dönme dolap, ahı gitmiş vahı kalmış
atlar, paluza, rengarenk macunlar, limonlu şeker, leblebili şeker, karpuz
çekirdeği, yazsa dondurma, kışsa baklava ama çoğunlukla ucuz olduğundan baklava
kenarları demekti.
Ramazan
Bayramı, ha bire sorguya çekilmek yüzünden, “Kaç gün oruç tuttun? Niye
tutmadın? Bak eşşek kadar olmuşsun!” sitemlerinden, serzenişlerinden pek
bayıldığımız bir bayram değildi. Onu daha çok büyükler sever pek bir merakla
bekler, küslerse barışır, barışıklarsa bol bol sigara kahve içer, durmadan çay
demletir, gelen çocuklara el öptürür, bayramlık verirlerdi.
Aslında
bayram ha Kurban olmuş ha Ramazan bizler için pek bir şey ifade etmezdi! Nasıl
etsin ki? Bayramda “bayramlık” adına bir şey alınmazdı ki biz iki oğlan
çocuğuna! Bayram öncesi bütün ailelerde yaşanan eksik gedik giderme telaşı,
bizde neredeyse hiç yaşanmazdı.
Bütün
telaş terzi olan küçük dayıma düşer; “Altın Makas” şöhretli dayıcığım hemen her
bayramda babamın bir elbisesini ya ters yüz eder ya da kendi dükkanından bize
bayramlık hazırlardı.
Bayramlık
halledilince, “Elbisenin altına bu kez de ayakkabı lazım gelir!” değil mi?
Ayakkabımız var ama küçülmüş! Sürekli büyüyoruz ya? Annem arife günü
ayakkabılarımızı Büyük Dedem’in evindeki havuza atardı ki su çeksin, bayram
sabahı ayağımızı sıkmasın!
Değil
mi ya? Ayakkabı ayak sıkarsa nasıl yürür giderdik büyüklerin elini öpmeye,
harçlık almaya, oradan da bayram yerine? Hadi bayram yerine kadar gittik
diyelim; leyliye, dönme dolaba da binilmezdi ki ayak vuran ayakkabılarla!
Ancak
bayram sabahı geldi mi, aklımızda ne ayakkabı kalırdı ne de pantolon! Sahip
olduğumuz ne ise o olurdu bayramlığımız! “Çocukluk!” dedikleri bu olsa gerek.
Memur
adam nasıl kurban kessin?” Babam, Kurban Bayramı yaklaştı mı bu lafı mutlak
söylerdi. Biz de anlardık ki bu bayram da Büyük Dedem’e gidilecek ve tike
kebabını orada yiyeceğiz!
Kurbanda
Büyük Dedem ve amcalarım birleşir, yedi hisseli bir dana alır, arife günü eve
gönderirlerdi. Bayram günü geldi mi de erkeklerin bayram namazından dönmelerini
dört gözle bekler ve gelir gelmez de kurbanlığın kesilmesine “nezaret etmeye”
başlar ve bize iş çıkarsa, yerine getirirdik.
Aslında
bayram sabahı bizi ilgilendiren en önemli şey, bir an önce kurbanlığın
kesilmesi, bir kısım etin mutfakta tike tike (küçük parçalar parça) edilmesi ve
alelacele “terbiye”den geçirilmesi ve mangala gönderilmesiydi.
Saatler
de sürse sonunda kurbanlığın kesimi tamamlanır, etler çarçabuk mutfağa, onları
parçalayacak, pay edecek, en önemlisi de tike kebabı ve kavurmalık çıkaracak
kadınlara götürülürdü. Kadınlardan biri kavurma yapıyorsa diğeri mutlak tike
kebabı hazırlardı. Yani etin en yumuşak yeri “fitil eti” seçilecek, yeterince
kuyruk yağı (üç tikeye bir hesabı) ve göz kararı, kuru nane, kuru isot, tuz ve
salça! Aceleyle yapılan tike kebabının terbiyesi ancak bu kadar olur!
Bir
yandan da kebabı pişirecek olan gönüllü avludaki mangalı yakarken, kadınlar
kebap olacak etleri şişlere dizmeyi sürdürür mangala yetiştirmeye çalışırdı.
Tike
kebabı pişirilmeye başlandı mı mangalın etrafı çoluk çocuktan geçilmez ancak
kebabı tatma önceliğini her zaman, pişirene yardım eden “En akıllı çocuk”
alırdı. Eee kolay mı? Önceliği alan kabı kacağı getirmiş, yuha ekmekleri
kurutmadan saklamış ve arada sırada da ateşi yelleme işine yardım etmişti.
Bayram
sabahı kurban etinden pişirilen tike kebabı yeterince dinlendirilmediğinden
“iyi terbiye edilmediğinden” daima sert olurdu ama ne gam! Kebabın her
çevrilişte yuha ekmeklerle yağı alınır, birkaç alt üst oluştan sonra da
piştiğine karar verilir ve “ziyafet” önceliği her daim çocuklara tanınırdı!
Çocukların
karınları doyunca bir kapta ekmek aralarında biriktirilmiş tike kebabı artık
yer sofrasına oturmuş ve neredeyse huysuzlanmaya başlayacak olan erkeklere
gönderilirdi. Kadınlar da ya ellerini çabuk tutmuş sofraya oturmuş ya da
mutfakta hem çalışıp hem birkaç kebap dürümü yiyerek karınlarını
doyururlardı.
Akşama
doğru biz annemle kaçardık Büyük Dedemler’den, bir başka dedeye Gözlüklü
Dedemiz’e, Maviş Nenemiz’e; Çok özlemiş olurduk onları çookk…
“Dedem
bizi çarşıya götürüp ille de limonlu şeker, sakız alır” diye değil büyük teyzem
İstanbul’da olduğundan, üç kızı da neredeyse Urfa’ya hiç gelmediklerinden;
büyük dayım daha hakimlik stajı yaptığından bu nedenle nişanlısı beklediğinden;
küçük dayım evin geçimini sağladığından ve evlenmeye niyeti olmadığından; küçük
teyzemin ise hastalığı yüzünden evlenmesi mümkün olmadığından, bütün torun
sevgisi bize kalırdı.
Bu
evde korkularla bile eğlenirdik. Bir bayram günü gökyüzü yeryüzünü
kırbaçlarıyla dövdü bütün suyunu boşalttı üstüne… “Tufan oluyor!” dedi
büyükler. Bir anda her yer sarıya kesti; kil yağdı her yana; taa ki yeryüzü,
“Aman yeter! Ocağına düştüm!” diyene kadar. İki gün sürdü gökyüzünün yeryüzüne
ettiği eziyet!
Mevsimlerden
ne hatırlamıyorum ama okul zamanıydı. İki kardeş okula gidiyorduk babam
bankasına, annemse ev işleriyle boğuşuyordu “Kızı” birkaç aylık.
Bir
gün, “Göğsümde bir sertlik var” dedi, Ankara’ya gittiler. Döndüğünde, “Doktor
bir beze var bakmamız gerek, diyor” dedi. Ben dokuz yaşındayım, kardeşim yedi,
en küçüğümüz birkaç aylık...
Birkaç
ay geçti Annem, ‘’Sertlik büyüyor’’ dedi, yine Ankara’ya gittiler dönüp
geldiler,’’ Kansermiş’’ dedi Annem, başka da bir şey demedi.
O
günden sonra kız kardeşimizi tek memesiyle emzirdi annem!
Sorduk,
“Kanser ne?”, “Hastalık” dedi; “Eğer erken tedavi edilirse, iyileşirmiş!” “Peki
neden olmuş?” dedik, “Üzüntüden!” dedi.
Okul
o yıl kötü gitti. Üçüncü sınıftayım. Kaldım. Bir yıl daha gidilecek üçüncü
sınıfa! Önümüz yaz. Annemin İstanbul’a “şua tedavisi”ne gitmesi gerek.
Toparlandık, babamı kuşlarıyla baş başa bırakıp yola koyulduk.
İstanbul
yolu çok uzun gidiyor gidiyorsun, İzmit diye bir yere geliyorsun ki küçük
çocuklar, “Pişmaniye pişmaniye!” diye kutular içinde bir şeyler satıyor. Annem
pişmaniye alıyor bize. Otobüsün sol yanından deniz görünüyor, ki ilk kez
görüyoruz! “Ufff amma büyük’’. Anzılha’dan çok büyükkk!” diyoruz. “İçinde
balıklar yüzer, aklınızın alamayacağı kadar çok, türlü türlü” diyor annem.
“İstanbul”
demek “Teyzemizin evi” demek, oraya gidiyoruz. Koşuyolu’nda ev, bahçesinde bir
mürdümeriği bir şeftali ağacı bir de kameriye var. Karşıda da servi ağaçlarıyla
dolu Karacaahmet Mezarlığı!
Annem
tedavi için hazırlıklara başlıyor. Önce Karaköy’deki babamın bankasından sevk
yaptıracak Cerrahpaşa’ya sonra da her gün gidip gelecek şua tedavisine!
Ben
gün boyu kuzenlerimi izliyorum; büyüğü kaşını alıyor, ortanca kitap okuyor
küçüğü de Charles Aznavur hayranı, radyoya yapışık yaşıyor! Teyzemse temizlik
hastası, ki ya halı kilim kırklıyor, kaldırıyor ne var ne yoksa evde ya da
odasına çekiliyor ibadet için secdeden başı kalkmıyor; bazen de arkadaşlarına
gidiyor dini toplantılara.
Annem
yorgun dönüyor tedaviden ama bizleri aç, teyzemi de evde bulamayınca hemen bir
koşu mutfağa giriyor yemek yapmaya. Yemek hızla yeniyor, bulaşıklar yıkanıyor,
herkes kendi köşesine çekiliyor ve biraz sonra da teyzem dönmüş oluyor! Teyzem
sorarsa açlığımızı tokluğumuzu, “Yok abla, biz tokuz çocuklara bir şey uyduruverdim!”
diyor annem.
Kardeşim
yerinde duramıyor yine; “Onu zapt etmek kolay değil!” Bir gün geldi ki iş
bulmuş! “Peki ne işi oğlum?” diyor annem, “Bakkalın yanında çıkarlık!” diyor.
Ne yapsın annem? “Tamam” dedi büktü boynunu, “Bari bildik bir yerde, gözümüzün
önünde olur.”
Günlerden
bir gün adı, “cumartesi” idi, güneşin Karacaahmet servilerinin arkasından
kaybolmaya hazırlandığı bir vakitte, birden yer gök sallanmaya başladı…
Duvarlar, eşyalar her şey her şey sallandı sallandı ve sonunda duruldu “Deprem
oldu!” dedi kızlar.
Radyoyu
açtık, “Adapazarı’nda 7.1 şiddetinde deprem oldu, can kaybının çok olmasından
korkuluyor” dedi bir ses. Dediği de çıktı; çok can kaybı oldu Adapazarı’nda…
Depremi
yaşadık, denizi uzaktan gördük, annemin tedavisini bitirdik artık dönme
zamanımız geldi, döndük Nizip’e ama annemiz eski annemiz değil!
Bizlere
zor bakıyor ve o yıl üçüncü sınıfı Urfa’da okumama karar verildi.
Babam
beni, anne ve babasına bırakıp, bankasına geri döndü. Tahta okul çantamla bir
baş başa kaldım.
Okulum dedemlerin evinin arkasında; oturma
odasının tavana yakın küçük bir penceresi var, sap yastıkları (sazdan yapılma)
üst üste koyup arada sırada okuluma bakıyorum! Seviyorum okulumu
Dedemin
evine alışmam ise zor, geleni gideni de evin insanı da çok. Amcalarım var
birkaç tane hepsi de bekar, bizimle yaşıyorlar. Bir tek bibim var anlaştığım o
da birkaç ev uzakta, kocası ve çocuklarıyla oturuyor.
Yemek
yer sofrasında yeniyor ve sofranın başı her zaman kalabalık. “Küçük” olarak
sofranın alt yamacında bir yere ilişiyorum, sofra bezini dizlerime örtüyorum;
eğer sulu bir yemek varsa kaşıkla yok eğer yuha ekmekle yenebilecek bir
yemekse, tepsi kebabı ise mesela, bir parça ekmek koparıp baş, işaret ve orta
parmağımın arasına yerleştirip yemekten pay kapmaya çalışıyorum. Öyle adam
başına bir tabak yemek yok!
Amcalarımdan
biri bazen benimle dalga geçiyor; yemeğe kendimi veremediğimden, annem gibi geç
yediğimden söz edip duruma uygun düşen yemek hikayeleri bile anlatıyor.
“Ağanın
biri ziyafet veriyormuş; bütün eşini dostunu, ağır misafirlerini çağırmış köy
odasına. Sofralar serilmiş lengerler içinde yemekler gelmiş ki içlerinde bulgur
aşı, üstünde de sac kavurması var!
Yemekte
Kürdün biriyle bir Arap yan yana düşmüş. Kürt bakmış ki yemekler çok güzel,
yağlı yüzlü! Dönmüş Arap’a demiş ki, ‘Yav seniy babay nasıl öldü?’
Arap
başlamış anlatmaya, ‘Önceleri hiçbir şeyi yoktu turp kimindi sonra birden
hastalandı, aldık şehre doktora götürdük. Doktor ilaçlar yazdı aldık köye geri
getirdik. İlaçlarını verdik amma iyileşmedi. Aldık bir daha doktora şehre
götürdük, doktor yeni ilaçlar verdi, ilaçlarını aldık geri getirdik. Haftalar
geçti baktık heç düzelme yok gün geçtikçe kötüleşiyor, aldık bu sefer şeherde
başka bir doktora götürdük.’’
Arap
anlattıkça anlatmış, bir yandan da babasının ölümüne vay ki ne vay, öyle
vaveyla koparmış ki o kadar olur ama bir ara gözü, önündeki lengere ilişmiş ki
ne görsün? Bir lokmalık bulgur aşı kalmış üstünde de bir parça et!
Kürdün
oyununa geldiğini geç de olsa fark etmiş, hemen lafını bağlamış ve ‘Yav pekey
seniy babay nasıl ölmüştü?’ demiş. Kürt eline bir parça ekmek almış,
parmaklarının arasına yerleştirmiş, ardından son lokmanın üstüne atmış, lokmayı
toparlamış, tam ağzına atarken de ‘Ketto mır (Düştü öldü) demiş.”
Urfa
yazları sıcaktır hem de çok sıcak, kış geldi mi de soğuk ısırır insanı.
Dedemin evi kışları soğuktu, soba yok ki
ısınalım. Soba lüks!
Bir
kez sabah erkenden, bir de
ancak akşama doğru evin erkeklerinin gelme vaktinden az önce büyükçe bir
mangalın içinde kömür yakılır; ateş biraz geçince de içeriye alınırdı ama ya
oda büyükse ne yapacaksın? Yine ısınamazdık.
Nenem
sürekli mangalın başında oturur, cezvesi hep mangala sürülü durur; bir yandan
da ara vermeden tütün dolu, eskiden pekmez kutusu olan tahta tabakasından
sigara sarar, biriktirir, sardıklarından birini dudağına yerleştirir neredeyse
bütün gün durmadan tütünün tadını çıkarırdı!
Ateş
iyice küllenmeye yüz tutunca, bir de bazı geceler sohbet uzayınca mangal tandır
kürsüsünün içine alınırdı. Üstüne de tandır yorganı örtüldü mü evin bütün
ahalisi tandırın içine. Sırtlar sap yastıklara dayanır, ayaklar da tandır
kürsüsünün tahtalarına. En keyifli an bu andı! Artık ayaklarım üşümezdi.
Bazen
bibim bize sürpriz yapardı. Kalkıp mutfağa gider ve bir tepsi küncülü akıtla
(Susamla yapılmış tatlı) geri dönerdi. Ağzımız tatlanırdı tatlanmasına da ben
ne getirirlerse getirsinler ne yedirirlerse yedirsinler hep aklımı anneme ve
kardeşlerime takardım!
O
sene kışı atlattım! Sonunda nisan ortasında yaz, “geldim” dedi çünkü Urfa’da 11
Nisan Kurtuluş törenleri’nden dönüldükten ve dönülürken de çarşıda dondurma
yendikten sonra yaz gelmiş olurdu. Ancak yazın “aslen” gelmekte olduğu, mayısın
ortasında damlara kurulan tahtadan tahtlardan anlaşılırdı. Bu tahtadan
karyolalara Urfalılar, “taht” der çünkü padişah tahtlarına benzer biraz; dört
bir yanı sütunlu yarım metrelik tahta süslerle çevirilidir, içine önden bir
çeşit kapıdan girilir ve yerden bir, bilemediniz bir buçuk metre yüksektedir.
Yaz
geldi mi tahtları hazırlamak evin erkeklerinin yarım gününü alırdı. Tahtlar,
aile kaç kişiyse o sayının kadın erkek, evli bekar ayrımı kadar olurdu. Önce
tahtlar bulundukları yerden çıkarılıp temizlenir sonra esas gövdeyi oluşturacak
olan parçalar eşleştirilir, ek yerlerinden birbirlerine eklenir; çengelleri
vurulur, ardından iç tahtaları eşleştirilip yan yana dizilir; en sonunda da
sazdan yapılmış ‘’çit perde’’ dört bir yanına çekilir ve artık yataklar
getirilip bir köşeye istiflenebilirdi! Bunu da evin genç kızları, kadınları
yapardı.
Yataklar,
gün dönüp de güneş yakıcılığını kaybedince tahtlarda açılır, havalandırılırdı.
Yine de cayır cayır yanardı mübarekler! Ancak gündüzün yakan, kavuran sıcağı
akşam oldu mu yerini hafif bir serinliğe bırakır; gece yarısına doğru da
minderleriniz, yorganlarınız ancak üstünde yatılır hale gelirdi. Sabaha doğru
ise kendinizi yün yorganınıza sarılmış üşümüş bulur sonunda da güneş üstünüze
vurunca uyanırdınız.
Yaz
yemekleri geç yenildiğinden yemeğiz bitmesini dört gözle beklerdim ki bir an
önce yatağa gireyim; gireyim de başım yastığa değdiğinde, üstümdeki yıldız
örtüsünü seyredeyim irili ufaklı yıldızlarda göz gezdireyim. Bir zamanlar
annemin koynundayken, kulağıma fısıldadıklarını tekrarlar, “Bu Beş Kardaş şu Yedi
Kardaş! saman serpilmiş gibi gözüken yol da Samanyolu!” der mırıldanırdım.
Oyalanırdım
onlarla ama bir türlü cesaret edip de sürekli bir o yandan bir bu yandan kayan
yıldızlara dikkatlice bakamazdım. “Her yıldız kaydığında bir insan ölür!”
demişti annem… “Ya annem öldüyse?”
Nihayet
Urfa’daki zorunlu sürgünlüğüm sona erdi! Sınıfı geçmeme annem sevindi, babam
ses etmedi, kardeşimse öğrendiği yeni oyunları gösterdi!
Yine
İstanbul’a gidiyoruz ama İstanbul “sınıf geçme hediyesi” ya da “tatil” demek
değil! İstanbul, iki kişilik koltukta dört kişi seyahat etmeler; annemi yine
perişan, kolunu kaldıramaz, zoraki gülümsemelerle ortada dolaşırken görmeler;
parasız gidip parasız dönmeler demek ama İstanbul her şeye rağmen “İstanbul”
demek bizim için! Kardeşimle deli oluyoruz onu tekrar göreceğiz diye… Yol yine
uzun ve sıkıntılı ama sonunda varıyoruz; varıyoruz da biz geldik diye hiç
heyecan göstermiyor İstanbul! Teyzemin evinden yine Karacaahmet Mezarlığı
görünüyor; mürdümeriği ağacı bizi beklemeden meyve vermiş; enişte almış başını
gitmiş; teyzem daha da titizlenir olmuş kire pasa; kızlar desen artık
üniversiteli olmuşlar her biri ayrı dünyalarda! “Küçük kız” yine Charles
Aznavur’a her rastladığında deli gibi gelip kulaklarını radyoya yapıştırıyor;
teyzem de yine her seferinde bir yerlerden hışımla çıkıp, duvardan kopardığı
Saatli Maarif Takvimi yaprağıyla radyonun düğmesini kapatıyor!
Annem
şua tedavisi için hastaneye gidip gelmeye başladı; kardeşim bakkal çıraklığına,
bense salonda bütün gün oturup ya karşıdaki mezarlığı seyrediyor ya da burnumu
karıştırıyorum! Burnum, karıştırdıkça daha da pisleniyor sanki! Ben de pislik
çoğaldıkça çıkardığım hapları yastığın arkasına sürüyorum. Yakalanıyorum
sonunda; o kadar çok ki çıkarıp da duvara sürdüklerim, görünmemeleri olanaksız!
Kızlar bunaldığıma kanaat getirip beni deniz kıyısına, “İskele” diye bir yere
götürüyor. Vapurlar düdük çala çala İskele’ye gelip çala çala da gidiyor, insan
taşıyor “Karşı”ya... Arada da Haydarpaşa denilen bir yer var, oraya
geldiklerinde kara dumanlar bırakıyorlar havaya. İskele çok kalabalık! Her
yandan insanlar çıkıyor karıncalar gibi... Kimsenin kimseye baktığı yok ya da
Urfa’daki gibi selam verdiği; birbirlerinin yanından doğrucana öylesine geçip gidiyorlar
vapura; uzun burunlu dolmuşlara bir karşı kaldırımdaki bir bu kaldırımdaki
otobüslere; kimi de öyle aval aval etrafına bakıp gezinip duruyor. İskele’nin
bir ucu küçük çocuk kaynıyor; ellerinde “misina” dedikleri naylon ipler,
iplerin ucunda da kıvrık kıvrık iğneler! İğnelere ya bir solucan parçası ya da
ekmek takıp adına da “yem” diyorlar. Balıkları “yem”le kandırmaya çalışıyor
çocuklar!
“Buranın
çocukları da çok terbiyesiz! Balıklar hiç tutulur mu?” diyorum kızlara
bilgiçlik taslayıp, “Biz tutmayız balıkları! Hele yemle hiç kandırmayız ya
kaynamış nohut atarız balıklara ya da zamanıysa eğer, bir tane olduğu gibi has;
gelip önümüzde oynaşarak karınlarını doyururlar!” Kızlar gülüyor bana...
Bu
arada “martı” dedikleri kuşlar deli gibi bir o yana bir bu yana uçup, arada da
dalıp denize, çocuklardan daha kolay balık avlıyor ama martıların sesleri güzel
değil bana çığlık gibi geliyor!
Nizip’e
okullar açılmak üzereyken, sonbaharın ilk günlerinde döndük. Bana yine
Cumhuriyet İlkokulu’nun yolu göründü. Hiç gitmek istemedim okula. Yeni
arkadaşlar edinmek, eski arkadaşlarımın bir üst sınıfta olduklarını bilmek bana
“ölüm” geldi!
İlk
günler teneffüslere çıkmak bir işkenceydi! İnmiyordum okulun bahçesine insem de
karşılaşmamaya çalışıyordum tanıdıklarla, Müjgan’la bile! Hem artık kimseye
lastiklerle portakal kabukları da atmıyordum ne kolumu kaldıracak takatim vardı
ne de isteğim!
Yine
“Bayram”lar kutlanıyordu ardı arkasına, Cumhuriyet, 23 Nisan… Bütün okul
öğrencilerinin eksiksiz katılması isteniyordu bayramlara. Hazırlıklar günler
önceden başlıyor, depolardan bayraklar, trampetler, borular çıkarttırılıyor,
temizlettiriliyor; şiir okuyacaklar, yürüyüş kollarını oluşturacak gruplar
belirlenmeye çalışılıyordu.
Bando
takımında daha önce de yer almışlar “tespit” ediliyor, yeni gönüllüler müzik
aletleri çaldırılarak deneniyor; “Üfle oğlum üfle, iyice üfle!” diye diye
nefesleri kuvvetliler seçiliyordu. Ardından en önemli meseleye geliniyor, “Kim
borazan öttürecek, trampet çalacak? Kim izci olacak? Yoksa okul kıyafetiyle mi
katılacaksınız bayrama?” soruları bütün sınıfları dolaştıktan sonra evlere
yollanıyordu. Çünkü en önemli mesele giysi meselesiydi, almaya gücü yeten var
yetmeyen var!
Çocuklar
evden aldıkları yanıtları getiriyordu öğretmenlerine ve sonuç, “Türk bayrağını,
okul flamasını taşıyacaklar şunlar, bando takımında yer alacak trampetçiler,
borazancılar ve izciler de şunlar ve bunlar” diye açıklanıyordu bizlere.
Bizim
payımıza ise “siyah önlüklü” olmak düşerdi. İki kardeş bayramlarda ne izci
olabilirdik ne de trampet çalıp borazan öttürebilirdik. Bayrak bile
taşıttırmazlardı bize, herhal “boylarımız müsait değil” diye.
Biz
de tozlu bayram meydanlarında “en samimi” arkadaşlarımızla, üç numaraya
vurulmuş saçlarımız, siyah önlüklerimiz, güneşten kamaşmış yeşil gözlerimizle,
siyah beyaz fotoğraflar çektirirdik bayram anısına.
Annem
gün geldi yine hamile kaldı! Bunu istedi mi hiç bilemedik. Biz iki yaramaz
oğlan, bir kız bir de ekle babamı etti mi sana dört! Oğlanları okula, adamı işe
yolla; kıza bak bütün gün, evi topla, sil süpür, çamaşırı, bulaşığı ve yemeği
yap gazocağıyla, oğlanlar okuldan gelsin, gelir gelmez azsınlar... Buna can mı
dayanır? Dayanırdı annem!
Yemekler
yapıyordu her gün damağımıza ve kesemize uygun! Bir gün et köftesi patates bize,
babama da her ne seviyorsa; bir başka gün de “iktisat” edip bulgur aşı
pişirirdi ortaya, yanında da ayran ya da cacık, kuru kuru boğazımızdan inmesin
diye. Yine de kimseye beğendiremezdi yaptıklarını, babam “Yemek tuzsuz olmuş!”
deyip siniyi tekmeyle devirirdi, bizse zaten sevmezdik bulgur aşını!
Annem
böyle durumlarda pek belli etmezdi kızgınlığını zaten kızacak hali mi vardı ki?
Başındaki tülbendini çözer, bir zamanlar dizlerinin altında olan saçlarından
geriye kalan birkaç tutamı toplar, tülbendini yeniden bağlardı.
Onun
aklı fikri hastalığındaydı. Bana ya, “Bak görüyor musun? Bu soğan kabukları
arasındaki zarlar kanser yaparmış, gazeteden okudum” der, ya da “Ben ölürsem
size kim bakacak, ne olacaksınız?” diye sorar; yanıtını da kendi kendine
verirdi, “Kim bakacak? Kurda kuşa yem olursunuz!”
Bir
de parmaklarıma takmıştı o sıralar. İkide bir, “Oğlum geçirme şu parmaklarını
birbirine, kenetleme, kısmetin kapanır!” derdi. Ömrüm boyunca kenetleyemedim
parmaklarımı birbirine!
Annemle
artık sinemaya, Ayşecik filmlerine gidemiyorduk. Daha doğrusu bizimle sinemaya
gitmek istemiyordu! Karnı da her geçen gün biraz daha şişiyordu. “Eee o zaman
bize para ver biz gidelim!” derdik. Bazen verirdi sinema parasını bazen de hep
boynunda asılı olan anahtarıyla bir türlü açmazdı sandığını! “Param yok ki ne
vereyim?” der söylenir, “Nedir ki sinema parası, nasıl olmaz?” diye sızlanır
yerlerde debelenirsek, “Yokkk yokkk anlamıyor musunuz yoktan!” der ağlardı! Bir
gün geldi, yıllardır bir kenarda sakladığı sırma saçlarını sattı sokak
satıcılarına, bizim de payımıza birkaç sinema parası düştü.
Annem
doğum yaptı sonunda. Bu seferki bir erkekti; biz iki “erkek” bir de babam çok
sevindik yeni gelene.
Kardeşimiz
doğduğunda hiç can tutacağa benzemiyordu… Birkaç gün emzirmeye çalıştı annem
tek memesiyle ama oğlan rahatsız, sürekli ağladı durdu. Doktora götürüldü. Pek
bir şey diyemedi doktor ama başkaları, “Anam hiç kanserli kadının sütüyle çocuk
yaşar mı?” dedi. Yaşamadı kardeşimiz! Kırkı çıkmamıştı daha götürüp Nizip
Mezarlığı’nda, küçücük bir mezara gömdük. Kardeşim kardeşinin toprağına, sakızlardan
çıkan bir “cennetkuşu” fotoğrafı bıraktı, “Öbür tarafta Cennet’e gitsin”
diye!
/
Kırk gün kuymak!
Urfa’da
bir söz vardır, "Yeni doğum yapmış kadının mezarı kırk gün açıktır!"
derler.
Annem
doğumdan sonra pek iyi değildi yanında da kimi kimsesi yoktu. Şimdi yapan eden
var mı bilmiyoruz ama eskilerde Urfa’da kadınlar doğum yapınca kendisine
yiyecek içecek hazırlanırmış, gelen gidene de ikram edilirmiş.
Varsa
ana bacı yoksa hısım akraba onlar da yoksa konu komşu yardıma koşarmış. Sağı
solu toparlar, misafire hizmet eder ama öncelikle ilk gün loğusaya, “burçları
dolsun” diye kavrulmuş susama pekmez katıp yedirirlermiş. Bir de kuymak, “süt
yapsın” diye; ilk üç gün “muhakkak!” sonrasında yapan olursa kırk gün!
Kuymak
kolaydır nedir ki zahmeti? Tencereyi ocağa oturtacaksın, suyu una yavaş yavaş
katacaksın, kıvamı ne ince olacak ne helva gibi kalın… İstersen toz şeker de
konulur karıştırılırken istemezsen öyle şekersiz de yenir sıcak sıcak ama
tereyağı ısıtıp da üstünde gezdirmezsen olmaz.
Annemin
hastalığı, kardeşimin ölümünden sonra her geçen gün biraz daha arttı. Babam da
uzun zamandır annemle tartıştığı kararını sonunda verdi tayinini Urfa’ya
istedi. Gerekçesi de “Karım hasta! Büyük bir ile, mümkünse memleketime tayinimi
istiyorum” olunca kabul gördü bize Urfa’nın artık dönülmez yolu göründü.
Babam
Urfa’ya gidip bir ev bakıp çabucak geri döndü. Bir kamyon bulundu pazarlık
yapıldı ama taşınma ücreti yüksek olunca altından kalkılamadı bu “yük”ün ve
ailesinden para istedi babam! Para geldi, biz de birkaç parça ev eşyasını
toplama telaşına düştük! Tek bir halımız vardı o bükülüp sarıldı dikkatlice;
altına serdiğimiz birkaç parça hasır da kamyona atıldı sonra da bir divan,
annemin çeyiz sandığı, yataklar, yorganlar yastıklar; birkaç sandalye,
teldolabımız, kap kacak ve birkaç da çiçek saksısı. Üç tekerlekli kırmızı
bisikletimiz ise çoktandır binmediğimizden, bir de artık büyüdüğümüzden
Nizip’te bırakıldı!
Nizipliler
ve çalışma arkadaşları, “Kekey gidiyor!” diye babam için Şehir Kulübü’nde bir
yemek verdi; son kez rakı içtiler. Annem komşularla helalleşti, biz de mahalle
arkadaşlarımızla vedalaştık. Herkes ağladı gidişimize, biz de ağladık onlarla.
Çok sevmişti Nizipliler bizi, biz de onları. Yolcunun yola çıkma vakti gelince
de kamyonumuz önden, biz arkadan otobüsle Urfa’ya uğurlandık.
Zeytin
ağaçlarının paralel dizilişlerini seyrede seyrede; höyüklerin yanından geçerken
krallara son kez selam durarak; tam Birecik Köprüsü’nün ortasında oluşan
girdaptan son kez korkarak; suskun, çaresiz sonunda Urfa’ya vardık.
Taşındığımızda
Urfa’da yazdı. Her taraf yanıyordu güneşin ateşinden. Babam evde ancak
“erkekler”in yapabilecekleri şeyleri yaptı sonra da kuşlarına yeni bir kafes
inşa etti tahtadan. Annem de “kadınca” işlerinin peşine düştü; tek koluyla
yerleri süpürdü, çamaşırları yıkadı, yemeği ocağın üstüne koydu; birkaç parça
çanağını bir de şerbet takımını yerleştirdi mutfaktaki rafa!
Evimiz
üç odalı ve yine toprak damlıydı; damında da kara taştan bir log var ki kış
ayları için “toprağı pekiştirsin” diye duruyor. Logun iki yanında, tahtadan
çatalını geçirmek için bir delik var; taktın mı çatalı, logu bir aşağı bir
yukarı çekiyorsun. Logu hemen damın üstünde gezdirmeye başladık. Babam aşağıdan
seslendi, “Ulan şimdi ayağınız altında kalacak ya da aşağıya uçuracaksınız.
İnin aşağıya eşşekoğlu eşekler!”
Biz
de geniş avluya indik kardeşimle, top oynamak için. Biraz sonra da bu sefer
çıkardığımız gürültüden azar işittik! Peki biz nasıl eğleneceğiz?
Kapı
önüne çıktık daracık bir sokak; ikimiz el ele tutuşsak kollarımızı açsak, karşı
duvara değer. Arada sırada yorgun eşekleriyle hamallar geçiyor kapımızın
önünden, tek tük de siyah çarşaflı kadınlar.
Mahallemizin
en güzel yapısı evimizin bitişiğindeki minyatür cami! O kadar küçük ki sanki
çocuklar için yapılmış. Urfalılar adına, “Kıttik camı” diyor. Arada bir
kapısına gidip, ağır yeşil perdeyi aralayıp içeriye gizlice bakıyoruz. “Kocaman
büyük adamlar!” ya namaz kılıyor camide ya da boş cami, sanki sahipsiz!
Mahallede
in cin top oynuyor ama bizimle kimse oynamıyor! Nizip gibi değil burası, herkes
evinde. Hiç arkadaşımız yok. Sonunda annem bize bir eğlence buldu kapı
aralığında. Artık bütün gün, içi su dolu büyük benzin varilinin içinden
çıkmıyoruz. Keyfimiz yerinde. Bir de radyomuz artık gündüzleri de açık. Hem
radyo 66 Dünya Kupası futbol maçlarını da veriyor. Öyle bir İngiltere-Almanya
finali dinliyoruz ki canlı canlı kendimizden geçiyoruz.
Urfa’nın
kavurucu yaz güneşi, canlıyı cansızdan ayırt etmeden bütün gün evleri,
insanları, hayvanları yakar durur. Yazın kimsenin yerinden kıpırdayacak hali
kalmaz. Herkes sabah erkenden bir işi varsa halleder, öğlen de yemeği yedi mi
bir köşede kıvrılıp kalır.
Bir
tek karasineklere karışmaz güneş! Ondandır herhal, sinekler vızır vızırdır
ortalıkta. Her şeyin üstüne konup kalkar, tadına bakar, aylak aylak gezinirler.
Çocukların yazın görevi uyuyanların yüzlerine, ayaklarına sinek konmasın diye
gözcülük yapmaktır ya da ince bir örtüyü havada açarak katlayarak uyuyana
serinlik yaratmaktır. Zor bir iştir birini ha bire yellemek! Yellersin
yellersin sonunda kolun kopar; arada uyuyanı kollarsın ki biraz nefes alasın.
Baktın sıcaktan homurdanmaya başladı, yeniden başlarsın yellemeye!
Bir
gün can sıkıntısından, kardeşimle derin düşüncelere dalmışken, sineklerin
pervasızlığını görüp, uyuyanların rahatını düşünerek müthiş bir fikir
geliştirdik. Annemden sinek sopasını istedik, o da en büyük olarak sopayı bana
verdi; benim ufaklık da ellerini kullandı ve sonunda evin içinde acımasız bir
sürek avı başladı.
Ben
sinek sopasını şöyle bir indiriveriyorum sineklerin beline, öldürmeden
sersemletip yere düşürüyorum; kardeşim zaten bu konuda maharetli, onları daha
havadayken yakalıyor. Biraz sonra ikimizin de elinde iki kavanoz, içleri dolu
karasinek. Müthiş eğleniyoruz.
Kapı
çaldı, gelen amcaoğlu. Bizi böyle sinek avında görünce pek meraklanmış da
mutfakta yakaladığı anneme, “Niye sinekleri avlıyorlar da kavanoza dolduruyorlar
yenge?” demiş; annem de ne desin bu kudurganlığımıza, işi dalgaya vurup soruyu,
“Oğlum akşama pirinç pilavı yapacağım, sinekleri de kavurup üstüne dökeceğim
yemek için bana avlıyorlar” diye geçiştirmiş. Çocukcağız doğruca eve gidip,
gördüklerini duyduklarını şaşkınlıkla anlatmış amcamgillere!
Yaz
aylarında güneş ikindiden sonra artık avlumuzda görünmez olurdu. Annem hem
avlunun nahit taşları serinlesin hem de bize oyun çıksın diye elimize
süpürgeyle kovaları verip, “Hadi avluyu yıkayın da kilimleri sereyim, akşam
avluda yemek yeriz” derdi çoğu zaman...
Allaahhh!
Her yan su içinde ve biz tadını çıkararak avluyu yıkıyoruz. Aslında “Yıkıyoruz”
ne demek suyu döküyoruz taşlara daha süpürgeyi çalmamıza vakit kalmadan, su
buharlaşıp uçuyor! Sonunda yerlerin yıkandığına, taşların serinlediğine kanaat
getiren annem kilimleri serer, yastıkları üzerine atardı. Bu kez de bize
boğuşmak için yeni bir “arena” çıkardı ortaya.
Akşam
“evin reisi” geldiğinde gürültümüz kesilirdi. Babam elini yüzünü yıkar beyaz
zıbınını giyer, gelip kilimlere uzanırdı, yemeğe kadar biraz kestirir, yer
sofrası kurulunca da hafiften uyandırılırdı. Eğer sevdiği bir yemek varsa
mesela ölü balcan (közlenmiş patlıcan ), ki yemek midir tartışılır ama babamla
ölü balcan sevgisi tartışılmazdı. Yazın sofrada ölü balcanı “yemek” diye buldu
mu keyfine diyecek olmaz o zaman da bizi zoraki “isot eğitimi”nden geçirirdi!
Urfalılar,
biberin yeşiline kırmızısına, tazesine kurutulmuşuna, küçüğüne büyüğüne “isot”
der. Çikiftenin, aya kiftesinin, yağlı kiftenin yani bilumum kiftelerin
dışındaki yemeklerin çok azının içine kuru isot katar daha çok tazesini
özellikle de yeşilini sofrada, yemeklerin yanında meyve gibi ısırarak büyük bir
iştahla yer.
Bizimkiler
de her Urfalı gibi yemeğin yanında isot yerdi doğallıkla ama babam yemeğin bir
yerinde, bizler tam dalmışken sofranın büyüsüne; önce yediği isodu
ballandırarak anlatır, “Amma acı yav, insanın kulaklarından ateş çıkarıyor, ter
bastı vayvay vayy” derken ya kardeşimin ya da benim ağzıma isotun damarlı
yerinden aniden sürerdi! Ağlamadan “isot eğitimi”ni atlattığımızı hiç
hatırlamam ama şimdi acı isot arıyorum yemeklerin yanında; demek ki neymiş?
Eğitim her zaman her konuda eğitim gerekmiş!
Memurlar
mı sık ev değiştirir yoksa tebdili mekanda ferahlığı babam mı severdi,
bilmiyorum! Bildiğim, biz çok ev değiştiriyorduk. Babam bu konuda bir alemdi
zaten. Çoğunlukla durduk yerde evin altını üstüne getirir, oturma odasındaki
divanın, halının ya da duvarda asılı olan hat resminin yerinde “değişiklikler”
yapardı. Sanki çok eşyamız vardı da bir türlü birini diğerine uyduramıyor,
renkleri desenleri tutturamıyor sanırdınız.
“Eli
sıkıştığında” da gitmek için fırsat kollayan tek halımız genellikle sonbaharın
son günlerinde mezadın yolunu tutardı. Çünkü “Zahre zamanı (Kışa hazılık) (eve
pendir (peynir) almak lazım!” Kalırdık “çul üstünde!” Artık yeni bir halının
gelmesi için ya babamızın elinin genişlemesini beklerdik ya da bir ikramiyenin
denk gelmesini. “Önümüzdeki ay ikramiye alacağız” derdi, alırsa yeni bir
halımız olurdu, almazsa da canı sağ olsun!
Toprak
damlı o eski Urfa evinden niye taşındığımızı hatırlamıyorum. Belki anneme büyük
geliyordu, yoruluyordu; çekip çevirmesi zordu, belki de ısınmıyordu. Kim bilir?
Taşındık
o evimizden de. Bu seferki beton ve “modern!” bir ev. Avlu yok, toprak dam yok
ama terası var öyle de geniş ki! Etrafı da briketle örülmüş adam boyu. Al sana
betondan bir top sahası. Bir de çıktın mı terasa, Urfa’nın dört bir yanı
görünüyor; Harran Ovası, Tektek Dağları, Kale, Hasan Padişah Camii, Yusuf Paşa
Camii ve hemen karşımızda elini uzattın, neredeyse tutacaksın uzaklığında Ulu
Cami’nin minaresi. Caminin minaresi öylesine güzeldi ki komik şapkasını bile
severdik.
Bu
sekizgen yapının üstünde bir zamanlar ateş yakılır, dört bir yana dumanla
haberler gönderilirmiş. Sonraları Hıristiyanlar’ın Kızıl Kilisesi’nin çan
kulesi olmuş; kilise camiye çevrilince de Ulu Camii’nin minaresi! Minarenin
tepesinde, Urfa’nın dört bir yanından görünen bir saat vardı ki o zamanlar için
lükstü doğrusu. Kim akıl etmişse yıllar önce konulmuş minarenin tepesine o
komik ve sevimli şapkayla birlikte.
Kardeşimle
ilk bu evde oruç tutmaya başladık. Zar zor sahura kalkar, annemin bizler için
hazırladığı çay, peynir ve “somun” ekmekten (ramazan için yapılan özel ekmek))
oluşan sahur sofrasına otururduk. Sofrada büyükler için akşamdan kalma bir
yemek ya da babam için her biri küçük bir ceviz iriliğinde olan ve bulgurdan
kapılan yuvalaklar bulunurdu; kifte yani!
“Midemi
ancak bulgur tutuyor” derdi babam. Bazen de canı çeker yuvalakları önce
kızarttırır üstüne de yumurta kırdırırdı. Biz kardeşimle uykulu gözlerle
çabucak yiyecekleri tüketir, çayımızı bitirir, “Ağzınızı çalkalamayı niyet
etmeyi unutmayın ha!” uyarılarıyla, kendimizi yataklarımıza atardık.
Oruç
tutmak çoğu zaman zor gelirdi, biz de günün ortasında kırıverirdik! Annem de o
zamanlar yeni çıkmış bir yağı ekmeğe sürer, üstüne de toz şeker ekip elimize
tutuştururdu “açlığımızı bastırsın” diye ya da bir ekmeğe alelacele sürülmüş
frenksuyu, üstünde de birkaç dal maydanoz! Bazen de günün sonunu zorlukla
getirip, kendimizi terasa atardık ki bütün çocuklar damlarda.
İftara
daha çok vakit olmasına rağmen çocuklar gibi biz de gözümüzü Ulu Cami’nin
saatli minaresine dikerdik. Ne zaman ki bir adam silueti belirir minarede, bir
uğultu kopardı bütün Urfa damlarında. Çocuklar top atacak adamın her hareketini
pür dikkat izlerken, bir yandan da aşağıya avlulara, pencerelere, “Aney, kız
aney! Herif minaraya çıktı haa!” diye seslenirdi. Yani bir çeşit uyarma, ki
yemekler ona göre ayarlansın. Artık pilavın yağı mı dökülecek yoksa çikiftenin
soğan maydanozu mu katılacak ya da mercimek çorbasının altı mı söndürülecek
bilinmez; o gün Allah ne verdiyse, iftar sofrasına dikkat çekilirdi.
Yalnız
minarenin tepesindeki adam çocuklar gibi çabuk hareket etmez sanki onları daha
çok heyecanlandırmak ister gibi ağırdan alırdı top atma işini. Elindeki “top”u
minarenin korkuluklarına yaslar, beklerdi ki vakit dolsun. Biz de beklerdik
adamla birlikte; damlarda çıt çıkmaz bütün dikkatler top atan adamın
hareketlerine yönelirdi.
Ramazan
boyunca her iftar vaktinde, hiç kimse başka minarelerle ilgilenmezdi. Sanki Ulu
Cami’den atılacak topun sesi duyulmazsa oruç açılamazdı. Oysa Urfa’da o kadar
çok cami vardı ki ve o kadar da güzel minare. Nihayet Ulu Cami’nin
minaresindeki adam topu ateşlerdi gökyüzüne. Fırlattığı fişek yükselir yükselir
artık “tahammül gücü” kalmayınca da patlardı.
Ardından
da Hasan Padişah, Yusuf Paşa, Karameydan ya da başka camilerin minarelerinin
şerefelerindeki ışıklar yanmaya başlardı birer birer.
“Top
atıldı, top atıldı” diye bas bas bağıran çocuklar damlardan, pencerelerden,
teraslardan; oturma odalarındaki, avlulardaki iftar sofralarına koşardı. Biz de
koşardık sofranın başına ama içimizden biri o gün oruç tutmamışsa eğer, hele ki
orucu gün ortasında bozmuşsa, “Oğlum şu çikifteyi Azmiler’e ver gel!” mutlak
cezasına çarptırılırdı.
Azmi
ile Ömer bizim Urfa’daki ilk çocukluk arkadaşlarımızdan oldu; anne babaları da
bizimkilerin komşusu. Kardeşimle keyfimiz yerine gelmiş, Urfa’yı sevmiştik
artık!
Terasa
çıksak arkadaşlarımızın evlerinin içindeydik sanki. Bir ıslık hadi sokağa.
Eğlenme önceliğimiz her zaman çift kale futbol maçlarından yanaydı. Urfa’nın
bildik sokaklarında, arada sırada gelen geçene yol vermek dışında sürekli
ölesiye maçlar yapardık. Maça son vermemiz için ya topumuzun bir eve kaçması ya
mahalleli tarafından bıçakla delik deşik edilmesi ya da içimizden birinin
babasının uzaktan görünmesi yeterdi. Dağılırdık evlerimize.
Büyük
maçları, iddialı olanları ise Ulu Cami avlusunda, antik sütun ve sütun
başlıkları arasında yapardık. Seyircimiz bile olurdu. Yalnız bazen fazla
gürültüden ya da namaza yakın bir vakitte oynadığımızdan, azgınlığımız cami
cemaatini rahatsız eder, kovalanır hatta dayak yerdik. O zaman da takımlar
hemen dağılır, bize uçsuz bucaksız gelen cami avlusunda bir deliğe saklanırdık.
Kimimiz güneş saatinin başında günü hesaplamaya çalışır gibi yapar kimimiz
abdest almaya durmuş gibi elini yüzünü yıkar, çok göze batmış olanlarsa caminin
mezarlığına gizlenirdi.
Oyundan,
azmaktan yana bir derdimiz yoktu. Okulumuz evimize iki adımdı ve dersler de iyi
gidiyordu. Yalnız iyi gitmeyen annemin sağlığıydı ve Urfa’da da onun derdinden
anlayan doktor yoktu.
Annem
bir kez daha bu sefer kardeşimi de yanına alarak babamla Ankara’nın yolunu
tuttu. Birkaç hafta kaldı hastanede, ameliyat oldu. Öteki göğsünü de almışlar.
Koltukaltına da sıçramış kanser, orayı da temizlemişler. Hasta yatağında
fotoğraf çektirmiş kardeşimi yanına alarak radyoda, “Gitti Canımın Cananı”
türküsü çalıyormuş, çok ağlamış!
Biraz
iyileştiğinde dönmeye vakit babam onlara Ankara’yı gezdirmiş. Kızılay’da yeni
yapılan Türkiye’nin ilk gökdelenine çıkmışlar; Giması’nda alışveriş yapmışlar
ve sonunda “Cumhuriyet’in çocuklarıyız!” deyip, Anıtkabir’e gitmişler “vefa”
duygusuyla. Fotoğrafları var o günden kalma, mozoleye çıkan merdivenlerin
üstünde…
Yıllar
yıllar sonra kardeşim Anıtkabir’de, ‘’Sarı zeybek Atatürk’’ defilesi yaptı aynı
yerde; elinde ödülüyle, binlerce kişinin karşısında bir başka fotoğraf çektirdi.
Yine
sonbahar yine okulların açılma vakti geldi ama annemin sağlığı her zamankinden
daha da kötüledi. Kıpırdayacak hali yok, çok fazla ağrıları var. Tek kolunu
kaldırabiliyor ancak onunla bütün ev işlerini yapmaya çalışıyor. Yardım edecek
kimsesi yok bir tek gazocağı var!
Gazocağına
önce gaz bidonundan gazyağı dolduruyor sonra iki ayağının arasına alıp tek kolu
ile pompalıyor, iğnesi ile pisliğini temizliyor, gaz çıkmaya başlayınca da
kibriti çakıyor, yanınca da tablasını oturtuyor üstüne. Sırayla başlıyor. Önce
çamaşır için su ısıtılacak, ısıtıyor. Çamaşırları yıkıyor tek koluyla,
renkliler ayrı beyazlar ayrı sonra da götürüp terasa asıyor. İniyor aşağıya bu
kez de yemek yapılacak. Kocasının ve oğullarının seveceği bir yemek
karıştırıyor, bu kez onu koyuyor gazocağının ateşine. Çay demlenecek gazocağı,
bulaşık yıkanacak gazocağı, banyo için su ısıtılacak gazocağı; varsa yoksa eli
ayağı gazocağı!
Annemin
yaşamı boyunca hiç fırını, buzdolabı, bulaşık ya da çamaşır makinesi, şofbeni,
ısıtıcısı olmadı.
Annemin
ailesinde çoğunlukla herkes yeşil ya da mavi gözlü olduğundan, en büyük “Maviş”
de Nenem olduğundan ondan söz edilecekse “Maviş!” der seslenirdik. Bir gün o
seslendi ama öylesine ortaya, “Bu oğlanı artık evlendirmek lazım!” dedi.
Terzi
olan küçük dayıma bir kız bulundu. Gelin adayı siyah saçlı, beyaz tenli, kara
büyük gözleri var. Küçük dayım kızı gördü beğendi, kız da onu görmüş, o da
beğendi! Bu arada dayım o günlerin filmlerinden fırlamış gibi, sarı saçlı yeşil
gözlü.
Söz
kesildi nişan oldu, ardından da fazla beklemeden akrabalar arasında yapılan
küçük bir düğünle, nenemin evinde evlendiler. düğünde doğrama ve pilavdan
oluşan bir yemek yenildi, tatlı çarşıdan ısmarlandı hem kırma hem tel kadayıf,
iki tepsi!
Yemekten
sonra sıra fotoğraf çektirmeye geldi; nenem büyük gelinini sağına, yeni
gelinini de soluna alıp ortaya oturdu. Dayılarım da küçük teyzemi ve annemi
aralarına alıp, analarının başında dikilip poz verdi.
Büyük
dayım evlenip gideli yıllar olmuştu. Annemin yanında yalnız küçük dayım
kalmıştı. O da bir gün geldi, Almanya sevdalarına kapıldı. “İş yok buralarda,
gelecek de terzilik de” dedi, önce İstanbul’a sonra da gurbet ellere gitti!
Gitmeden
ablasına vedaya geldi. Annem başına puantiyeli ince bir eşarp örttü, sırtına
hırkasını verdim, bir tabureye oturdu; dayım dizinin dibine çöktü, annem
kalkmayan sol kolunu kardeşinin boynuna doladı, dayım da sağ kolunu ablasının
beline sardı, sol eliyle de dizini tuttu. Siyah beyaz bir fotoğraf çektim,
birlikte son fotoğraflarıydı!
Dayım
gittikten birkaç ay sonra Maviş Nenem’e “inme indi”, bir ay sonra öldü. Küçük
Teyzem İstanbul’a Bakırköy’e gönderildi, bir daha haber alınamadı. Büyük dayım,
yıllar sonra bir sahil kentinde acılar içinde, küçük dayım ise karanlık bir
Alman kasabasında yaşamını yitirdi.
/
Doğrama zahmetsizdir, yormaz adamı!
Urfalılar
patlıcana “balcan” der pek de sever, hatta bayılır. Yaz geldi mi bayram ederler
çünkü balcan çıkmıştır!
Ellerinden
gelse bütün yemeklerini patlıcanla yapar, bazen bir patlıcan yemeğini,
neredeyse öbürünün aynısını, evde tencerede; bir bakmışsınız bir başka kez
fırında pişirtiyor yani evde adı doğrama, fırında çömlek!
Urfalı
patlıcanı ilk kez turfanda buldu pek küçük, bütün balcan yapar sonra büyüyünce
tepsi kebabı, çömlek; bol bulduysa sögürme; patlıcan iyice güzelleştiğinde
malzemesini kendisi alıp çarşıda balcanlı kebap pişirtir; baktı canı hemen
çekti birkaç tanesini çarşı fırınında közlettirir, oldu mu sana ölü balcan; eve
gelir bakar ki ya karnıyarık var ya da bir bakmış ki kazan kebabı! İşte o zaman
mutlu mesut olur. Artık değmeyin keyfine!
Doğrama
da bu patlıcan yemeklerinden biri. Kuzu etini önce suyunu çektirerek
kavuracaksın üstüne de bol domates sulu olacak, sonra birkaç tane acı yeşil
isot, bir baş sarımsak ve iki üç tane de patlıcan doğrayıp ilave edeceksin
tuzla. Bu kadar! Yanında sade pilav, acı yeşil isot bir de ayran bulunursa
başkasına ne gerek var.
Dayımın
düğün yemeğinde doğrama vardı. Çabuk pişen, fazla zahmetli olmayan bir yaz
yemeği ancak fazla göz doldurmayan. Olsun, şimdi hiçbiri hayatta olmayan
Kasolar yemekteydi ya!
Sonunda
ilkokul bitti, ortaokul başladı. Babam bana bir ceket, pantolon, gömlek, kravat
bir de okul şapkası aldı, etrafı sarı şeritli!
Annem
okulun ilk günü ceket giymeme, ilk kez kravat takmama yardımcı oldu uzun uzun
baktı, “Bugünleri de gördüm ya!” dedi, ağladı. Son günlerde sık sık ağlıyordu
annem!
Kardeşim
ilkokul beşe geçti; benden bir sınıf gerideydi. Evdeki bütün ilgi ise kız
kardeşimde. O yıl ilkokula başladı. Annem onu öyle güzel hazırlamıştı ki okulun
ilk gününe. Siyah önlük, dantelli beyaz yaka, saçlarını toplamış iki örgü
yapmış, uçlarına birer kırmızı kurdele bağlamış, siyah rugan pabuç almış,
içlerine beyaz kısa çoraplar; naylon okul çantası da ağzına kadar defter,
kalem, silgi dolu.
Annemin
kızını ne kadar sevdiği; ona olan düşkünlüğü de dillere destan olduğundan ve bu
“bilgi notu” okula kadar gittiğinden, kız kardeşimi sınıf öğretmeni sabahları
evden alır, öğlenden sonra da eve bırakırdı. Annem her seferinde kapılarda
beklerdi onları. Kızı gelince de pek sevinirdi.
Bizim
okul da kız kardeşiminki gibi evimize yakındı. Yepyeni bir bina, sınıflar,
tuvaletler temiz. Kantin de var ama okulun önüne teneffüslerde lolaz (börülce)
dürümü, kıymalı (lahmacun) geliyor. Karnımız acıktığında ya da çok canımız
çektiğinde, praamız fazla olmadığından kıymalıyı yarım açık ekmeğe sardırıp
öyle yerdik ki midemizi tutsun.
Okulda
herkes ceketli kravatlı ama tek tip değil. Tek tip olan herkesin ayağındaki
ipli botlar! O yıl “moda”ydı herhal. Sınıfımızda hiç kız öğrenci yok! Allah’tan
yoktu çünkü tahtada yazılanları göremiyordum göz doktoru numaralı gözlük verdi,
“Dört Göz” oldum. Okulda bir süre herkes böyle çağırdı sonra kanıksandı.
Birkaç
haftadan sonra okula ısındım. Her derse gelen öğretmen ayrı ve hepsi ilk
derslerinde uzunca konuşuyor, “Artık büyüdünüz” diyor, teneffüslerdeki
şamatamıza da kızıyorlar. Arkadaşlarımın her biri ayrı okullardan gelmiş
sarışın, kumral, esmer; yeşil gözlü ela gözlü kara gözlü çocuklar.
Okulda
en çok tarih dersini severdim. Hocası ufak tefek bir adam elinde de sürekli bir
cetvel vardı. Kızdığı zaman bütün sınıfı sıra dayağından geçirirdi. Bazen de
tek tek cezalandırıp, cezalıya parmak uçlarını bir araya toplamasını söylerdi.
Cetveli indiğinde, parmaklardan kan fışkırırdı sınıfa.
Evimize
yakın oturan Antepli bir çocukla dost oldum. Benim gibi o da okumayı seviyormuş
ve deneylere meraklıymış. En kısa zamanda bir güvercin üzerinde tıp deneyi
yapmak için sözleştik! Ayrıca kitap alışverişi yapıyoruz. Ben ona Jul
Verne’nin, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ını veriyorum o da bana Ay’a
Yolculuk’u.
Antepli
arkadaşım bir gün Urfa’nın o daracık ve tenha sokaklarından koşarak evimize
geldi. “Birkaç gündür bir amca önümü kesiyor sokak arasında; bana, ‘Gel bak
seni minareye çıkarayım. Urfa’nın manzarasını göstereyim’ diyor” dedi, nefes
nefese. “Aman oğlum!” dedim daha önceki babamın tembihleri hatırlayıp, “O adamı
görür görmez kaybol!”
67
yılında ortaokulun birinci sınıfı ikmalsiz, kazasız belasız bitti. Sınıfı
geçtim. “Artık azma zamanıdır” deyip, yine Ulu Cami’de maçlara başladık.
Kovalanınca camiden, utana sıkıla mahalle aralarında antrenman yaptık. Büyük
maçlar aldık, babamdan gizli Bamyasuyu’na top oynamaya gittik!
Sadece
oraya mı? Büyümüştük artık! Yazdı mevsimlerden ve hava her zamanki gibi sıcaktı
çok sıcak. “Abe” dedi kardeşim, “Anzılha Gölü’ne gidelim, içinde küçük bir
yüzme havuzu var, çimeriz!”
Gittik
bir öğlen vakti. Anzılha’ya ilk kez yalnız başımıza ayak basacaktık.
Harrahman’a yakın kapısından girdik, köprüyü geçip adaya ayak bastık sonra da
“aile” kısmından, ‘’Tanıdık kimse var mı’?’’ diye etrafı kolaçan ettik.
Karşı
kıyıda tanıdık görünmüyordu Gölün kenarına dizilmiş masaların sağında solunda
bir sürü erkek, koca koca çınar ağaçlarının gölgelerine oturmuş ya nargile
fokurdatıp çay içiyor ya da tavla oynuyor. Gölün içinde iki kayık var ikisi de
çocuk dolu; kayıkçı, Anzılha’nın yeşil sularında onları seyre çıkarmış.
Gölün
kuytusunda bir yere yöneldik. Kapısından korkarak içeriye baktık. Havuzun dört
bir yanı soyunma odası ve içi biz yaşta çocuklarla kaynıyor.
Bütün
cesaretimizi topladık girdik, bir de mayo kiraladık. İyi de yüzme bilmiyoruz
ki! Aman adam sende, sanki kimin umurunda! Havuzun kenarına tutuna tutuna, bata
çıka, ayaklarımızın yere değdiği yerde tek ayak tek ayak kurbağalama yüzdük,
akşamı ettik ama yüzmeyi de öğrendik. Giyindik; çıkışta aynanın karşısına
geçtik ki ne görelim? Kıpkırmızı, güneşten yanmış suratlar, suda kalmaktan
eprimiş eller! Bir korku aldı ikimizi ki, “Eve nasıl gidilecek, babama
çaktırmadan yatağa nasıl girilecek?”
Bir
‘’suç’’ işlemişsek Babam yakalardı her seferinde ‘’temiz’’ dayak yerdik. Tamam
yerdik yemesine ama en çok zorumuza giden kulaklarımızda çınlayan sık sık
tekrarladığı, “Gizli s.....nin eşkere (açıkta) çocuğu olur!” özdeyişi olurdu.
Yine
yakaladı, görür görmez durumu anladı. Annem de anladı ama karışmaya korktu.
Zaten hangi sağlam vücutla araya girecekti ki?
Babam
önce nereye gittiğimizi sakin sakin, güneşte ne işimiz olduğuna kızarak, en
sonunda da yüzümüzün niye bu kadar kızardığını köpürerek sordu.
Bir
sürü şey uydurduk, “Valla baba kardeşimle caddede çok gezdik ondandır; bi de
çok top oynadık sonradan…” dedik, başka şeyler de uydurduk. Yutmadı!
Yakaladı
birimizin kolundan, tırnağıyla bir çizik attı boydan boya. Beyaz bir şerit
çıktı ortaya! Yine özdeyişini tekrarladı, “Demek Anzılha’ya gittiyiz ha!” diye
bir yandan dövdü bir yandan özdeyişini hatırlattı, doğruluğunu onaylattı;
ikimize de öyle bir dayak attı ki suratlarımız davula döndü.
Yaz
biter sonbahar gelir ya sonra da kış; yine öyle olmuş bir fotoğraf çektirmişiz
2 şubat 68 günü kar altında. Üç kişi var fotoğrafta, kardeşim, Antepli ve ben.
Antepli
aramıza girmiş, kollarını omuzlarımıza atmış. Üstümüzde birer ince ceket var
ama ayaklarımız sağlam görünüyor; üçümüzde de aynı ipli botlar! Gülümsüyoruz
objektife. Pek keyifliyiz!
Ancak
Urfa’da şubat bitip, bahar gelip de yüzünü gösterdi mi biraz sonra da kalkıp
gitmeye niyetlenir. Urfa’nın baharı ne ki, gözünü açtın kapıda, kapadın gitmiş!
Nisan geldi mi al sana yaz!
Artık
bahardan mıdır nedir, 68’in baharında kardeşimle ayrı dünyalardaydık. “Ayrı
gayrı” gezinip durduk. Ben biraz içime kapandım etrafta boş battal dolaşıyorum,
ders çalıştığım da yok, o ise kendini dışarılara vurdu, ne yapıp ettiğini
bilmiyorum?
Kız
kardeşimi hafızam silmiş! Annem desen bir “canlı cenaze!” Yalvarıyor, “Bir
umuttur belki, beni Ankara’ya götürün son kez!” Götürdüler sonra da gerisin
geriye getirdiler salonda yer yatağı yaptılar sürekli yatıyor.
Kımıldayacak
hali yok çok acı çekiyor. Ağrıları çok annemin. Birileri gidip geliyor eve.
Yemek yapıyorlar ya da yapıp getiriyorlar. Biraz annemizin yanına uğruyoruz
sabahları sonra dışarı. Kim bilir nelerle vakit geçiriyoruz? Oraları da hafızam
silmiş. Yalnız bir 11 nisan günü okulla Urfa’nın kurtuluş törenlerine
gittiğimizi hatırlıyorum. Yine bandoda yer almadık, bayrak da taşımadık.
Allah’tan siyah önlükler yok bu kez üstümüzde, ceket ve kravat var.
Törenlerde
yine her yıl olduğu gibi Fransızlar’ın Saco isimli komutanı belediye askerleriyle
esir alındı, her taraf toz duman içinde kaldı ve Koşuyolu’ndaki tören bitti;
okula gelip dağıldık. Hava iyice sıcak. Dondurma da çıkmış artık. Urfa’ya yaz
gelmiş!
Eve
gitmeyi pek canımız istemiyor. Ev kalabalık herkes annemin başında. Kuran
okuyorlar, dua ediyorlar. Bir deri bir kemik kaldı annem, acı içinde.
Bir
on gün daha geçti böyle. Bizleri istiyor, yanına gidiyoruz, ellerini öpüyoruz,
zorlukla yüzümüzü okşuyor. Annem gittikçe küçülüyor yattığı yerde.
Bayramları
sevmiyoruz ama yine bir bayram geldi, gitmek zorunlu! Bu seferki Çocuk Bayramı
23 Nisan, bizler içinmiş, “23 Nisan neşe doluyor insan!”
Sabah
erkenden bayrama gidiyoruz kardeşimle. Annem yatağında, kimseler yok yanında.
Bayram
yeri Koşuyolu denilen hipodromda. Bütün okullar orada; şiirler okunuyor,
konuşmalar yapılıyor, ardından da protokolün önünden sıra sıra ilkokul,
ortaokul ve lise öğrencileri geçiyor. Sıra bizim okula da geliyor, ayaklarımızı
sürüyerek tozu toprağa katarak tören alanından çıkıyoruz.
Okuldan
eve döndük, öğlen olmuştu; sokak kapısının solundaki duvara bir tabut
dayamışlar! Yukarıya çıktık, “Anneniz öldü!” dedi birileri, yüzünü
göstermediler, “İkindiye yetiştirmek lazım” deyip, alıp götürdüler.
“Cenaze
Ulu Cami’den kalkacak!” dediler. Gittik top koşturduğumuz camiye. Hava sıcak,
güneşte durulmuyor her taraf yanıyor! Annemi musalla taşına koymuşlar. Musalla
taşı gölgelik!
İkindi
okundu, caminin avlusu namaz için boşaldı. Bir tek biz kaldık annemin yanı
başında ama başlarımız eğik. Arada bir kaldırıyoruz yerden yeşil gözlerimizi tabutuna
bakıyoruz sonra tekrar yere indiriyoruz.
İkindi
namazı bitti cemaat çıktı camiden, gelip saf tuttular annemin cenaze namazı
için.. Bir kenarda bekledik. Namaz bitince, hoca cemaatle helalleştirdi
annemizi sonra tabutu omuzlara alındı, Ulu Camii’nin o ulu kapısından çıkarılıp
bir zamanlar salına salına gelip geçtiği caddelerden geçirildi hızlı hızlı ve
mezarlığa taşındı.
Uzaktan
yeni kazılmış bir mezar yeri gördük; etrafına içinden çıkan taze toprağı
yığmışlar. Cemaat gelip mezarın başında durdu, tabutu yere bıraktılar. Hoca
ezberinden dualar okudu, birileri mezara indi sonra tabut açıldı, beyazlar
içindeydi Cemile!
İKİNCİ
BÖLÜM
Yıllardır duymazdan, görmezden geldiğimiz “ölüm”, kapımıza kadar gelmiş,
gözlerimizin içine baka baka “annemizi alıp götürmüştü!” Ne yapabilirdik ki?
Peşinden koşsan yetişemezsin, bağırsan sesini duymaz, ağlasan kimin umurunda?
“Ölü”ye
dair bizden başka herkes bir şeyler söylüyordu. “Vışş anam kurtuldu zavallı”
deyip birbirlerine “kurtuluş”un nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı
ya da hiçbir şey demeyip başka şeylerden söz ediyorlardı sanki ortada hiç
“ölen” yokmuş gibi!
Sonunda
biz de öyle yaptık. Herkes kendi yüreğine gömdü anneşini “yaşamak”a başladık.
Urfa’da
taziyeler ayrı ayrı evlerde erkekler için üç gün, kadınlar için kırkına kadar
sürer. Annemin taziyesinde babam, ben, kardeşim, akrabalar üç gün bir evde
oturduk; tanıdıklar, eş dost geldi.
Gelenlere
“Merhaba” denildi, sigara, acı kahve ikram edildi. Gelenler taziyeyi fazla
uzatmadan, “Kalanların selameti, ölmüşlerin ruhu için el Fatiha!” dedi,
başsağlığı diledi, kalkıp gitti.
Taziye
evlerine, “Bir de yemek işi çıkmasın” diye, çarşıda yaptırılmış kolay
yenebilecek yemekler gönderilir. Öğlen balcanlı kebapsa, akşama kıymalı; ya da
öğlen frenkli ise akşama haşhaş kebap; yanlarında da açık ekmek, turp, limon ve
ayran. Yani ya kebap ya da kıymalı! Bir tanıdık ilk yemeği akşam gönderdi: Kıymalı.
Gelen
giden sona erince bir odaya sofra kuruldu. Beni de bir yere oturttular ve
anneminkine benzemeyen birkaç kıymalıyı bir bardak ayranla önüme koydular.
Kıymalılara baktım tanıdık gelmedi, yerim sandım!
Birinin
kenarlarını koparıp bir kenara koydum, ortasını küçük parçalara böldüm.
Kıymalının
ortasını yedim; sıra kenarlara geldi, kenarlara baktım kenarlar bana baktı,
elimle iteliyordum ki kenarları, “Günahtır oğlum ye!” dedi bir ses.
/
Kıymalının kenarları da yenir!
Annem
her Urfalı gibi “lahmacun”a, “kıymalı” derdi. Hazırlaması, yemesi kolay diye de
severdi. Dört kişilik ailemize yarım kilo kuzu kıyması yeterdi. Beni kasaba
gönderirken tembihlerdi, “Eti yağlı al ki kıymalı yumuşak olsun!” “Peki!”
derdim. Kıymalının diğer malzemeleri evde her zaman vardı: Kuru soğan, kuru
isot, frenksuyu ve tuz. Bu kadar basitti içine konulanlar, fırına göndermeden
hepsini biraz su ile birbirine karıştırmak yeterliydi.
Kimileri
kıymalısıyla öğünmek için içine ceviz katar kimileri yoğurt kimileri de acı
olsun diye basardı kuru isodu. Annemin böyle şeylerle uğraşacak ne hırsı vardı
ne hevesi. Onun kıymalısı basitti: Et iyi olacak isot iyi olacak bir de
frenksuyu. Gerisi kıymalıyı pişirecek olan fırıncının ustalığına kalmıştı. Usta
isterse kıymalıyı “koltuk altı”nda fırının sol yanında kendine yakın yerde gevrek
pişirirdi söylersen yumuşak da bırakırdı!
Annem
kıymalıyı hazırlayınca tepsinin üstüne bir gazete kağıdı örter, kardeşimle ben
fırının yolunu tutardık. Fırıncıya kaç tane olacağını söyler, kıymalının
başında bekler, sıraya girerdik. Sıra sıra sıralanmış tepsilerden bizimkine
sıra gelince, kıymalıya şekil veren içi tek tek açtığı hamurlara yayar;
tamamladıklarını fırının önünde durana atar fırıncıya, ” dokuz oldu!” diye
seslenir, tepsiyi de önüne fırlatırdı ki pişenler içine dizilsin.
Fırının
önünde duran ve ‘’kürekçi’’ denilen adam; ‘’tırnakçı denilen arkadaşından
aldığı kıymalıları dörder beşer küreğine dizer sonra da doğru fırının içine
yollardı. Üç dört dakikada pişerdi kıymalı ve kürekçinin küreğinde görünür
görünmez de ağzımızın suyu akardı ama ne fayda ki korkumuzdan eve kadar bir
tanesine bile dokunamazdık. Oysa ne keyiftir fırında ya da yolda bir tanesini
yemek!
Eve
vardığımızda sofra kurulmuş olurdu, üstünde de ayran, limon ve turp. Annemle
sofraya birlikte otururduk ama onu kıymalıyı iştahla yerken hiç görmedim. Zaten
ağır yemek yerdi, bir de yeme sorununa dişleri eklenince, karınlarını doyuran
çocuklarını seyreder oyalanırdı.
Dakikalarca
herkesin yemesini beklerdi, evin ahalisi sofradan kalkınca da kendisi için bir
kenara ayırdığı yumuşak kıymalıların kenarlarını yavaşça koparır, ortalarını
küçük parçalara böler, bir yudum ayranla çiğnemeye başlar, karnını doyurmaya
çalışırdı. Ben de onu beklerdim; kıymalının kenarlarını versin, yiyeyim de
“ziyan” olmasın!’’ diye…
Yaz
gelince okullar kapanır ya, ben de okullar kapanınca “arada sırada” sınıfta
kalırım ya, yine aynısı oldu ama bu kez babam söylenmedi; İstanbul’a yolladı,
“kafan dağılsın!” diye. Gittim ama teyzemlere değil, “Karşı”ya! Teyzemin artık
bizimle ne ilgilenecek hali vardı ne de isteği.
Urfa
Cesur’da yerime oturduğumda sabahtı, öğlen oldu ikindi oldu, akşam, gece yarısı
sonra yine sabah, bir gözümü açtım ki Harem’deyim. Otobüs sıraya girdi, arabalı
vapura bindi, düdük çaldı, “Kalkıyoruz” dedi bir ses vapur kendini denize attı;
yüzdü yüzdü tam geçerken Kız Kulesi’nin yanından, yanağından bir makas aldı;
martılardan balık çaldı, minarelere
şaplak
atıp el şakası yaptı ve sonunda Sirkeci’ye vardı. Ağzım bir karış açık,
“Karşı”daydım!
Otobüs
indi vapurdan, burnunu Sarayburnu’na çevirip yeni bir yola koyuldu. Solumuz
deniz sağımız saray, ikisinin arasında sur var. Gittik gittik sur bitti, deniz
bitti, Topkapı diye bir yere geldik ki her yan insan kımıl kımıl… Taksilere dolmuşlara,
otobüslere binip her biri bir yana gidiyor; kimileri de sağa sola koşturup
çığırtkanların ellerinden kurtulmaya çabalıyor; kurtulamayan da kendini önce
bir firmanın bankosunun önünde, ardından da bir otobüsün koltuğunda buluyor!
Artık nereye gidersen Van, Diyarbakır, Erzurum, Edirne, “Haydin Keşan’a Keşan’a
hemen!”
Misafirliğim
Harbiye’de bir akraba evinde başladı ve ev sahipleri beni eğlendirmek için her
yolu denedi. Peleli Santos İstanbul’a geldi, Dolmabahçe’de
gece maçına götürdüler kapılar açılınca girdik! Bir başka akşam
Açıkhava’da konsere gittik, Berkant en son şarkısı Samanyolu’nu söylüyor, herkes
ayakta, minderler havada, kızlarla oğlanlar el ele şarkıya eşlik ediyor: Bir
şarkısınnnn seeeen ömür boyu süreceeekkeeekk!
Bir
gün, “Sadun Boro İstanbul’a geldi, Gazeteler ‘’Sadun Boro Dolmabahçe’den karaya
çıkacak” diye yazdı, sahile koştum. Sarayın yanındaki meydan, stadın sırtları,
park, her yan insan dolu, ağaçlara bile çıkmışlar! Uzunca bir süre bekledim
kalabalıkla sonunda uzaktan göründü Kısmet; yanaştı kıyıya yakın ki içinde
Sadun Boro, eşi Oda, kedileri Miço var!
Her
zaman böyle seyirlikler olmuyordu, ben de o zaman aylak aylak geziyordum
İstanbul’u! Harbiye’den Taksim uzak değildi, yürüyordum. Hilton’u uzaktan,
Radyoevi’ni yakından seyrediyor az biraz soluklanıyordum Taksim’deki parkta,
biraz sonra Beyoğlu’ndayım.
Arabalar
geçiyor ardı ardına korna çalarak, kaldırımları insan almıyor, yola
dökülüyorlar ikide bir. Dükkanlar ağzına kadar ayakkabı, pantolon, ceket,
kravat, çanta, bavul, don gömlek dolu!
Çiçek
Pasajı diye bir yer keşfettim. İçerisi tıklım tıklım kimi arkadaşıyla bir koyu
sohbette bir koyu sohbette ki sorma. Dayamışlar kollarını ayaktaki masalara
ellerinde sigaralar, önlerinde bardak bardak bira; yanlarında da çöpten şişlere
geçirilmiş bir yiyecek adı “midye tava!”
“Ulan
bu nasıl bir şey ki?” diye bir soru soruyorum kendime sonra da zevzekliğime
kızıp, “Nee bilim lo sanki çok yedim de?” diye söyleniyorum.
Kendimle
barışmaya çalışırken bir taraftan öyle bir koku geliyor ki yok sayılamaz.
Gidiyorum kokunun peşi sıra ki tam karşıda kömürlerin yanında, amca adına
“kokoreç” diyor. Kokoreç bana bakıyor ama “tanış” çıkmıyoruz! Görmediğim çok
şey var bu sokakta. En çok da balık! Her yan balık dolu üstlerinde de etiketler:
Hamsi, levrek Kalkan uskumru daha neler neler! Hiçbirini görmemişim, yememişim
de. O güne kadar yediğim tek balık, Fırat’ın yayın balığı. “Zaten onu yedikten
sonra başka balık yenir mi ki?”
Bibimin
kocası Hacı Amca şofördü. Gün geldi kamyonculuktan bıktı bir otobüs aldı gıcır
gıcır! Başladı otobüs şoförlüğüne. İstanbullar’a kadar geldi gitti, son
geldiğinde beni de aldı Urfa’ya beraber döndük.
Hacı
Amcamız’ı herkes severdi ama en çok da biz çocuklar. Gönlü geniş adamdı; evi,
hele de sofrası her zaman, herkese açıktı. Yalnız bir büyük “zaaf”ı vardı Hacı
Amca’nın her zaman yemek konuşur, konuşmadığı zaman da yerdi! Annem anlatmıştı;
kendisi yeni gelin, kaynanasında kalıyor. Evin ahalisi çok, gelen gidenin
hesabı belli değil. Pişiriliyor yeniyor, yenilirken de bir öğün sonrası “Yav
çoktandır kaburga yapmadıyız! Eyice tembel oldıyız ha?” şeklinde
kararlaştırılıyor.
Bir
gün; zerde yapmışlar ama ortalık yerde bırakmışlar! Hacı Amca da genç o
zamanlar, önüne ne konsa “karnım tok” deyip geri çevirmiyor.
Halasının
evinde bir gece yarısı uyanmış ki karnı aç! Mutfağa gitmiş bir şey bulamamış,
bir de kilere bakmak aklına gelmiş ki ne görsün? Oturmuş zerdenin yanı başlamış
kaşıklamayana, dibi görünene kadar! Hacı Amca’nın ünü o zamanlardan geliyormuş.
Hacı
Amca Bibimle evlenince yemeği daha da sevmiş. ‘’Avrad’’ı yaprak sarıyor “bir
numara”, ağzı açık yapıyor ki ağzın açık kalır! Boranının hakkından geliyor,
ekmek de açıyor, şıllık da yapıyor; o yemek yemesin kim yesin?
Hacı
Amcayla birlikte bibimin yemeklerinden ben de çok yedim! Ancak bakardım ki
gözüm doymuyor, gönlüm “gezmeler” de istiyor, söylemem yeterliydi. “Bu sefer
ben de gelim mi Hacı Emmi?” dedim mi hiç kırmazdı. Bir bakmışsın seferde Ankara
var bir başka seferde Adana.
Hacı
Amca “Hadi bakalım gelecek salıya gidiyoruz” deyince yollara düşerdik. Aligör,
Birecik derken Fırat’ı aşar, Nizip’e gelince gözlerimi kapardım ne zeytin
ağaçlarını görmek isterdim ne de höyükleri! Antep’te heyecanlanır, Adana yolu
uzar da uzar; dağları, nehirleri seyreder, kamyonları sayar, bir otobüs geçti
mi nanik yapardım pencerelerine. Nihayet uzaktan Gavur Dağı görünür, görünür
görünmez de otobüsümüz toparlanır, ardından “Ha gayret!” der gibi başlardı döne
döne virajları tırmanmaya.
Hacı
Amca kan ter içinde kalırdı direksiyonu toparlamaktan. Bense sağdaki uçuruma
soldaki ağaçlara bakmaktan neredeyse camlara yapışık tamamlardım yolculuğu.
Pikaptan Şükran Ay’ın sesi yükselir, “Yine başın dumanlı kirpiklerin ıslak,
gözlerin kanlı kanlı ah delikanlı!” şarkısı otobüsün her yanında yankılanırdı.
Ne keyiflenirdim!
Hacı
Amca ve yolcular dönmekten bıkacak hale gelince Gavur Dağı’nın tepesindeki
Alman Pınarı görünür, otobüsümüz içindeki lokantaya yönelince de, Hoparlörden
bir ses “Sayın Urfa Cesssur yolcuları, otobüsünüz yarım saat yemek ve ihtiyaç
molası vermiştir” derdi. Yolcular otobüsten inince önce “ihtiyaçlar”ını giderir
sonra da garsonlarca lokantanın kışsa içine, yazsa bahçede kurulu masalarına
buyur edilirdi. Bize ise lokanta sahibi şoför, yardımcısı ve misafirlerine her
zaman yaptığını yapar, yol açar, onlar için hazırlanmış masanın yerini
gösterirdi. İşte o an benim için gezmelerin nedeni olan şölen başlardı: Yemek!
Alman
Pınarı’nda yemek demek kebap demekti; tike kebabı, balcanlı frenkli adana
kebaplar; çorbaların şahı mercimek çorbası ya da ezo gelin.yanlarında açık
ekmek dırnaklı ekmek, buz gibi su, ayran, şalgam; yeşillikse canının istediği
kadar maydanoz, yeşil soğan, acı yeşil isot, taze nane, kuzukulağı, turp;
yemeğin üzerine, canın meyve mi istedi “Olur ağamm başım üstüne, pınardan bir
karpuz kesek!” Yemekler şirketten!
Her
seferinde, Fırat Nehri kenarında çay içmenin, Gavur Dağı’nda, Pozantı’da yemek
yemenin, Seyhan Nehri kenarında uyumanın; Tekir Yaylası’nı, Toroslar’ı, Konya
Bozkırı’nı, Tuz Gölü’nü seyretmenin; radyoda türkü dinlemenin, Gençlik
Parkı’nda dolaşmanın tadına varamadan gezmelerim sona ererdi. Ancak bir gün
geldi ki hepten son buldu! Bir Ankara dönüşü gün doğumundan önce, Adana’ya gelmek
üzereyken iki koltuk üstünde uyuyordum; Hacı Amca da bakmış uykusu geliyor o da
otobüsün direksiyonunda uyumuş!
Uyandığımda
asfaltın üzerindeydim! Otobüs yol kenarında, dört tekerleğini havaya dikmiş
boylu boyunca yatıyordu. Saçlarımın arasındaki cam kırıklarını temizledim, Hacı
Amca’ya bakındım, bulamadım! Bir süre sonra muavin alaca karanlığın içinde
belirdi; birlikte yolculara yardım için otobüse girdik. Bir ölü çıkardık birkaç
da yaralı! Kazanın ardından günler boyu ya uyudum ya da uyurgezer gibi dolaştım.
Kendime geldiğimde Hacı Amca şoförlüğü bırakmıştı!
Hacı
Amca bir süre evde oturdu sonra sıkıldı müteahhitlik yaptı sonra ondan da
sıkıldı tası tarağı toplayıp Urfa’dan epey uzaktaki bir sahil kasabasına
yerleşti. Kasabada meyve sebze boldu.
Hacı
Amca alışveriş yaptı bibim pişirdi o yedi bibim pişirdi o yedi; bir yandan da Urfalar’ya
laflar yetiştirdi, “Et ele tezze eleee tezze ki! Pendir, yoğurt lebalep, muzu
hevenkle alıyık. Kalhın gelin looo…“ Hacı Amca’nın haberleri, yanına çağırmaları
her yıl sürdü. Her yıl da giden oldu evine sofrasına. Yine yenildi içildi ama
gün geldi sesi soluğu kesildi, şekeri yemelere daha fazla dayanamadı!
/
Urfalıların tek salatası: Bostana
Hacı
amcayı yemek yaparken görmedim. Zaten yapmasına da gerek yoktu. Nasıl olsa
bibim vardı. Ancak Hacı Amca her yemekle değil sadece yanlarına yakışacak
yemeklere bostan yapardı: Bostana Adı üstünde bostanda ne yetişiyorsa içine o
var.
Olgun
frenk, taze yeşil acı isot, taze soğan, maydanoz, nane, pirpirim (semizotu)
bulunabilirse ekşi nar, limon ya da koruk suyu… Yeşillikler ince ince
doğranacak yaz ise içine az biraz buz parçaları atılıp servis edilecek. Bu
arada Hacı Amca içine birkaç tane de Urfa’ya Antep’e özgü zeytin doğrardı.
/
Söğürme için Ağlanır!
“Urfalılar
patlıcanı çok sever, ondan yapılan yemeklere pek düşkündür” demiştik ya, Kardeşim
bunların içinde söğürmeyi bir başka türlü severdi ve rast geldiğinde de
“bayram” ederdi.
Bir
gün yine amcalar, yeğenler, yengeler, herkes Hacı Amcalar’da Yemekte de kardeşimin
“sevgilisi” söğürme var!
Kilolarca
patlıcan önce çocuklarla fırına gönderilmiş; gelince de kadınlar kabuklarını
soyup tokmakla ezmiş; içine birkaç diş sarımsak ezip katmışlar birkaç
çimdik de tuz ekmişler. Söğürme tabaklara serilmiş, üstüne konacak kavrulmuş
kuzu kıymasını bekliyor ki kızdırılmış sadeyağ gezdirilecek.
O
gün söğürme tabaklara konuldu sofraya dizildi. Ancak Bibi’min aklına yemeğe
gelemeyen bir kardeşi düştü! Hiç kardeşsiz yemek boğazından geçer mi? Döndü
kardeşime, “Hadi kurban, bir tabak da amcana götür gel” dedi.
Yer
sofrasına oturuldu; erkekler başköşede sonra kadınlar, çocuklar da araya
sıkışmış kimi analarının dizi dibinde kimi de ben gibi başının çaresine
bakıyor.
Söğürmeyi
büyük bakır sahanlara koymuşlar ki her biri üç dört kişinin hakkı! Bostanalar
da derin çukur kaplarda sahanların arasında. Sofraya belli aralıklarla yuha
ekmekler atılmış, bardak bardak ayran, su doldurulmuş; bir de yeşil acı isot
var istemediğin kadar! Oturuldu yemeğe ki söğürme kapanın elinde kalıyor!
Büyük
bir iştahla yemek yenildi, bitti. Sofra toparlandı. Erkekler şekerleme için bir
kenara çekilmeye hazırlanırken kardeşim göründü aşağı kapıda, belli ki soluk
soluğa gidip gelmiş. Merdivenleri tırmandı, odaya girdi ki söğürmenin, en
sevdiği yemeğin yerinde yeller esiyor; bir kenara çöktü ağladı, hayatı boyunca
da bunu unutmadı. Kardeşim bir de babamızın bizi cezalandırmak için evden
kovmalarını unutmadı.
Her
kovulduğumuzda annemin mezarına gidip kendisini ‘’görsün’’ diye ayakucunda
ağlardı; kardeşim çok ağlardı.
Bir
gün bizimki eve gitmiş… Koşa koşa geldi; “Abe, mutfakta fındık, fıstık ve meyve
vardı; valla hiçbirine dokunmadım! Babam beni mutfakta görünce avuç avuç
verdi!” dedi.
Babamız
yalnızlığa alışık değildi, bir de “Çocuklar ortalıkta fazla sürünmesinler”
denilince, annemin ölümünden altı ay sonra uygun bir kısmet arandı ve bulundu.
Bir akşam eve gitmemiz istenmedi, sabahına çağrıldık; sabahlığı içinde bir
kadın! Esmer uzun boylu, kara kaşlı kara gözlü.
Babam
gençliğinde Urfa’da kuş beslermiş, evlendi Nizip’te de besledi yeni evimizde de
besledi. Her eve onlarla gidiyoruz. Kuşlar onun özgürlüğü, uçunca kafeslerden
kurtarıyorlar onu.
Bu
kuşların Urfa’daki adı “Yapşan”; ayakları "tumanlı" ve takla atıyor!
Bizde “Siyah Yapşan” da var, “Gök Yapşan” da “Beyaz Yapşan” da… Babam en çok
“Miski”leri, “Kula”ları, “Kürenk” ve “Musullu”ları seviyor ama kuşlar öylesine
pahalı ki her halde maaşının yüklü bir kısmı onlara gidiyordu ama söz konusu
onlar oldu mu akan sular dururdu!
Terasımız
kuşlar için çok uygun. Duvarlarının yüksekliği yüzünden kimseler babamı kuşları
uçururken görmüyor; o da kuş uçurmanın, onları gökyüzünde seyretmenin,
seyrederken gözden kaybolacak kadar yükseklere çıkmalarının keyfini çıkarıyor.
Yoksa, “Yaşını başını almış bir adamın, terasta kuş uçurması ayıp değil mi?”
Ayıplayan olursa üvey annem onların söylenmelerini, kuş uçurmanın inceliğini
bilmezliklerine verip, “Anam hiç kuş uçuran sağı solu görür mü? Onun gözü
kuşlarında!” diye paylıyor.
Kuşlarımız
da öyle güzel uçuyor ki Ulucami’nin, Karameydan’ın, Yusufpaşa’nın minareleri
arasında… Urfa’nın bulutsuz gökyüzünde gözden kayboluyorlar. Birazdan bir
yerlerden takla sesleri gelmeye başlıyor, “Şak şak” diye… Gözünüzle onları
yakaladığınızda yavaş yavaş takla ata ata terasa inmeye başlıyorlar. İçlerinden
birkaçı terasa iniyor ama bazıları alçalıp alçalıp neredeyse yere konacak
haldeyken tekrar takla ata ata yükseliyor gökyüzüne.
“Kuşlarım
çok nazarımda! Ayrıca soyları sopları da belli!” İşte bu laflar çok ama
çok önemliydi babam için! Kuşlarından söz ederken gözleri parlar, kendinden
geçerdi. Babamın kuşları iyiydi hoştu kendisinin de neşesi yerindeydi ama bari
bizi rahat bıraksaydı! Yok bırakmazdı. Mutlak ayda bir, terastaki tahtadan
kuşların kafesi yıkılacak, yeniden yapılacak! Peki bundan bize ne?
Bizi
ilgilendiren tarafı, yıkıma karar verdi mi, ikimizden birini gözüne kestirir,
“Bir tarafa kaybolma, yarın bana lazımsın!” derdi. Üstelik bu iş mutlak
cumartesi ya da pazar günü olur onun ve bizim tatil günlerimize denk gelir, gün
boyu kimi zaman da iki gün sürerdi. Buna da “Tamam” derdik, başka bir şey deme
şansımız var ama demiyoruz gibi!
Babama
sadece yardım etsek pek sorun etmezdik ama bu işin bir de “tahta, çekiç,
kerpeten eğitimi”, çiviyi ona uzatmanın bile bir yolu yordamı vardı! “Çivi ver”
deyince öyle pat diye vermeyeceksin. Bir tane alıp, ucundan tutup baş tarafıyla
uzatacaksın! Ya çivi düzeltme? Bazen kerpetenle bazen de keserle önce çivileri
tahtalardan çıkaracaksın ama mümkün olduğu kadar düzgün yoksa eğri büğrü
olanları çekiçle yerde düzeltmek zorunda kalırsın! Düzeltmeye çalışırdık ama ya
çekici parmaklarımıza vururduk ya da boynumuzun köküne bir tokat gelirdi, “Elee
mi düzeltilir eşşeeekoğlu eşşeeek!” nidasıyla.
Babam
bir zaman geldi, memurluğun “tatlı” uyuşukluğunu üstünden attı, cesaretlendi,
hayatının en büyük “eylem”ini gerçekleştirdi ve banka kredisiyle Karakoyun
Deresi’nin kenarında yepyeni bir apartman dairesi aldı, üvey annemin de
“uğurlu” geldiğine inandı!
Baharda
taşındık. Evimiz apartmanın yedinci katında; dört odası var iki de geniş
balkonu. Balkondan, Bediüzaman Mezarlığı görünüyor! Balkona her çıktığımda annem
bana bakıyor ben Annem’e! İstanbul’da Karacaahmet’e bakıp oraya gideceği korkusuyla,
Urfa’da Bediüzaman Mezarlığı’nda yatıyor gerçeğiyle yaşadım. Şimdilerde
mezarına, Urfa’ya gidiyorum bazen üç bazen beş yılda. ‘’Ayak ucumda durursanız
sizi görürüm’’ demişti. ‘’Çok görsün’’ diye çok duruyorum ayakucunda, otlarını
yolup göğsünü okşuyorum; Mezar taşlarını onartıp, silikleşmiş yazılarını
yeniliyorum: Mustafa Zeliha kızı Cemile Yaman Doğumu 1924 ölümü 1968
Evin
babama göre en önemli özelliği kapıdan çıkıyorsun önünde bir daire büyüklüğünde
teras var! Bütün Urfa ayağının altında. Babam daha taşınmadan kuşları için
terasta betondan bir oda yaptırdı, biz de çekiç, çivi, keser, kerpeten
eğitiminden temelli kurtulduk!
Yaşamımız
ev ile değişti. Eski arkadaşlar eski mahallede kaldı. Yeni mahallede yeni
arkadaşlar edindik. Karakoyun Deresi kenarında neredeyse bir futbol sahası kadar
büyük bir arsa vardı, top sahamız oldu. Evde kardeşimle bana büyük bir oda
verildi, pencereden bütün Urfa bir de okulumuz görünüyor.
Evin
en büyük lüksü bize göre hemen yanı başımızdaki iki yazlık sinema bir de top
sahasıydı. Balkona ya da terasa çıkınca sinemaların locasında oturur gibi
oturur, sahaya inince de kendimizi gerçek bir top sahasında sanırdık.
Bir
hafta boyunca her akşam iki Türk filmi oynardı sinemalarımızda; etti mi sana
dört film! Emel Sayın filmlerde sürekli şarkı söyler, Tarık Akan onun
sevgilisi; Cüneyt Arkın, Malkoçoğlu rolünde akın üzerine akın tazelerdi “gavur”
ellerine; Yılmaz Güney kabadayı olur, sağa sola ateş eder filmin sonunda
ölürdü; Türkan Şoray ise filmlerden öyle güzel bakardı ki!
Yalnız
balkonumuz her akşam tıklım tıklım olur, akrabadan konu komşudan geçilmezdi.
Çay kahve yapmaktan, su taşımaktan bitap düşerdik bütün gece. Bazen de gecenin
bir vakti misafirlerimizin içi ezilir; üvey annem ya yağlı kifte yapardı
çarçabuk ya da çayın yanına Urfallılar’ın tuzlusu külünçe çıkarırdı!
Bazı
geceler sinemalarda halk müziği konserleri olurdu. Sinemada artık adım atacak
yer kalmaz, duvarlar serbest olurdu, herkes üstünde! Sahneye önce uvertürler
çıkardı sonra assolistler. İbrahim Tatlıses diye bir genç vardı biz yaşlarda,
onu dinlerken bütün sinema, “Hee baboo ağzıya sağlık” sesleri alkışlarla
yıkılırdı!
Top
sahamız Karakoyun Deresi yanında ya her gün topla cebelleşirdik! İlk yaptığımız
maçlarda top sürekli dereye kaçardı birimiz dereye inip çamura bulanmış topu yukarıya
çıkarırdık.
Urfalıların
‘’Geldi’’, ‘’geliyor’’ dediği dere, yüzyıllarca öyle bir gelmiş ki bir gece beş
bin kişiyi alıp götürmüş. Bugün Harrahman ve Anzılha denilen göllerin kenarlarında
sarayı bulunan Kralımız Büyük Abgar, hışmından Kaleye sığınmış, canını zor
kurtarmış.
Asıl
adı Daysan Deresi olan Karakoyun Deresi bir keresinde yine öyle bir gelmiş kin
canlar mallar alıp götürmüş. Bizans İmparatoru Jüstiyanus ıslah etmeye İstanbul’dan
kalkıp gelmiş, çevresinde yapılaşmayı yasaklamış. Biz şimdi Karakoyun
Deresi’nin kenarında top oynuyorduk. Kralımız duysa kim bilir bize ne kızardı?
Belki de kızmazdı çünkü kardeşim orada “futbolcu” oldu. Futbola hep benden daha
yatkındı; o günler boy da attı, artık ona her fırsatta “zart zurt” edemiyordum.
Ben de “Bari başka türlü terbiye edeyim” deyip temmuz sıcağında, derenin
kenarındaki top sahamıza indiriyordum ki, “Antrenman yapsın, sol ayağını
çalıştırsın.” Sonunda çalışmanın faydasını gördü her geçen gün topa daha güzel
vurmaya başladı bir de “sol ayak” kazandı.
Büyük
sahalarda iddialı maçlar yaptık takım için mahalleden yeni arkadaşlar bulduk.
Hepsi de iyi futbolcular. İçlerinde en kötüsü benim ama başlarından
atamadıklarından beni kaleye koyuyorlar. Bazen günümde oluyorum kaleden çıkıp
ileri uçta oynuyorum. Oynamak dedimse gidip bekliyorum öylece, top ayağıma denk
gelirse gol atıyorum. Kardeşimse her geçen gün daha iyi futbolcu oldu ve gün
geldi Urfaspor Genç Takımı’nın seçmelerini kazanıp takıma girdi sonrasında da A
takımına sonra Konya sonra İstanbul Tophane Tayfur ve Beşiktaş!
Yeni
arkadaşlarımız Hallo, Ahmo ve Naco. Hallo bağlama çalıyor müthiş, Ahmo top
oynuyor müthiş, Naco ise elini kulağına götürüp de hoyrata başlayınca yedi
mahalle başımıza toplanıyor.
Daha
içkiyi bilmiyoruz ama hevesleniyoruz da! Birinin evi boşaldı mı, “Hadi içelim
bu akşam!” diyoruz. Hallo et sote yapıyor ana yemek, mezemiz cacık, domates,
hıyar, bir de pendir!
Bir
şişe şarap alıp beş kişi paylaşıyoruz; baktık yetmedi bir şişe daha... Kimimiz
hemen kafayı bulup olduğu yere yığılıyor kimimiz sağı solu toparlıyordu ‘’Yakalanmayalım’’
diye.
Arkadaşlarımızla
Urfa’yı dolanıp duruyoruz ama en çok, askeri kantinin duvarında oturmayı
seviyoruz. Bütün zamanımız orada geçiyor. Babam oturuşumuzu, abdesthane
ibriklerinin dizilişine benzetiyor. Ancak duvarımız öyle stratejik bir yerde
ki! Urfa’nın işgalinde, Fransızlar’ın karargah olarak kullandığı, her tarafı
mermilerle delik deşik edilmiş iki adım önümüzdeki tarihi binadan gözler gibi
kim geliyor kim gidiyor biliyoruz. En çok da ‘’Kırkmendil’in önümüzden geçişini
seviyoruz. Urfalılar ona bu adı, her gün yeni bir şey giydiği, üstelik
rengarenk giyindiği için takmışlar. Onu her gördüğümüzde, hemşerilerimizin
lakap uydurmadaki başarılarına şapka çıkarıyoruz. Ancak ya boynuna bağladığı
eşarba bir şey diyoruz kendi aramızda fısır fısır ya da eteğinin rengine bir
kusur buluyoruz. Zaten bizim dengimiz değil ablamız sayılır kim bilir belki de
teyzemiz!
Diğer
kızların ise kimisi bir arkadaşımızın yakını, bir başkası mahallemizin kızı bir
başkası bize yüz vermiyor. Zaten içimizdeki en yakışıklılar, eli yüzü düzgünler
ağzı laf yapanlar boş durmuyor, arayışları var! Hele ki kardeşim, Hallo ve Naco
söz konusu olunca...
“Bir
şey çevirdikleri belli ama ne?” Anlamak mümkün değil! Kendi aralarında
fısıldaşıp, uzun süreli ortadan kayboluyorlar ve bir gün geliyor ki
çevirdikleri dolaplar bana kadar ulaşıyor, yardıma ihtiyaçları var!
“Bize
bir boş ev lazım!”
“Ne
yapacaksınız evi?”
“Parti
vereceğiz!”
“Parti
ne demek?”
“Kız
arkadaşlar geliyor, dans ediyorsun!”
“Kız
arkadaş ne demek?”
“Sevgili!”
“Sizin
sevgiliniz mi oldu?”
“Evet
yeni oldu!”
“Benim
niye haberim yok?”
“………………”
“Bana
da kız ayarlarsanız olur!”
Anlaşıyoruz.
Ancak önce boş bir ev ayarlamak lazım, bu “umut” tartışılıyor sonra da
gerçekleşme olasılığı en yüksek ev, içten ve dıştan gözetim altında tutuluyor.
Ardında da sıra malzemelere geliyor.
“Pikap
ve plak bulmak şart.”
“Niye?”
“Yoksa
dans edilmez, edilmezse de kızlara yaklaşılmaz.”
“………………”
Bu
görevi yerine getirebilecek kişi belirleniyor ve pikabın getirilmesi, başına
bir kaza gelmeden kullanılması ve sonunda sahibine götürülüp iade edilmesi
görevi, ona veriliyor. Sonra istihbarat faaliyeti başlıyor ki buna herkes
katılıyor.
“Analığım
belki bu hafta anasına gider. Giderse akşama zor döner. O zaman bizde yaparız
partiyi!”
“Dur
bakalım belki ablam kabul gününe gider. Evi ayarlarım ama en çok eniştemden
korkuyorum bazı günler eve erken geliyor.”
“Oğlum
kızlara erkenden haber vermek lazım. Evden nasıl çıkacaklar? Anaları babaları
yok mu?”
“Ulan
ne anası babası ne karıştırıyorsun onları! Sen evi ayarla, gerisini biz
hallederiz.”
Birkaç
kez, ayarlanan evlerde parti yapıldı ama benim için ne gelen vardı ne giden?
Ben de parti düzenlemelerine olan yardımımı ya kestim ya da işi ağırdan almaya
başladım. Sonunda bir gün “müjde” verildi, bana da bir kız bulunmuş! Ancak bir
şartla, kız gelecek beni partide görecek, eğer beğenirse sonrası için haber
verecek!
Kız
geldi. Biraz ufak tefek ama olsun. Ben onu beğendim! O beni beğenecek mi? “Onu
da haftaya göreceğiz” diye düşünüp beklemeye başladım. Yalnız arkadaşlarım,
“İyi de hafta dedikse hemen haftaya değil. Nerde öyle hemen kolay ev
ayarlamak!” diye de bizimkiler yüreğime not düştü!
Sonunda
bir hafta dediğimiz süre bir aya çıktı ve benim de bir kız arkadaşım oldu.
Gerçi dans etmeye çalışırken el kol, boy pos ayarlaması konusunda biraz
zorlanıyorum ama hiç olmazsa ayağına basmıyorum. Bizim “ayılar” doğru düzgün
dans etmesini bile bilmiyorlar! Zaten dertleri de dans etmek değil!
Sabahları
okul için çocuklar zor kalkar biz ise yataktan sürünerek kalkardık. Hatta
yatağın keyfini biraz abartır, penceremizden kapısı görünen okula son giren
öğrenciler olurduk.
O
yıl kardeşim orta okulun ikisine ben üçüne başladım. Başladım ama ne başlamak!
İlk gün teneffüse çıktık. Orta katta sınıfım... Tam merdivenlerin başına geldim
ki üst kattan bir kız iniyor, etrafı da bir sürü kızla çevrilmiş. Çevrilmiş ne
demek halelenmiş! Kız bir yandan konuşuyor bir yandan öyle güzel gülüyor öyle
güzel gülüyor, gülümsüyor ki “sankim melek!”
Bizimkilere
benzemiyor farklı; belli ki Urfa’ya bir yerlerden gelmiş. Bir kere dal gibi
ince, bizimkiler etli butlu olur, eli ayağı beyaz bunun, bizimkiler esmer ev
ekmeği gibidir; gözleri yeşil bu kızın, “Anzılha’nın suları gibi”, bizimkilerin
gözleri zeytun habbesi gibi olur ya ufak ya büyük ya kahverengi ya da kara!
Çarpıldım!
Kız anında “cigerim” oldu! Bu arada okulda bu “ciger” muhabbeti çok yaygın
olduğundan hatta bazı arkadaşlarımız öylesine uzaktan uzaktan herkesi “ciger”
niyetine sevdiklerinden, haplarını atıp kafayı bulduklarından, göğüslerini
jiletle parçaladıklarından ve bunu bir “övünç” meselesi yaptıklarından, sonunda
benim de bir “ciger”imin olmasından sonsuz mutluluk duydum ama kimselere
söylemedim, kendime sakladım.
O
gün derslerin sonunu, her teneffüste onu görmeme rağmen zar zor getirdim. Zil
çalınca okulun kapısına koştum, bekledim. Çıktı, karşı caddeye geçti, sola
döndü birkaç adımdan sonra da sağa… Karakoyun Deresi’nin üstündeki
tarihi köprüye doğru ağır ağır tek başına yürüdü ve bizim mahalleye yöneldi. O
an mahalle değil sanki bütün Urfa benim oldu.
Kız
köprünün sonunda askeri kantine uğradı, ben de fırsattan istifade gelip her
zaman oturduğumuz duvarımıza yığıldım. Bir daha da yerimden kalkamadım. Çıktı
sonunda kantinden, yürümeye başladı dosdoğru evine, arkasında da nerdeyse
okulun bütün erkekleri… Yürüdü yürüdü tam gözden kaybolacakken bir apartmandan
içeriye girdi, duvarın üstünden kalkmazsam tam karşımdaki apartman, ufuk çizgim
oldu.
Artık
boş zamanlarda da dolu zamanlarda da hep duvarın üstündeyim. Oturuyordum ama
kalkamıyordum yerimden. Bazen de evimizin terasından kuşbakışı geçeceği yolu
gözetliyordum. Şansım yaver giderse birden yolda beliriveriyor ya kantine gidip
hemen geri dönüyor ya da kim bilir nereye?
Benim
için danslı partiler, kız arkadaş dönemi bitti. Kendimi eve kapayıp, düş
kurdum, şiirler yazdım.
Aşıktım!
Hem de deliler gibi... Lakin aşkın tadını çıkaramıyordum ki! Evdeki duygusal ve
de melankolik saatlerim fazla uzun sürmüyordu. Nedeni de Urfalılar’ın fırında
yemek pişirtmek ve fırından ekmek almak sevdası!
Üvey
annem kız kardeşimi alıp öğlenden sonraları, “kabul günleri”ne ya da konu
komşuya giderdi. Dönünce de çoğunlukla yemek yapmaya vakti olmadığından hemen
önüne bir tepsi çeker, patlıcanları yığar tezgaha ve başlardı üç parmak
kalınlığında doğramaya sonra da yarım kiloluk kuzu kıymasından ceviz
büyüklüğünde parçalar koparır, bir patlıcan bir et dizerdi tepsiye…
Dıştan
başladığı dizme işi sonunda tepsinin ortasında sonlanır ve odamın kapısını
vurup, “Tepsi kebabı hazırladım hadi fırına götür, akşam da alırsan yeriz lee!”
derdi ardından da eklerdi, “Evde heç ekmek kalmamış dört tene de açık ekmek
al!” Bu laflar benim deliye dönmem için yeterdi de artardı bile.
Evdeki
tek erkek bendim her zaman, bizimki kim bilir hangi sahada top peşinde olurdu o
saatlerde! Yapacak bir şey yok, “Hayır!” desem, akşama babam bunun hesabını
sormayacak mı, “Tepsi niye fırına götürülmedi? Evde tezze ekmek niye yok?”
demeyecek mi? Çaresiz, “Peki!” derdim.
Evden
çıkar tarihi binanın delik deşik olmuş duvarının dibinden yokuşu tırmanırdım.
Tam binayı dönecekken en korktuğum yere geldiğimi anımsayıp başlardım dua
etmeye, “Allah’ım ne olur Allahım; güzel Allahım balkonda olmasın, ne olur
olmasın!”
Aşacağım
sokak o kadar uzundu ki, korkudan rengim atar, her yanımı ter basardı. Kafam,
tepsi kebabının sarıldığı gazete kağıtlarına gömülü, neredeyse koşar adımlarla
hızla sokağı geçip fırına doğru sola dönerdim; dönerken de kafamı kaldırmadan
göz ucuyla “cigerim”in balkonlarına bir göz atardım, ki orada yoksa dünyalar
benim olurdu!
Fırında
bir tehlike yok çünkü onlar yabancı; bizim gibi sabah akşam tepsi kebabı, ölü
balcan, çömlek, kıymalı, pendirli ekmek yemiyorlar ki! Yemeyince pişirtmiyorlar
ki karşılaşalım! Her sabah fırından dırnaklı (tırnakla şekil verilen ekmek ya
da küncülü ekmek (susamlı); her öğlen ve de akşam, yemeğine göre ya açık ya da
dırnaklı ekmek almıyorlar ki onlar “somun ekmek” yiyor, karşılaşmamız imkansız!
‘’Cigerim’e
aşıktım. Ortanca amcamdan sonra ailede, ikinci ‘’en büyük’’ aşkı şimdi ben yaşıyordum.
Ya sonum onunkine benzerse?
Amcam,
40’larda yakışıklı bir Urfa delikanlısıymış. Kendi halinde sessiz sedasız
biriymiş. Hiç arkadaşı yokmuş! Bütün
eğlencesi hafta sonunda Anzılha’ya gidip çay içerek etrafı seyretmek, akşam
üzeri de Harrahman’da bekçilerden gizli yüzmekmiş. İyi yüzücüymüş amcam. Hani
demiştik ya “biraz inatmış!” Allah vere bir şeye, “Evet” ya da “Hayır!” desin
bir daha geri dönmezmiş sözünden; bu yüzden babamdan sık sık dayak yediğini de
belirtmiştik ama nafile kalmış bu çabalar, “kusur” kalmış üstünde, hiç
vazgeçmemiş inadından!
Amcam
dedemin yanında erken yaşta çırak olarak çalışmaya başladığından ve neredeyse
bütün işleri olağanüstü bir çabayla ve çabuk yaptığından, dükkanın
demirbaşıymış. Okula göndermemişler ncak amcam okulu severmiş.
Öğlenden
sonraları dükkandaki işini erken bitirir, üstünü başını silkeler, bir koşu
Gümrük Hanı’na gider, hanın ortasından akan Harrahman suyunda elini yüzünü
yıkar, saçlarını da kemik tarağıyla horozlu aynasına bakıp taradı mı soluğu
hemen dükkanlarının yanındaki Mithatpaşa Mektebi’nde alırmış.
Amcam
okula, Sara’yı görmeye gidermiş. Okul önünde öğrencilerin gün sonu telaşını
izler, kuşlar gibi cıvıldaşan kendi yaşıtlarına gıpta ile bakarmış ama onun
aklı fikri Sara’daymış. Sara kapıda göründü mü onu bir telaş alır, yüzü
utançtan kıpkırmızı kesilirmiş. Derken Sara arkadaşlarıyla vedalaşır evine
giden yola sapar, amcam da Sara’yı usulca Çakeri Mahallesi’ne kadar takip eder,
kapılarından geri dönermiş.
Sara
bir Yahudi kızıymış, beyaz tenli, kumral, yeşil gözlü. Sara çok güzel bir
kızmış çok! Onun için okul önünde kavgalar çıkar sopalar çıkarılır, bazen de
bıçaklar çekilir, gençler birbirlerine girermiş! Sara bütün bu olup bitenlere
aldırmaz, evinden okula nasıl sessiz sedasız gelir öyle geri dönermiş. Sara,
amcamın kendisini usulca takip ettiğini bilir, diğerlerinin şamatasına ise
gülüp geçermiş.
Sara’nın
ailesi ve akrabaları Urfa’nın hatırı sayılır zenginlerindenmiş. Kentin hem
ticaret hayatında hem de nüfus yoğunluğu içinde yüzyıllardır önemli bir yere
sahip olan Yahudiler, 40’lı yılların sonuna gelindiğinde ticaret yaşamında yine
etkinmiş. O zamanki cemaatleri de 40, 50 aileye yakınmış.
Sayıları
her geçen gün azalan bu Yahudi ailelerinden birinin büyük kızı olan Sara’nın,
üç de erkek kardeşi varmış. Sara okul dönüşünde daha önlüğünü çıkarmaya fırsat
bulamadan küçük kardeşleri tarafından kendileriyle oynasın diye eteğinden
çekiştirilir, o da onları kıramaz, oyunlarına katılırmış. Onlarla çelik çomak,
kör ebe ya da saklambaç oynar bazen de o güne kadar kentte “eşi menendi
görülmemiş” bir şey olan Urfalılar’ın bazen “cansız at” bazen de “velespit”
dedikleri bisiklete binmelerine yardımcı olurmuş.
47
yılında ocağın son günü, Urfa’da yüzlerce yıldır süren Müslüman-Yahudi
birlikteliği bir katliamla son bulmuş. Çakeri Mahallesi’nde Yahudiler’in
oturduğu bir evde, 65 yaşındaki Semha ile 17 yaşındaki Yakov, 42 yaşındaki
İshak ile 40 yaşında, 6 aylık hamile karısı Mazel, 15 yaşındaki Yosef, 8 yaşındaki
Ester ve 6 yaşındaki Raşel gözleri oyularak, parmakları kesilerek öldürülmüş.
Bu
katliam sonrası Urfa’da sosyal yaşam alt üst olmuş. O günden sonra Yahudiler
evlerine çekilmiş, dükkanlarını açmamış, işe gitmemiş. Aylarca katliamın,
kimlerce ve niçin yapıldığı konuşulmuş. Bir sürü laf üretilmiş, dillendirilmiş.
Müslümanlara
göre Yahudiler’den biri Müslüman olmuş bunun üzerine Yahudiler kutsal
kitaplarının emrettiği gibi dininden dönenin ailesini katletmiş Yahudiler’e
göre ise Müslümanlar’ın işiymiş!
Kentte
süren adli soruşturma sonucu, Urfalı Yahudiler’in önde gelenleri başta olmak
üzere bir sürü insan gözaltına alınmış, ardından da tutuklanmış. Adli süreç
aylarca sürmüş; tutuklular ve davaları Malatya’ya nakledilmiş.
Olanlar
olmuş bir kez ve Urfa’da çeşitli zamanlarda çeşitli “badireler” atlatan, 2.
Dünya Savaşı’ndan kurtulan Yahudiler, Urfa’yı terk etmeye karar vermiş.
Ailelerin çoğu yeni kurulan İsrail’e göç etmiş bir kısmı da İstanbul, İzmir
gibi büyük kentlere dağılmış.
Amcam
Sara’nın ardından deliye dönmüş! Artık okulların yanından bile geçemiyor,
Çakeri adını bile duymak istemiyormuş, yalnız arada bir “Sara!” dediği
işitilmiş, bir de nenemden o çok sevdiği Yahudi kiftesini yeniden yeniden
yapmasını ister olmuş!
O
günden o uğursuz geceden sonra amcam bir daha hiç düzelmemiş gittikçe daha da
içine kapanmış, zaten pek konuşmazmış şimdi hiç ağzını açmaz olmuş. Bizimkiler
çareyi amcamı askere göndermekte bulmuş, “Gelince de nasıl olsa evlendirir baş
göz ederiz” diye düşünmüşler. Öyle de olmuş!
Amcam
Sara’yı bir daha hiç görmedi. Evlendi, çocukları oldu ve gün geldi ilk kalp
krizinde hayatını kaybetti. Bense İstanbul’da bir tesadüf sonucu Sara’nın
hayatta kalmış akrabalarının evinde on yıllardan beri saklanan kabak oyacağı
ile oyulmuş dolmalar yedim, Urfa mutfağının tatlarını taşıyan yemekler tattım.
Evin en yaşlısına o günlerin Urfası’nı anlatmasını istediğimde söze, “Evimiz
hestexananın yanındaydı” diye başladı.
“Yahudi
kiftesi et suyuyla Yapılsa daha Hoştur!”
Yahudi
kiftesi yapmayı Nenem’den sonra bibim sürdürdü; ancak her zaman değil! İsteyen
olursa! O isteyen de her zaman ben oldum.
Bir
Yahudi yemeği ama Urfalı Yahudilerin! Hemşerilerimden şimdiye bir tek bu yemek
kalmış.
Yahudi
kiftesi müthiş lezzetlidir tıpkı diğer Urfa yemekleri gibi… Ana malzemesi tabii
ki bulgur ama bulgur birbirini tutsun kifte “perk(kuvvetli) olsun” diye çiriş
(yarmanın çekilmiş hali) ana malzeme hatta olmazsa olmazı.
Bibimle
bir araya geldiğimizde bazen ben istemeden Yahudi kiftesi hazırlığının
yapıldığını görürüm. Çünkü çiriş suya yatırılmıştır, “Dıbıklansın” diye. Yani
helmelensin, çözülsün tutkal gibi olsun ki Yahudi kiftesinin kiftesi yoğrula.
Kiftenin
önce içi hazırlanıyor: Kuzu kıyması, kuru soğan, kuru isot, karabiber, tarçın,
maydanoz ve tuz.
Sıra
kiftenin yoğrulmasında: 2 pay çirişse bir pay bulgur, hadi bilemedin 1.5 pay;
az kuru isot “renk versin” diye, karabiber, tarçın ve tuz.
Harç
karıştırılıyor ve bir kenarda bekletiliyor; kifte yoğrulunca ceviz büyüklüğünde
parçalar koparılıp el ayasında açılıp içine iç malzemeden bir miktar ekleniyor,
bir büyük zeytin kadar, ardından bir uç diğer ucun üstüne kapatılıyor D harfi
gibi. Yahudi kiftesi salçalı suda haşlanıyor ama ki bibim diyor ki, “Et suyu
olsa hatta az biraz içinde nohut olsa, daha hoştur.” Kifteleri suyun
içinde epeyce fokurdatmak gerekiyor pişmesi, suyun üstüne çıkmalarından belli
oluyor.
Yahudi
kiftesini yoğurt/sarımsak dökerek yiyen varmış ama bizim ailede buna
rastlamadım.
Her
olağanüstü durumda sınıfta kalıyorum ya yine kaldım ve ‘’cigerim’’ ve kardeşim
gelip beni yakaladı, babam da benden umudu kesti… Lise de evden epey uzaklara
taşındı. Okula ayaklarımı sürüye sürüye gidip gelir oldum!
Okul
yeni ve güzel. Benim akıl ise bir gidip bir geliyor. Her şeye karşı çıkıp
tersleniyor önüme gelenle kavga ediyorum. Sınıfta dalaşmadığım kimse kalmadı,
sonunda Kürt bir çocuğu kızdırıp çocuğun “dört yüz dört” diyememesiyle alay
edip yüzüne karşı “dürt yüz dürt” dedim dayağı yedim. İki kolumdan tuttuğu gibi
kaldırıp kara tahtaya çarptı. Yerden kalkınca sol elimle bir yumruk salladım,
çocuk yerine cama rast geldi! Üç dikiş atıldı, babam ses etmedi!
Aradan
bir hafta geçti sınıfta yine bir çocuğa bulaştım! “Dışarıda görüşürüz!” dedi,
aldırmadım. Birkaç ders sonrasında da unuttum gitti. Dersler bitti dışarıya
çıktık. Arkadaşlarla bir yandan yürüyor bir yandan laflıyoruz. Dalmışım, kim
bilir nerelere! Omuzuma bir el dokundu, döndüm. Suratımda bir yumruk patladı;
Tomiks’teki Teksas’taki yıldızları hayal sanırdım gerçek oldu; daireler içinde
yıldızlar uçuştu uçuştu kendime geldiğimde sedyesindeydim. Babama, “Çene
kırık!” dedi doktor ve ekledi, “Hemen Ankara’ya, Gülhane’ye gitmesi
lazım.”
Akşam
otobüse bindik; Ankara on yedi on sekiz saat, git git bitmez; bittiğinde de
yarı baygın indim gara... Gülhane’de “tabip yüzbaşı” oturttu beni bir koltuğa,
erler elimi kolumu bağladı. Yüzbaşının elinde çelik teller, başladı telleri bir
diş kökümden geçirip öbüründen çıkarmaya. Her dişi tek tek tellerle sardı,
uçlarını birbirine düğümledi, yukarıya kaldırdı. Üst çenem bitti. Alt çenemden
başladı, sıra kırığa geldi eh biraz ‘’fazlaca’’ ağrıdı ve sonunda alt ve üst
çenemdeki dişleri lastiklerle birbirine raptetti ardından, “Aferin sana! Bu
masadan bayılmadan kalkan asker olmadı” diye de ekledi. Sonradan öğrendim ki
askerlerin çenelerinde benim gibi yumruk değil dipçik patlarmış!
Ne
ise akşamında Urfa’ya döndük. Raporum okula verildi bir süre izinli sayıldım.
Çenem bir buçuk ay bağlı kaldı. Bir cam boru aldım eczaneden; bisküviyi ezip
sütle karıştırdım, sütü boru yardımıyla içtim! arada da sulu yemeklerin
suyundan verdiler taze fasulyeden, bakladan. Zaten Urfa’da kaç tane sulu yemek
var ki?
Bir
deri bir kemik kalmışken yeniden Ankara’nın yolu göründü. Cebime babam, amcalarım,
harçlık koydu ki iyi paraydı. Tek başıma otobüse binip Ankara Gülhane’ye gittim
çelik dikişlerimi aldırdım! Aldırdım da çenem bir parmak kalınlığında açılıyor.
“Kireçlenme var” dedi tabip yüzbaşı, egzersiz verdi.
Akrabaların
evine koşup, o günün kısmeti et köftesini, ufalayıp ufalayıp dişlerimin
arasından ağzıma tıktım! Küçülen midemin nefsini körelttikten sonra başladım
çene egzersizine: Aç kapa aç kapa!
Birkaç
gün geçti geçmedi sonunda bitim kanlandı, Ankara’yı gezmeye çıktım, param da
var. Ankara’nın neresi gezilir? Bir yerini biliyordum oraya gittim: Gençlik
Parkı’na…
Gölün
kıyısına oturup yeşil sularına baktım, susuz fıskiyeyi seyrettim, ağaçların
altında dolaştım gele gele lunaparka geldim. Öğlen vakti, ortalıkta kimseler
yok. Ancak biraz ileride bir masa var, etrafında birkaç adam… Yanaştım.
Masanın üstünde çivilerle ayrılmış rengarenk
bir daire var, adamın biri ha bire döndürüyor. Masanın kenarda da lastikten bir
ucu sivri bir işaret var. Adam döndürüyor daireyi, yuvarlak dönüyor dönüyor sonra
lastik işaret bir numarada duruyor. Yan masada da ortadaki yuvarlakta olan
numaralar ve renkler var. Parayı koyuyorsun o renklere, senin rengin gelince
kazanıyorsun!
Biraz
seyrettim baktım para koyan adamlar ha bire kazanıyor, ben de para koydum, kazandım!
Bir daha koydum, yine kazandım. Sonra biraz kaybettim, yine kazandım. Daireyi
döndüren adam “Bu sefer bir basan, iki misli alacak” dedi, bahisleri yükseltti.
Yine para koydum, kazandım. Hırslandım, biraz daha fazla para koydum, bu kez
kaybettim. Adam yine bahisleri yükseltti, son paramı koydum tahtaya ve tabii
kaybettim!
Bütün
param gitmiş harçlığım bitmişti! Başladım ağlamaya; adamlara yalvardım,
“durumumu” anlattım, bir daha anlattım bir daha yalvardım, bir daha ağladım
sonunda acıyıp halime kaybettiklerimin bir kısmını geri verdiler. Bir ay
kalacağım Ankara’dan on günde döndüm.
Bu
arada çenemi kıran ceza aldı bir süre sonra da cezaevinde öldürdüler.
“Artık
büyüdüm!” kararını verdiğimde, birinci sınıfı tekrarlayıp, son “çift dikiş”i
ince ince teyelliyordum yine… Birden bir “ağırlık” kendiliğinden gelip üstüme
yapıştı! Artık kimseyle kavga etmiyordum! Daha çok dinleyip daha az itiraz
ediyordum daha çok sevip daha az nefret ediyordum ve daha çok düşünüyordum;
büyüdüğümü böyle karar verdim.
Sınıf
kalabalıktı. “Kıdemliyim” ama gönlümce oturacağım doğru dürüst bir sıra yoktu;
ben de gittim okul demirbaşı olan bir sandalye buldum deri kaplı; getirdim en
arka sıraların arasına koydum. Bir iki gün oturdum, ardından sınıftakiler
söylenir oldu. Fazla “imtiyazlı” olmuştum! Sınıf hocamız edebiyatçı İzzet Hoca
“Profesör’ün sandalyesi yerinde duracak kimse dokunmayacak” dedi ondan sonra
rahat ettim.
Dersler
iyi, en çok edebiyatı seviyorum; İzzet Hoca’nın her söylediği her örneklediği
veciz laf kulağımda yer ediyor. “İnsanın bir dostu az, iki dostu fazladır”
diyor ki, “Çok doğru” diyorum içimden. Kompozisyon sınavlarından sürekli on
üzerinden “on” alıyorum. Hoca sınıfta “En güzel kağıt” diye okuyor
yazdıklarımı… Okulda sınıflar arası münazaralar yapılıyor kimi zaman “Kalem
kılıçtan keskindir!” tarafında olup kalemi kimi zaman da “Kılıç kalemi keser!”
olup kılıcı savunuyorum. Hep kazanıyoruz!
Boş
zamanlarımın büyük kısmını halk kütüphanesinde geçiriyorum… Zola’nın
Nanası’yla, Tolstoy’un Anna Karaninası’yla orada tanışıyorum, bazen de eve Jack
London’ın Vahşetin Çağrısı’yla geliyorum ki keyfime diyecek yok!
Eski
evimizde otururken bizden büyük bir ağabeyimiz vardı… Ankara’da ODTÜ’de okurdu.
Urfa’ya geldiğinde bize sokak arasında ODTÜ’yü; en çok da okulda beyaz bir ata
binen; üniversitenin öğrencisi olmamasına rağmen okul içinde elini kolunu
sallayarak dolaşan; polisle kavga eden ve bir türlü yakalanamayan ve zapt
edilemeyen Deniz Gezmiş diye birinden söz ederdi.
Sözünü
ettiği Deniz Gezmiş’i bir süre sonra bütün Türkiye konuşur olmuştu!!Deniz her
geçen gün yeni bir “olay”ın içinde, bir gün bir bankanın soyulmasında bir başka
gün ise birkaç Amerikalı’nın kaçırılmasında adı geçiyor ama bir türlü
yakalanamıyordu; tıpkı ODTÜ’lünün dediği gibi. Hatta Urfa’ya bile geldiğinden
söz ediliyor! Okuldaki herkes hayran Deniz’e adı dillerden düşmüyor. Artık bir
efsane o! Bir örgütü varmış adı Dev-Genç, katılmak istiyoruz ama nerede
olduğunu nasıl katılacağımızı bilmiyoruz. Okul çalkalanıyor heyecandan… Bir de
Mahir Çayan diye birinden ve arkadaşlarından söz ediliyor ama onları pek kimse
“tutmuyor!”
Babam
hiç kaçırmadan öğlen haberlerini dinlerdi şimdi de benim kulağım radyoda. Her
gün Denizler’in, Mahirler’in yeni bir eylemini öğreniyorum: Deniz Gezmiş,
Ankara’da İşbankası Emek Şubesi’ni soydu. Deniz Gezmiş, Ankara’daki Balgat
Amerikan Üssü’nden dört eri kaçırdı. Mahir Çayan ve arkadaşları, İsrail’in
İstanbul Başkonsolosu’nu kaçırdı. Çayan cezaevinden kaçtı! Devrimciler sürekli
“eylem” yapıyor!
Her
radyo dinleyişinde ya da gazete okuduktan sonra “Memleket çok karışık bunun
sonu iyi değil” derdi babam ve bir 12 mart günü, “Askerler muhtıra verdik
diyorlar ama bunun adı darbe!” deyip, birlikte yaşadığımız ikinci darbeyi de
yorumladı. Darbenin üstünden birkaç gün geçmemişti ki Deniz, Gemerek’te
yakalandı, benim de keyfim kaçtı; Deniz yakalanamaz sanıyordum!
Birkaç
ay sonra hamile olan üvey annem bir kız doğurdu. Kardeşime isim koyma hakkını
bana verildi ben de “Deniz!” dedim adına.
Teyzemlerden
uzun zaman haber alamadık… Babam bir gün bir mektup getirdi, bankaya gelmiş.
Açtık okuduk, iki teyzem kızı, iki de arkadaşları, Urfa’ya bizi görmeye ve
gezmeye gelmek istiyor. Hemen cevap yazıldı ki, “Memnuniyetle… Başımız
üstüne... Bekliyoruz…”
Geldiler
nisan sonuna doğru… Dört kız! Sarıldık kuzenlerle birbirimize hasret giderdik,
konuştuk konuştuk… Annemden… Teyzemden…
İstanbul’u
anlattılar uzun uzun sonra da “devrim”den söz ettiler, devrimcileri anlattılar
ve eklediler, “Artık başka kitaplar da okuman gerek!”
Bir
sürü kitap getirmişler, Gorki’nin Ana’sı, Ve Çeliğe Su Verildi, Felsefenin
Temel İlkeleri, Nazım Hikmet şiirleri… Bir de yanlarında Fikret Otyam diye bir
adamın birkaç kitabı, onu tekrar tekrar okuyorlar. Kitaplar hep Urfa’dan söz
ediyor. Şimdiye kadar hiçbirini okumamışım ve kızlar okumadığım şeylerden
sormaya başladılar!
“Harran’a
nasıl gideriz?”
“Kolay,
gideriz…”
“Oradan
da Sogmatar’a gider miyiz?”
“Neresi
orası ki bilmiyorum!”
“Bak
haritada hemen Harran’ın yanında görünüyor!”
“Eee
o zaman kolay, Harran’a gitmişken oraya da gideriz.”
“Ya
Şuayip şehrine?”
“……………..”
“Ceylanpınar’a
ceylanları görmeye de gider miyiz?”
“Yog
orası uzak, hem ben hiç gitmedim ki!”
Kızların
fotoğraf makineleri var, durmadan fotoğraf çekiyorlar. Saatlerce Urfa’yı
geziyoruz, Harran’a, Şuayip şehri’ne, Sogmatar’a gidiyoruz.
Babam
gezmelere değil de kızlarla sarmaş dolaş olmamıza fısır fısır konuşmalarımıza
bir anlam veremiyor, “Hiç ateşle barut yan yana olur mu?” diyor. “Geri kafalı
diyorum” içimden.
Üvey
annemse Urfalılar’ın misafir ağırlarken yaptıkları en ağır ve zahmetli
yemekleri yapıyor: İçli kifte, boranı, tiritli kifte! Bazen de ağzı açık, ağzı
yumuk. Fırına daraklık götürdüğüm de oluyor kıymalı da. Havanın güzel olduğu
günlerde de terasa yer sofrası serip yımırtalı kifte yiyoruz Harran’a karşı!
Bir
gün misafirler geldiği gibi gitti. Çok şeyler öğrendim onlardan çok şeylere de
umutlandım. Seneye görüşmek dileğiyle Sözleştik.
Haziran
bitip sınıfı da geçince kardeşimle İstanbul’a gitmek bize “mükafat” oldu. O
gezip tozdu bense kızlarla sabah akşam çay bahçelerindeydim, Moda’da,
Bomonti’de.
Okuyoruz
durmadan okuyoruz… Arada kitaplardan başımı kaldırıp aşağıya denize, Kadınlar
Plajı’na bakıyorum göz ucu… Tahtadan kazıkların üstünde bir sürü soyunma kabini
var, ortası deniz! Kabinlerin önünde kadınlar, genç kızlar güneşleniyor; arada
da denize batıp çıkıp tekrar tahtaların üstüne seriliyorlar. Bazen sandallar
yaklaşıyor Kadınlar Plajı’na, bekçiler hemen düdük çalıp gelenleri kovalıyor,
ben de kitabıma geri dönüyorum: Diyalektik Materyalizm!
Bazen
biz de denize gidiyoruz! Zaten nedir ki Şifa’dan yürü, iki adımda Kurbağalı
Dere’desin sonra Kalamış kumsalı ve Todori. Kızların iskelede pancar motor takılı
bir küçük bir kayığı var. Pıtır pıtır Fenerbahçe önlerine geliyoruz, askerler
kovalamazsa Orduevi’nin önünden yoksa Demiryolları Kampı’nın açığından denize
giriyoruz.
Yaz
iyice kendini gösteriyor İstanbul’da… Getirdiğim giysiler öyle “pek matah”
şeyler değil hem “devrimci kıyafeti” hiç değil! Kapalıçarşı’ya gidiyoruz…
Kamyon brandası kalınlığına yakın bir kumaş alıyor kızlar, haki renk, pantolon
için… Cepsiz bir pantolonum oluyor sonunda, üstümden hiç çıkarmıyorum! Bir de
yeşile boyanmış yakasız fanila giyince iyice devrimcilere benziyorum!
Ayaklarıma da Urfa’dan alınmış kırmızı yemeniler giyiyorum.! ‘’Bu pek
devrimcilerin giyeceği bir şey değil ya neyse!’’ diyorum içimden
Bazı
günler kızlarla akademiye gidiyorum. Onlar koridorlarda kaybolunca beni bir
arkadaşlarına emanet ediyorlar: Hasan Abi! Dehşetli bir adam bu “abi!” Kıçında
benimkine benzer bir pantolon, sırtında da yine benimkinin eşi bir fanila haki.
Belli ki kızların marifeti! Bir de bıyığı var ki “Tam devrimci bıyığı!” benimki
onun yanında “pisik teli!”
Konuşkan
bir adamdı Hasan Abi, her şeyden söz ederdi kafası estiğinde hele aşktan ve
kadınlardan söz edince mest olurdum. Çünkü herkesin bilip de bilmezden geldiğini
o bilir, “yok” saymazdı.
Bazen
Fındıklı Yokuşu’nda bira içmeye giderdik. Kimi gün sabah sabah kimisinde biraz
daha vakitlice! O konuşur ben dinlerdim o konuşur ben dinlerdim, ağzından bal
akardı sanki… Sonunda onu dinleye dinleye sabah akşam bira içe içe hayatımın
geri kalanında da sürecek “güzel” bir alışkanlık edindim: Bira!
O
yıl Urfa’ya mart sanki erken geldi. Gelirken de hiç görmediğim yaşamadığım,
kırkikindi yağmurlarını getirdi ki dinmek bilmiyor. Tam adına yakışır gibi kırk
gün, ikindide!
Bazı
günler Tektek Dağları’ndan geliyor kara bulutlar, bir başka gün Harran
Ovası’ndan bir gün de Karacadağ’dan, canı isterse Akabe Boğazı’ndan! Bir anda
gökyüzünü bulutlar kaplıyor; sanki aceleleri varmış da bir yerlere
yetişecekmişler gibi yüklerini çabucak boşaltıp geldikleri gibi yine koştura
koştura gidiyorlar!
“Madem
kırkikindiler bu kadar güzel yağıyor, kaldırdıkları toprağın kokusu bu kadar da
güzel, bu keyfin keyfini çıkarmak gerek” diyorum ve misafir odasından çalıp da
sakladığım Bahar paketinden bir sigara yakıyorum yedinci katta, bulutlara
yakın. Dalıp gidiyorum bazen uzaktaki dağlara kimi kez yanı başıma mezarlığa,
bazen de aşkıma!
Gök
gürledi yağmur yağıyor bir nefes, gök gürlemeye devam ediyor yağmur da
kesilmedi hadi bir nefes daha derken sonunda birkaç günde sigara içebilmeyi
becerdim!
Bize
geceleri dışarı çıkmak yasaktı. Sinemaya, kahveye “öyle olur olmaz yerlere”
gidemezdik. “Urfa’da oğlan çocuğu yetiştirmek kız çocuğu yetiştirmekten zordur!
Hele bir yaşıyızı başıyızı alın, bilegiyiz zor bükülür olsun o zaman gidersiz!”
derdi babam. Ancak artık dışarı çıkma yaşına gelmiş, “Yetişme çağımızı Allaha
şükür, kazasız belasız atlatmış şeyimize şey değdirtmemiştik. Ancak babam
nereden bilecekti ki “asıl film” şimdi başlıyor, otuz iki kısım tekmili birden.
Küçük
kardeşim yani “babamın belalısı”, küçüklüğünde o kadar haylazdı o kadar ele
avuca sığmazdı ki ne sille tokat ne hortum ne odun kar eder ne de evin bodrum
katına kapamak! Ancak gel gör ki şimdi durulmuştu.
Sabah
okuluna gidiyor, öğlenden sonra da antrenmana; sigara içilen kahvelerden uzak
duruyor arada bir bilardo ya da masatenisi oynamak için oyun salonlarına
gidiyordu, o kadar! Üstelik akşamları evden çıkmıyor, “zararlı” kitaplar
okumuyor, erken de yatıyordu. Biraz saçı uzundu, “Ama Allah için iyi
giyiniyordu, nerdeyse ben!” diyordu babam.
Gel
gelelim o “halim selim, söz dinleyen”, amcalarının sıra gecelerinden, köy
gezmelerinden, çarşı pazarda yaptıkları saatler süren politik sohbetlerden
eksik olmayan “büyük oğlan” sigara içiyor, durmadan okuyor, “ayağında bir asker
postalı, kıçında boktan bir pantolon, sırtında parka, adamdan çok, anarşist”e
benziyordu! Babam pek bozuluyordu bu duruma ama ses etmiyordu.
Gece
çıkma huyları edinmiş, ki ona göre “izbe” kimselerin gitmediği bir kahveye
dadanmıştım. Üç beş adam birkaç çocuk, bir sobanın etrafında saatlerce ne
konuşur ne halt ederlerdi anlamıyordu.
Babamın
bozulduğu kahve Hadi’nindi. Hadi, Urfa’nın ilk komünistlerinden! Daha doğrusu o
öyle diyordu biz de ses etmiyorduk. Doğruydu sanki, Urfa o zamana kadar nereden
komünist görecek?
Kahvede
pek kimseler bulunmazdı! Gelen giden toplasan toplasan Cello, Kelo bir de canım
Ayubo! Hadi, iyi dama biliyor hatta kendisini yenen yok ama bizimle oynamıyor!
“İşiniz mi yok, kitap okuyun, okuduklarınızı birbirinize anlatın” diyor.
Kahvede çay içiyoruz, paramız varsa ödüyoruz birkaç kuruş, yoksa Hadi bizden
para almıyor.
Kışsa
aylardan odun bulursak kahvenin sobasını yakıyoruz, paramız yoksa o zaman da
parkalarımıza sarılıp oturuyoruz. Aylar bahara yaza denk gelmişse, kahvenin
önüne kuruluyoruz. Gelen geçen pis pis bakıyor, Hadi’nin kahvesi “komonist
kahvesi” ya, oturanlar da “komonist!” tabii ki!
Biz
kendimize pek komünist demiyoruz. Soran olursa, “Devrimciyiz, solcuyuz”
diyoruz. Bir de çok okuyoruz. Zaten biz okumazsak Hadi bizi rahat bırakmıyor
ki! Ya Felsefenin Temel İlkeleri’nden imtihan ediyor ya da kendi
bellediklerinden. Kafamızın almadığı yerlerde “çelişki” meselesinde,
“materyalizm”de örnek üzerine örnek verip zihnimizi açmaya çalışıyor!
Kahvede
daha çok sohbet ediyoruz, gelen yeni arkadaşlara “bildiklerimizi” anlatıyoruz
ancak okuma faslının en yoğununu, gece eve gittiğimizde gerçekleştiriyoruz.
Her
seferinde eve ya parkamın cebinde ya da “Babam zinhar görmesin” diye
düşündüklerimi pantolon kemerinin arasında taşıyordum. En görülmeyecekleri de
kaşla göz arasında apartmanın terasında baca delikleri mi olur çatlaklar mı
olur nereyi bulursam oraya dürtüyordum.
Ayubo’yla
“okuma ve tartışma” toplantıları yapardık ama “teori”yi öğrenmek zordu, biz de
sıkıldığımızda hülyalarla, “pratiğin dağları”na kaçıp can vermek isterdik!
Ancak ne kaçabildik “dağlara” ne teoriyi öğrenebildim kendi adıma! Ayubo ise
yıllar sonra bir gün, “derin” bir vuruşla eczanesinin önünde can verdi!
/
Aklımda kalan tırşik!
Ayubo
yemeyi içmeyi severdi; bulduğumuzda da yer içerdik! Köyünde peynir ekmek yedik,
“karnımız doysun” diye, kuyudan su çektik “hemen içelim acımasın” diye;
gurbette gazete kağıdı üstünden kadeh tokuşturup denize girdik, “ayılalım” diye ama hiç
“tırşik” yemedik karşılıklı!
Ayubo’nun
yemek denince aklına ilk “tırşik” gelirdi.
Şimdilerde
onca değişik “tırşik” tarifi arasından onun aklımda kalan “tırşik”ini
pişiriyorum!
Kuzu
etine suyunu çektirtip, yağında kavurarak, iki baş soğan doğruyorum içine sonra
da iri iri yaz frenklerini aralarına katıp fazla eritmeden; iki habbe de şeker,
tuzdan önce.
“Yoğun
okuma ve eğitim dönemi”yle birlikte sonunda lise bitti. Üniversite sınavı için
kardeşimle birlikte İstanbul’un yolu bir kez daha göründü. Bir tanıdık kamyon
sahibi İstanbul’a yük taşıyordu, bir seferine bizi de kattı, düştük yollara...
Yalnız
bir sorunumuz vardı ki o da İstanbul’da kalacak yerimizin yoktu. Tek
tanıdığımız kızlardı, onların da her biri bir yerde. Sonunda Urfa’daki bir
yoldaş, İstanbul’daki bir yoldaşın adını verdi, iner inmez gidip onu bulacağız
ki gündüz işimizi halledelim akşam da bir yerde başımızı yastığa koyalım.
İstanbul’a
kazasız belasız vardık, gidip yoldaşı da bulduk. Fatih’te bir eve götürdü bizi.
‘’Ev’’ dediği tek katlı bir gecekondu, bir benzin istasyonunun karşısında. Evde
elektrik yok, su yok ama yerde betonun üstünde iki kişilik bir yatak var bir de
üstünde yorgan. “Aylardan yaz, başka neye ihtiyacımız olur ki!” dedik, akşam
gelmek üzere vurduk kapıyı çıktık.
İstanbul
yine güzeldi, gezilecek görülecek de o kadar çok yeri vardı ki; ancak önce
Beyoğlu… Taşradan gelenler için Beyoğlu, “İstanbul’un Kabesi!” sayılırdı.
Tünel’den girerdik İstiklal’e, Taksim’den çıkardık. “Hadi biraz parkta
soluklanalım” der sonra tekrar Tünel’e, oradan Yüksekkaldırım’a oradan
Kerhane’deki parasız seyre!
Dolaştık
durduk bütün gün boyu sonunda yorulduk, Köprü’de balık ekmekle karnımızı
doyurduk, yürüyerek kalacağımız eve vardık. Ancak evde elektrik ve su yok! Biz
de karşıdaki benzincide elimizi yüzümüzü yıkadık, ardından yerdeki çift kişilik
yatağın içine girdik.
Yorgunluktan
hemen uyumuşuz. Gecenin bir vakti bir inleme duydum ki, “Abe uyuyamıyorum!”
diyor. “Ne var?” dedim, “Yorganı üstüme her çektiğimde bir tarafı yırtılıyor,
döndüğümde de yatak! Sonra kızmasınlar bize?” dedi kardeşim. Karanlıkta yorganı
görerek denetlemenin olanağı yok... Ben de çektim bir kenarından. Sahi “Cırttt
cırttt” diye sesler geliyor emanet yorgandan… Bir daha çekiyorsun yine, “Cırtt
cırtttt!” Anlaşıldı ki altımızdaki yatak da üstümüzdeki yorgan da rutubetten
çürümüş.
Sabah
imtihan var uyumamız lazım ama uyuyunca da sağa sola dönüyoruz yatak yorgan
yırtılıyor. Baktık olacak gibi değil tekrar kafamızı yastığa koyduk,
gözlerimizi de karanlığa dikip fazla “Cırttt cırt” sesi çıkarmadan sabah erken
olsun diye dua ettik!
Sonunda
sabah oldu. Yine benzincide elimizi yüzümüzü yıkadık, ayıldık. Ardından da
sınava giriş belgelerimizdeki okulun yolunu tuttuk.
Ayrı
ayrı sınıflarda sınava girdik, çıkınca ilk iş olarak yoldaşı bulduk, anahtarını
verdik. Akşam da Cesur Turizm’in “sayın yolcuları” olarak koltuklarımıza
kurulduk ki ancak ilk yemek ve ihtiyaç molasında, Bolu’da uyandık!
Bir
iki ay sonra sınav sonuçları geldi ki, durum iyi. Bir sevinç bir sevinç! Ancak
babamız baştan söyleyeceğini söyledi ve kestirip attı:
Benim
elimden bir şey gelmez. Giderseniz kendi başınızın çaresine bakarsınız!