CANLARINA DEĞSİN BİRİNCİ BÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CANLARINA DEĞSİN BİRİNCİ BÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MAKEDONLAR EDESSA, SÜRYANİLER ORHAİ, ORHAY, ARAPLAR EL-RUHA, TÜRKLER URFA DEMİŞ, ŞİMDİ ŞANLIURFA

 

 


Cemile Yaman’ın aziz hatırasına

 En zor şeylerden biridir bir kente intibak etmek şimdinin deyişiyle, “uyum sağlamak.”

Biz de ilk başlarda zorlandık. Ürkek bir kuştuk! “Ne o öyle?” diye diye her halimize hareketimize, yediğimize içtiğimize, fırsat bulunca laf sokuşturup, bazen de punduna getirip yüzümüze karşı söylendiğinden her “tıkırtı”ya kanat çırptık! İlk tanışıklıkta, "Tez elden intibak et!" dediler. Etmeye çalıştık. Su boldu. İki deniz, ortasından da bir su akar, bir o yana bir bu yana; bir de “Altın Boynuz”, etti mi sana dört bir yan deniz, derya? Her birinin içinde de bin bir türlü mahlukat, "Baban çıksa yiyeceksin!" dediler, neyi çıkardılarsa yedik.

Önce istavriti sevdik. Talebeydik o zamanlar. Bol olduğunda, paramız yettiğinde, “kulağına kar suyu kaçıp” da kıyıya vurduğunda, piknik tüpte kızarttık, ekmeğimize katık ettik, karnımız doydu!

Midyenin dolmasını sokakta, tavasını Pasaj’da tattık. Lüferin çinekopun, sarıkanadın, palamudun, ne zaman nasıl tutulacağını denizlerde, nasıl yenileceğini meyhanelerde, yanlarına da "uyumlu" olacağını bellettikleri, “ince kıyım” salata söylemeyi öğrendik. Istakozu böceği paramız yettiğinde, kalkanın tavasını ızgarasını rast geldiğimizde yedik.

Uskumru dolmasından söz ettiler, lakin yetişememiştik “o günler”e ama balık yumurtası, köftesi bulduk, yedik; çorbasını severek içtik. Lakerda kurmasını becerdik, nefsimizi körelttik! Tereyağında karidesi çok sevdik, ahtapot ızgaraya bayıldık.

Salıpazarı'ndan ayşekadın, semizotu, pırasa, karnabahar alıp, "halk" olmayı, Kadıköy Çarşısı'nda bıçak ucundan peynir tadıp, "bey" olmayı, "Zamanıdır" deyip enginar pişirmeyi, bazen de Kanaat’te yemeyi öğrendik.

Bilmedikleri yuha ekmekten, "Lavaş" dedikleri açık ekmekten, “Sadece ekmek işte!” dedikleri dırnaklı ekmekten; yulaflı, kepekli, cevizli, zeytinli, light, alman, çiçek, baton, türlü çeşit ekmeğe terfi edip, soframızı donattık.

“Yatı”ya gitmekten, "oda"da oturmaktan “sıra” gezmekten, sabahtan akşama arkadaş buluşmalarından vazgeçtik; haftadan haftaya, on beşten on beşe “takılma”ya alışıp, haftanın sonlarını, olmadı on beşleri özler olduk!

"Kültürümüzde var” bir yesek beş yedirmeyi gönülden isteriz, lakin "Hangi devirde yaşıyorsun ulan, uyumlu ol!" dedikleri için "Alman usulü"ne alıştık! Bin yedirince, bir yiyememenin bile kafaya takılmamasını öğrendik.

Gün geldi erguvanı sevmeyi, defne yaprağını yemeklere katmayı, ıhlamur ağacını kokusundan ayırt etmeyi becerdik. Manolyayı ilk kez fark etti gözlerimiz! Orkideyi çiçekçi dükkanından, papatyayı çingeneden pazarlıkla aldık. Kaldırımlara düşen atkestanesini, "Rutubeti alır!" dediklerinden odalarımıza taşıdık.

Eve yürüyerek gelir giderdik, nereden gelir nereye gidersek; şimdi kırmızı ışıkta bekleyip, aniden yanan yeşilde karşıya geçiyoruz. Bulduk dolmuşa, bulamadık ya belediyenin ya halkın otobüsüne biniyoruz. Saatlerini ezberlediğimiz, her gün "Kaçırırız!" korkusuyla erken geldiğimiz iskeleden vapura biniyoruz ki ne deniz tutuyor ne lodostan korkuyoruz!

Bizim memleketimizde de camiler çok, minareleri dört köşe ya da sekizgendir, şimdi Allah’ı var, buradakiler kalem gibi gökyüzüne yazılıyor. Denizin üstünde gele gide kentin siluetini sevmeyi öğrendik.

Memlekette yaz geldi mi tahtın üstünde damda yatardık, yün yastık yün yorgan yün döşekte, yıldızlar koynumuzdaydı, Aydede ayakucumuzda; şimdi dört duvar beton arasında, “sağlıklı” yatakta, yorgan yastık baş başa yalnızlığımızı paylaşırız!

Lafı uzatmayalım, sonunda “intibak ettik” alıştık ya da biz öyle sanıyoruz?

Ancak bir şey var ki bu kentte, bahar Boğaz’a erguvanla gelince; yaz karpuz kabuğunu düşürünce denize, sonbahar yapraklarını savurduğunda dört bir yana; kışın yağmur çamur hele de kar çekilmez olduğunda, içimiz sızlar, ağzımız sulanır! Özlediğimiz, yemesek kendimizi eksik saydığımız yemeklerimizi, aç kalmış çocuk çaresizliği içinde bekler, yemek ister, yer doyamaz, yemez huysuzlanır, bulamaz öfkelenir, ömür tüketiriz! Çünkü bizim kentimizde insanlar yemekle yaşar, yaşadıkça da yer; Tanrı’nın bahşettiklerine şükreder etmez de bir başka öğünü düşler; her fırsatta mekana, zamana ve keyiflerine göre yer içer, çalıp söyler, gülüp eğlenir.

Ne mutlu onlara!

Hikayemiz onlardan birinin bir ayrı düşmüşün hikayesidir.

Yazık ki ona!

Bundan binlerce yıl önce bizim kentimizde, herkes evvelemirde putperestmiş. Gün gelmiş Musevi, gün gelmiş, “Hıristiyanlar tarafından yönetilen ve Tanrı’ya hizmet eden tek krallık tek kent” insanı, ardından da Müslüman olmuşlar.

Kentlerinin adına önceleri Makedonlar “Edessa”, sonraları Süryaniler “Orhai, Orhay” daha sonraları Araplar “el-Ruha”, en sonunda Türkler “Urfa” demiş, şimdi “Şanlıurfa” diye anılır.

Birçok kralları, peygamberleri, azizleri, evliyaları, yazarları, şairleri, müzisyenleri olmuş kimine Abgar, İdris, Şuayip, Eyüp, Elyasa kimine Efraim, Bardaysan, Nabi demişler. Bazen de Büyük İskender, Musa, Timurleng, Hülagu, Harun Reşid, Selahaddin Eyyubi ve daha nice “cihangir”, “kutsal”, “muhterem” kişi gelip geçmiş topraklarından. Ancak bir kralları varmış ki adı Nemrud bir de onun ezeli ve ebedi düşmanı İbrahim, işte onları hiç ama hiç unutmamışlar.

Efsane bu ya, Nemrud hem puta tapar hem de Urfalıların deyişiyle “Zalım”mış onlara taptığı putlar adına etmediğini bırakmazmış.

İşte bu Nemrud’un yaptığı zulümleri yedi düvel duyduktan, duyup dehşet içinde kaldıktan ve yakardıktan sonra Allah hiç olanı biteni duymaz mı? Tabii ki duymuş ve çok öfkelenmiş çokk ! Bütün sivrisinekleri Nemrud’un topraklarına yollamış. Nemrud korkusundan sarayına sığınmış ve bütün deliği deşiği kapattırmış, sıvatmış ki hiçbir mahlukat içeri girmeye!

Bu arada bütün sivrisinekler Nemrud’a azap için gittiğinden geride bir tek topal sivrisinek kalmış. Halinden sakatlığından utanıp Tanrı katına çıkıp, “Uluların tek inanılası; verdiğin bu kutsal görevde topallığımdan yer alamadım, eksikliğimden utanırım! Bana, yarattığına merhamet göster” demiş, yalvarmış. Tanrı da onun isteğini geri çevirmemiş.

Cümle sivrisinekler uğraşıp didinip saraya girmek için yol ararken, topal sivrisinek doğruca kapatılması unutulan anahtar deliğine yönelmiş ve ardından da uykusundaki Nemrud’un burun deliğinden girip kafasına yerleşmiş!

Nemrud deliye dönmüş. Bir tokmak yaptırmış ucunu keçeyle kaplatıp, sivrisinek beyninde dolaştıkça “Ur ha, ur ha” diye bağırıp kafasına vurmalarını buyurmuş. Ondan bu kentin adının, “Ur ha, ur ha” diye diye Urfa olduğunu söyler eskiler!

Bu arada Nemrud fala ve falcıya da inanırmış. Bir gün falcıları, “Yakında bir erkek çocuk doğacak gelip seni tahtından edecek!” demiş, o da doğacak bütün çocukların öldürülmelerini emretmiş. Nemrud’un emirleri, her yerde uygulanmış. Kimin erkek çocuğu oldu, yok edilmiş.

Nemrud’un zulmünden korkan ama o günlerde İbrahim’e gebe Sara, bir mağaraya saklanmış, İbrahim’i orada doğurmuş. Bir zaman sonra da çocuğu mağarada bırakıp kaçmış! İbrahim’i ceylanlar emzirip büyütmüş!

Aradan yıllar geçmiş Nemrud falında çıkanları unutmuş. Bu arada İbrahim, halkın sevgilisi olmuş ve Nemrud bunu duymuş, ‘’Getirin bir de ben göreyim’’ demiş.

Getirmişler İbrahim’i… Nemrud bu akıllı genci sevmiş, hatta himayesine almış.

 Nemrud’un bir de kızı varmış adı Zeliha. Zeliha ile İbrahim arkadaş olmuş hatta birbirlerini sevmişler.

Nemrud puta tapıyor ya, bu yüzden sık sık mabede gider, irili ufaklı putlardan çeşit çeşit işler beklermiş. İbrahim’in ise o günlerde kafası karışıkmış! “Hiç insan taşlardan medet umar mı?” der, düşünüp dururmuş.

Bir gün herkesin olmadığı bir vakitte mabede girip bütün putları balyozla kırmış balyozu da getirip en büyük putun boynuna asmış.

Gerçek anlaşılmış. İbrahim yakalanmış. Sorgusunda, putları en büyük putun kırdığını söylemiş. Nemrut onu yalancılıkla suçlamış, “Hiç put putu kırar mı? Canlı mı ki o?” demiş. Bunun üzerine İbrahim, “O zaman neden putlara, taparsınız? Bir yaradan vardır, o da Rab’dır!’’ demiş.

Nemrut İbrahim’i dinlememiş bile onu o görülmemiş bir cezaya çarptırmış: Gözün gördüğü bütün ağaçlar kesilecek, şehrin kalesinin altına yığılacak öyle bir ateş yakılacak ki böylesi dünyada yakılmamış olsun!

Nemrud, bir de iki sütun yaptırmış kaleye ki İbrahim salıncakta sallanır gibi sallanacak ateşe atılacak. 

Bütün bunlar olup biterken, huysuz bir adam ava gitmiş, bir ceylan vurmuş eve dönmüş, karısına, “Karnım aç!” demiş.

Zavallı kadın neylesin? Bir yanda Nemrud yasağı var ateş yakılmayacak, bütün odunlar toplanmış bir yanda evin adamı az kaldı huysuzlanacak. Kadın çaresizlikten bir yemek uydurmuş!

Ceylanın budundan bir parça et kesmiş, taşta tokmakla döve döve yumuşatmış.

Aklına ete bulgur katmak gelmiş, bir çimdik tuz, biraz isot frenksuyu(pul biber ve salça) bir çimdik karabiber eklemiş bir avuç da su alarak başlamış yoğurmaya. Arada yarım avuç su almış tekrar yoğurmuş yoğurmuş tadına bakmış; sonunda kanaat getirmiş ki yenilecek gibi. “Süslü görünsün” diye içine taze soğan, maydanoz da katmış, götürmüş kocasının önüne koymuş. Neyse ki adam yemeği beğenmiş de kadın rahatlamış!

Kadının tez vakitte uydurduğu yemek o günden sonra Urfalılar’ın “baş tacı” olmuş. Hiçbir yemeği onu sevdikleri kadar sevmemişler. Çiğ etten yapıldığı için de adını “çikifte” koymuşlar.

Efsanemize dönersek, der ki efsane, “Urfa o zamanlar yemyeşilmiş, gökyüzü ağaçtan görülmezmiş ama Nemrud ne kadar ağaç varsa kestirmiş yığdırmış kalenin eteklerine; bir büyük ateş yaktırmış ki alevler yeri göğü yutar, yanına yaklaşılmaz!

Nemrud bir ateşe bakmış bir de İbrahim’e “Atın!” demiş; İbrahim’i mancınıkların arasındaki leyliye(salıncak) koymuşlar, sallamış sallamış atmışlar ateşe! İbrahim’in atıldığını gören Zeliha da atlamış ateşe.

İşte ne olmuşsa o anda olmuş, aşağıda yemyeşil iki göl belirmiş; ateş su, odun parçaları da sırtı karalar dolu balık olmuş!”

Urfalılar bugün göllerden birine, Harrahman, Zeliha’nın kendini attığı yerde belirene de Anzılha der.

O gün bugündür Urfalılar’ın dilinden, Nemrud’la İbrahim eksik olmaz.

 O zamandan bu yana, iki tür insan yaşadığına inanılır; zalim, kötü huylu, sinirli insanlara “Nemrudi”, iyi huylu, mazlum ve sakin olanlara “Halili” denir.

Urfa’nın erkekleri bahar geldi mi yatıya(dağda kalmak gün geçirmek) gider günlerce yer içer, çalıp söyler, geri döner. Yaz geldi mi Harrahman’da bekçilerden gizli gizli yüzer, balıklara yem atar ya da Anzılha kenarında çay içip, nargile fokurdatıp sohbeti koyulaştırır.

Kadınlar ise Nemrud’u anarak beddua, İbrahim’i anarak dua eder; gebe kalır, kızlarına Zeliha, oğullarına İbrahim adını verir.

Baharda onlar da Nemrud’un Tahtı’na günübirlik çıkar, çikifte yoğurur, dedikodu yapar. Yazın onlar da Harrahman’a gider. Kimi “Beyaz balık görünsün” diye bekler, dileğini yazar suya atar ki, “Alsın da aparsın” diye…

 Kimi de suda oynaşan balıkları taze nohutla besler, ardından Anzılha’da soluklanıp çay içer, nefes alır. 

Tarihçiler Urfa’yı bin yıllarla tarihleyip ondan, “Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit, Hurri-Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedon, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıklarının egemenlikleri altında yaşamış” diye söz eder; Urfalılar ise hiç sözü dolandırıp durmaz, “Biriciktir!” der, kestirip atar.

“Urfalılar Urfa’da doğdukları, havasını soludukları, suyunu içtikleri, yiyeceklerini yedikleri, şarkılarını söyledikleri, Urfa’da yaşadıklarına inandıkları peygamberlerin ve evliyaların, kutsal kişilerin, şairlerin, ediplerin hemşerisi oldukları için mağrur ve mutludurlar.“ (***)

“İbrahim Peygamber bu topraklarda doğmuş” derler, ki Museviler’in, Hıristiyanlar’ın ve Müslümanlar’ın atasıdır; Museviler ona “Avraham”, Hıristiyanlar “Abraham”, Urfalılar ise “İbraham” der. Bu yüzdendir herhal, “Halil İbrahim bereketi” topraklarından hiç eksik olmamış, Musa Peygamber’i yedi yıl misafir edecek kadar her daim cömert ve gözü tok olmuşlar. Çile çekmişler ama yakınmamışlar çünkü “çilenin ne olduğunu, “çile’’ çekenden, Eyüp Peygamber’den öğrenmişler.

Çok zaman önce Filistin’de İsa Peygamber öğretilerini yaymaya, çaresizlere çare dağıtmaya başlamış; ünü Urfa’ya kadar gelmiş! Kralımız Büyük Abgar, İsa’ya haber gönderip hasta olduğunu, gelip kendisini iyileştirmesini istemiş!  İsa da “çok işi” olduğunu, isterse ona bir yardımcısını gönderebileceğini hem kendisinin yakında “gökyüzüne yükseleceğini” belirterek yüzünü sildiği mendilini yollamış.

Kralımız iyileşti mi bilmiyoruz ama rivayet odur ki, üstünde İsa’nın yüzünün sureti olan mendilin, Urfa savunmasında zaman zaman düşmanlara karşı kullanıldığı ve galip gelindiğidir. Bu arada mendilin Ulu Camii’deki kuyuya atıldığına da inanılır ayrıca kale kitabelerinin birinde mendilden söz edilir.

 Gel zaman git zaman sonra 1 Aralık 1145’te Papa III. Eugenius, Fransa Kralı VII. Louis’e bir mektup yazıp Urfa için, “Uzun zaman önce Doğu’da, bütün dünya putperestlerin hakimiyeti altındayken, Hıristiyanlar tarafından yönetilen ve Tanrı’ya hizmet eden tek şehir” demiş.

Kentimiz Halife Hazreti Ömer döneminde Müslümanlıkla tanışmış; Nurettin Zengi tarafından ele geçirilmiş, komutan İyad ilk Müslüman valimiz olmuş.

Moğollar’ın işgalini yaşamış; Hulagu’ya teslim olmuş; Timurleng ünlü göllerinden kana kana sular içmiş ve gitmiş!

Uzatmayalım Urfa, Osmanlı idaresi de görmüş, sonunda “Cumhuriyet!” de demiş. Yani tarihten yana sıkıntısı olmamış; gelenle de gidenle de barışık yaşamış kimseye kin, garez tutmamış. Taa ki “Hain Fransızlar” Urfa’yı işgal edene kadar!

Osmanlı 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamış, ardından Urfa ilk önce İngilizler sonra da Fransızlar tarafından işgal edilmiş. Şehrin en güzel yerine yerleşmiş Fransızlar ve başlamışlar Urfalıları ve Urfa’yı yönetmeye! İlk başlarda pek sorun çıkmamış ama gün geçtikçe zulümleri artmaya, hal ve ahvalleri çekilmez olmaya başlamış.

Urfalılar sabretmiş sabretmiş 11 nisan günü, “Hahoo yettişinnn, Fransızlar isot tarlalarını yakıyor!” nidasını işitinceye kadar.

Gerçi rivayettir söylenen hatta, “Urfalılar’a düşman Antepliler’in uydurmasıdır, böyle bir şey olmamıştır” denir amma bu sözler Urfalıları’n isot ve çikifte sevgisine taş atmak için de bulunmaz bir kışkırtmadır. Çünkü Urfalı her aileyi ağustos geldi mi dizginlenemeyen bir telaş alır; evlerde günler sürecek bir tartışma, “Avrat bu sene kaç kilo isot çıkaracaksan?” sorusu ile başlar.

“Bilmiyem ki! Gelin de geldi, geçen sene yüz kilo almıştıy, dokuz kilo isot çıkmıştı!”

“O zaman yüz elli kilo alım mı?”

“Yog o da fazla olur, sen emeğini zahmetini bili misen ki? Sanki sen doğrisan, kurudisan! Hem geçen sene Maraş isodu almıştıy eyi çıkmamıştı. Gidip en kötü isotları alıp geliysen! Bu sefer Urfa isodu al!”

 Tartışmalar günler sürer. Aile reisi ekonomik gücüne, yaptığı istihbarata göre çarşıyı pazarı kollar sonra bir isot cinsinde karar kılır, satın alır ve korka korka eve gönderir. Çünkü isot kötü çıkarsa bir sonrakine kadar kendini tartışmaların, söylenmelerin hedefinde bulur.

 İsot geldi mi hanım hemen konu komşuya haber verir, evden de yardım edecekler katılınca, dağ gibi kırmızı isot yığını bazen birkaç saatte bazen de gün boyu sürecek bir çabayla sapından, tohumundan, damarından ayrılıp; boylamasına ya ikiye ya da dörde bölünüp kurutulmak için naylon örtülere serilip damlara güneşe çıkarılır.

Temizleme işi bitmiştir, artık her gün sabahtan açılacak örtüler, akşam gün batınca kapatılacaktır ki isotlar sonbahar güneşinde yana kavrula kağıt gibi ola. Ardından tokmağı sallayacak olan taş dibeğin başına geçer ve yavaş yavaş arada birkaç damla zeytinyağı damlata damlata en zahmetli işi bitirir.

İşte şimdi sıra akla karanın belli olacağı teste gelmiştir; en kısa zamanda ya evin erkeği ya da güçlü kuvvetli aileden bir başka erkek çikifte legeninin başına geçer. Birazdan usta göz ve damaklar hemen sonucu söyleyecek, bütün bir yıl bu sonuca göre ya övünülecek ya da ortalıkta, “Ne yapım anam, bu sene düzgün olmadı!” diye baş eğik dolaşılacaktır. Yok eğer sonuç “eyi” ise tez elden yoğrulan çikifte konu komşuya gururla gönderilecek ve isot gerçek anlamda koruma altına alınacaktır. Çünkü “Eyyi bir isodun hırhızı çok olur!’’

 ***Prof. Dr. Ahmet Arslan. Edessa / Urfa Kutsanmış Şehir. Judah Benzion Segal. Önsöz.

 

Urfalılık iyidir hoştur, “biriciklik”tir ama öyle kolay kolay da “Urfalı” olunduğunu sanmayın! Yani öyle ‘’Hasso Cello işi’’ değildir Urfalı olmak!

Bir kere “Urfalı” olmak için en başta gelen şart, “ailecek, birkaç göbektir Urfa’nın içinde yaşıyor olmak” gerekliliğidir. Yoksa size “Muhacır!” derler, “Muhacır” aşağı “Muhacır” yukarı bir türlü dillerinden kurtulamazsınız; kabul etmezler aralarına. Taa ki ailenizin nereden göç ettiğini hatırlayan kalmayana kadar. Bu da birkaç kuşak sürer ve sonunda artık siz de ilk şartı yerine getirmiş, bir “Urfalı” olmuşsunuzdur!

Urfalılar soylarına soplarına pek meraklı olduğundan, her fırsatta konuyu gündeme getirip, “küçüklere” Ninolar’ın, Abdolar’ın, Nebolar’ın, Kasolar’ın, Dedehayırlar’ın, Hacıkamiller’in, Miftahiler’in, Başıbüyükler’in, Kiliseyesıçangiller’in ve daha nice ailenin yedi göbek ötesini saymaya girişir, bilgiler verir, “uyarı”da bulunur ve “aile temizliği”nin önemini vurgular.

Bize de yıllarca yeri geldiğinde büyüklerimizce, soyumuzu temsil eden Fesçi Abdi’nin dört yüz yıl önce Acem Dergezenlu oymağıyla Nahcivan sınırından gelip Urfa’ya yerleştiği, ticaretle uğraştığı ve halkın onu çok sevdiği, onun da onları sevdiği; çoluk çocuk sahibi olduğu; ölünce Bediüzaman’a gömüldüğü aile mezarlığımızın onunla başladığı; sonrasında kendisinden gelen soyun sopun da aynı yere gömüldüğü, şu an mezarlıkta altı kuşağın bir arada yattığı anlatıldı durdu. Yani bizimkiler de Urfa’ya göç etmişler, sabretmişler sonra “Urfalı” olmuşlar!

Büyük Dedem’i iyi hatırlıyorum; uzun boyunu, hiç gülmeyen yüzünü, başından eksik etmediği şapkasını, gabardin şalvarını, dövmeli ellerinden düşmeyen bastonuyla, bir ayağı aksayan adamı. 

Dedemiz “dede”ydi ama torunlarına “dedelik” etmezdi! Ne elimizi tutmuşluğu vardı ne sevip okşadığı ne de şeker şerbet niyetine aldığı! Ancak sonunda dedeydi ve müthiş korkardık cüsseli varlığından!

Bastonunu kaldırdı mı, “Allah korusun!” indiriverirdi bir yerinize! Yalnız torunlarına mı? “Ooo neler çekmiştir elinden neneyiz!” derdi amcalar da biz torunlar üstünde durmazdık olanın bitenin.

Bütün ailesi altı oğlan, bir kız, bir de “evin reisi” nenemdi, kimi kimsesi yoktu başka. Nenemin ise evde asaletinden ve zenginliğinden söz edilmeden geçilmez, konu açılınca, “Çanakkale’de şehit düşen zabitler mi yoksa ağalar, begler mi hangi kardaşımı hangi akrabamı sayım?” derdi.

Eve bu “asil” akrabalardan biri girer biri çıkar, dedem en çok da bu ağa kardeşlerin gönderdiği nohuda, mercimeğe, buğdaya sinirlenir, söylenince de nenem taşı gediğine koyar, ”Sen de bütün parayı kumara verme! Ne yapsınlar? Aç, açıkta mı kalak?” derdi. Dedem pokeri severdi oysa, kumarı değil!

Dedemin ellerinde ve yüzünde Kürtler’in, Araplar’ın yaptırdığı dövmelerden vardı ama ne Kürtçe bilirdi ne de Arapça ancak alışverişe gelenlerle çat pat konuşacak kadar dili dönerdi. Dükkanında atlara marege (eyer) yapar eğer çok paran varsa derisinden alır yoksa şal olanıyla yetinirdin. 

Ailede herkes dedemin mesleğini bilirdi. Eve iş geldiğinde herkes bir ucundan tutardı. Biz torunlar ise boyahaneden gelen ipleri açmak için çoğu kere küçük kollarımızı uzattır, iş bitince balmumu ile oyalanır ya kırpık derileri makasla doğrar ya da sağa sola biz dürterdik.

 

Ailenin on sekizinci yüzyıl ortalarından kalma bıçakçıların, kazancıların, aktarların, marangozların, saraçların, kazazların, halıcıların, terzilerin, kuyumcuların velhasıl bütün Urfa esnafının bulunduğu Aşağı Çarşı’da, adına Saraç Pazarı denilen yerde birbirine bitişik iki dükkanı vardı. Birinde dedem ve küçük amcam, öbüründe ise bir başına büyük amcam çalışırdı.

Bir gün bu büyülü dünyaya, ortanca amcalarımdan birinin serçe parmağından tutarak giriverdim. Saraç Pazarı’nın sayısız girişinden Urfalılar Köroğlu Kahvesi’ne, aktar, dondurmacı, kebapçı dükkanlarına; dev çınar ağaçlarının gölgeliklerine; Kazancı Pazarı’ndan gelen çekiç sesleri eşliğinde, kalaycı çıraklarının içinde “göt sallayarak” kazan, leğen, lenger  parlatmalarını seyre; kehribar sarısı tütün satıcılarının torbalarına, sigara kağıdı ve emziklerine; Nacar Pazarı’ndan gelen taze ağaç kokusuna, topaçlara , beşiklere, ekmek tahtalarına, nalınlara kürsülere; bıçakçıların çoğu zaman sarı kimi zaman da beyaz yalazlanan ateş kıvılcımlarına değmeden; eşek hamallarının umursamaz, yol vermez hallerine aldırmadan gün boyu akar da akardı.

Dedem, bütün azameti ve aksiliğiyle dükkanda halısının üstünde oturur, alışveriş için gelen köylülere el emeği göz nuru maregelerini üstünkörü gösterir, müşteriden hoşlanmazsa ya da dillerinden anlamadığından, “Hade ruh ruh!” (Yallah) çekerdi. Çünkü bin bir zahmetle yaptığı maregeleri çoğunlukla ısmarlama olduğundan, “bütün Doğu’da hatta Güneydoğu’da, bir tek kendisi bu işi hakkıyla yaptığı”ndan, bu “sefil” köylüler onun mallarını alamazdı. Böyle zamanlarda kızgınlığını ya yemek düşleyerek ya da Boze Amca’nın imdada yetişmesiyle bıyambalıyla giderirdi.

Yaz günleri neredeyse saat başı, bir de misafir geldiğinde, dükkanın hemen önünde bitiverirdi Boze Amca. Tek gözü görmeyen ve en az dedem kadar sinirli olan bu yaşlı amcanın bıyambalısı dehşetliydi. Hiçbir içecek onunki kadar insanı sakinleştiremez serinletemezdi!

Boze Amca bıyambalısını elindeki kalaylı küçük taslara doldurarak verir, dükkanın tahta kolonlarından birine kulağının arkasındaki tebeşir ile çentik atar, gün sonugelip çentikleri sayar, parasını alıp giderdi. Meyankökünü su ile haşir neşir edip ondan enfes bir içecek olan bıyambalıyı yaratan bu yaşlı amca, Saraç Pazarı anılarımın her zaman ilk hatırlananı oldu.

Çarşıda gün dönmeye başladığında, güneşin ışıkları yavaş yavaş solar sararır, biraz çınar ağaçlarının tepelerinde dolanır sonra iyice yorulur ve çeker giderdi! Ardından da Boze Amca’nın, birbirine vura vura dolaştırdığı çanlarının sesi duyulmaz olurdu. Çınar ağaçlarındaki binlerce zevzir (sığırcık) de cıvıldaşmaya başlayıp ses sesi duymaz olunca artık paydos zamanının geldiği anlaşılırdı.

Halılar kilimler, hasırlar, üst baş silkelenir; bakır kap kacaklar, tahta el işleri, deri koşumlar, bıçaklar, şallar, yünler, kumaşlar, tütünler toparlanır; el ayak, yüz yıkanır, pis su kovaları boşaltılır, tahta kepenkler kapatılır, asma kilitler dükkanların kol demirlerine vurulurdu.

Dedem çoğunlukla erken paydos eder, akşam alışverişi yapar, bazen gözüne kestirdiği üzüm, incir, şeftali ya da narı kuşağının arasındaki marhamasına (büyük mendil) doldurur evin yolunu tutardı.

Büyük Dedem hayatının sonuna kadar “yağlı yüzlü” yiyerek yaşadı; ilk önce ilk karısını, ardından “ikinci” diye aldığını mezara gönderdi. Soyundan gelenler sadece iki karısı ve hayatı boyunca yedikleriyle yetineceğini beklerken, gün geldi çoluk çocuk demeden herkese küstü, evden çıkmaz oldu! Bir köşeye çekildi, yerinden kımıldamadı; dört parmağını diğer dördüne geçirdi, boşta kalan başparmaklarını bir karşısındakilere bir kendine döndüre döndüre seyretti söylendi seyretti söylendi ve anlaşıldı ki üçüncü karıyı da istiyor! İstedi istemesine ama ömrü vefa etmedi!

 / Dedemin tirit iştahı

Gırtlağına ve kadınlara düşkünlüğü dillere destandı dedemin. Boğazından “yağlı yüzlü yemek” geçmeyince, “Doydum!” demez ama ille de ille haftada bir kez kahvaltıda tirit yemek isterdi.

Tirit aklına düştü mü, bastonunu yere vura vura doğruca Kasap Pazarı’nın yolunu tutar, kancalara asılı koyun, kuzu ve dana etleri karşısında kendinden geçerdi. O vakitler etler açıkta satıldığından, buzdolabı olmadığından ve dolayısıyla günübirlik kesildiklerinden her an tazeydi!

Tek yapacağınız ya doğrudan kasabınıza yönelip ne istediğinizi söylemek ya da teker teker dükkanları dolaşıp gözünüze kestirdiğiniz eti ne yemek pişirecekseniz ona göre almaktı. Ancak bunu da her zaman alışveriş yaptığınız kasabınızdan gizli yapmak zorundaydınız yoksa gücenir bir başka alışverişte bunu lafın arasında hatırlatıverirdi.

Dedemin böyle bir kaygısı hiçbir zaman olmadığından, “az biraz da huysuz” olduğundan öyle her eti de kolay kolay beğenmediğinden, ortalıkta fazla dolaşırdı. Kasapları rahatsız eden; “Canım eyyi bir kaburga istiy ona göre etiy var mı? Aslında fitil eti bulsam tike kebabı da eyi olur amma avrat dolmalık istedi!” kararsızlığıydı. Çünkü onlar, “Frenk tavası için yarım kilo et ver, bi parça da çikiftelik koy yanına, yarına da biye kelle ayır!” diyen kararlı müşteriyi severdi. Ancak dedem söz konusu tirit olunca hiç kararsızlık göstermezdi. İyi eti bulduğuna inandı mı doğrudan konuya girer etin neresinden istediğini gösterir, mutlaka birkaç ilikli kemik de almayı ihmal etmez üstüne üstlük birkaç kuzu kellesi de sipariş verirdi.

Etini, kemiğini alıp da keyfi yerine gelen dedem hemen dükkandan ya da konu komşudan bir şegird (çırak) bulur, aldıklarını aceleyle neneme yollardı. Bir gün sonra da kalaycılarda tütsülettiği kuzu kelleleri evin yolunu tutardı!

Nenem için tirit pişirmek zor değildi. Zaten gün doğmadan kalkmış, mangalı yakmış, cezvesini sürmüş, sigaralarını sarmaya başlamış olurdu.

Onun zoruna giden daha keyfini tamamlamadan dedemi karşısında görmekti. “Yoksa ne olacak!”, basardı eti kemiği bir koca tencerenin içine, koyardı maltızın üstüne; kaynaya kaynaya neredeyse erimeye yüz tutacakları zaman da alırdı ateşten doğruca dedemin önüne sürerdi, “Al siye tirit!”

Kahvaltıda tiridine kuru yuha ekmeği (evde pişirilen ince ekmek) doğrayarak yiyen dedem, karnı doyunca dükkanına gider, kahve çay içmediğinden bıyambalının yolunu gözler, şişkinliğini ancak onunla giderirdi. Dedemi bazen hatta çoğu zaman haftada bir tirit kesmezdi ama nenemin korkusundan ses etmez çarşıda kaçamak yapardı. Yalnız çarşıda tiride doğrayacak yuha ekmek olmazdı, “Eee olsun!” o da dırnaklı ekmek (tırnakla şekil verilmiş) doğrardı.

Uzun yıllar çocukları olmamış dedem ile nenemin, doğanlar da yaşamamış! Dedem çocuk ister, nenem çaresizmiş. Bakmışlar olacak gibi değil, sonunda en son “çare”yi ziyaret edip, doğacak çocuğun adını o “kutsal” kişinin adıyla anmayı vaat etmişler.

Dedemin oğlu babam, 20’lerde Cumhuriyet’le birlikte müziğin, yeme içmenin, aşkın, arkadaşlığın, sporun içine doğmuş, adını da söz verdikleri gibi ‘’Şıh Müslüm’’ koymuşlar.

Çocuk siyah saçlı, beyaz tenli, ela gözlüymüş doğar doğmaz da anasının nazlısı olduğundan, yere göğe sığdırılamamış! Nenem kuymak yapmış (Doğum sonrası un ve şeker yapılan kutlama yiyeceği) gelene gidene yedirmiş, konuya komşuya dağıtmış. Ancak zor yıllarmış o yıllar. Fransızlar daha yeni çıkarılmış Urfa’dan, Kurtuluş Savaşı ancak son bulmuş ülkede; ekmek karneyle dağıtılır çay, şeker bulunmazmış.

Babam ilkokula hemen evlerinin yanındaki okulda; ortaya, Urfa’nın tek okulunda devam etmiş ama defterle, kitapla arası iyi olmamış! O yaşamın içinde olmayı seviyormuş, okul sıralarını değil. Bir keresinde Fransız hocası hanımla kavga etmiş de az daha okuldan tart ediyorlarmış, Diyarbakır’da sonlandırmış mektep hayatını!

Dönüp gelmiş Urfa’ya; dedeme işinde, neneme, kardeşlerini “terbiye”de yardım etmiş ama en çok da ortanca amcamla yorulmuş. “Az biraz” inatmış amcam! Bir türlü terbiyenin şiddetine “Yetti!” demezmiş.

30’lu 40’lı yıllarda Urfa’da şarkı türkü, her zaman olduğu gibi yine herkesin dilinde, sazlar ellerindeymiş. Yoksulluk ülkenin her yerinde olduğu gibi kentte de varmış ama Anzılha sahnesinde tiyatro kumpanyaları gösteri yapar, müzisyenler sahne alır, Zulumiye Camii İmamı, “İkindiyi kıldırıp geliyorum, ben gelmeden sakın faslı başlatmayın ha!” diye haber gönderirmiş.

O zamanlar evlerde kuyruklu piyano, pencere piyanosu, keman da varmış. Gerçi daha Orpheus’u lir çalarken betimleyen en eski mozaik, Urfa’da bulunmamış ama düğünlerde Ermeni, Yahudi, Süryani, Türk, Kürt, Arap müzisyenler perde arkasında çalar; kadınlar başlarında ipek eşarpları ile nazlana nazlana müziğin ritmine uyarak oynar, çepik(çepik) çalar, “Lilili lili lii” der zılgıtı basarmış.  

Babam, 40’larda delikanlılık çağına gelince bir de yakışıklı ve çapkın olunca, başına olmadık işler açmış. Sık sık aşk kazaları yaşamış! Kimi zaman başından aşağıya su dökmüşler kimi zaman ipek mendili yerden kaldırırken canını zor kurtarmış. O yıllar Urfası’nda dilediği gibi biraz da risk alarak yaşamış!

Yüzmüş voleybol oynamış, kış geceleri sıra gezmiş (sıra ile yapılan arkadaş toplantıları), arkadaşlarıyla dağlarda kalmaya gitmiş! Müzik aleti çalamazken, şarkı türkü söyleyemezken o günlerin muhteşem sesli müzik adamları Tenekeci Mahmut, Hacı Nuri Hafız, Halil Hafız ve Kadir Güzel’in meşk ettiği meclislerde üç gün üç gece eğlenmiş, yemiş, içmiş. Bir keresinde eve dayısı gelmiş bakmış yeğeni eğleniyor, çarşıya koşturup bir koç kestirip getirtmiş de lenger lenger pirinç pilavı, kaburga, kavurma çıkmış çardağa.

Urfa Tektek Dağları’na sırtını dayar. Adı “dağ”dır ama bakmayın, öyle durmazlar, dağ gibi yüksekten bakmazlar adama! Onun için midir nedir bilinmez, Urfalılar her baharda yazda kim bilir kaç yüzyıldır kendilerini çağırır gibi duran, bir zamanlar doksan bin keşişin(1) çile çekmeye mağaralarına, manastırlarına sığındığı bu dağlara; Meliğin Eyvanı’na, Merkefe’ye, Kanlı Mağara’ya, Dip Karlık’a, Çifteler’e, Delikli Mağara’ya, Kasr-ül Benat’a, Çatalat’a, Deyr Yakub’a (Nemrud’un Tahtı’na), Çardak Manastırı’na, Ehber Deresi’ne, Kejeroğlu’na, Ağaçlı Mağara’ya, Mulla Ömer Dağı’na ve daha nicelerine kalmaya gidermiş.

Giderlermiş ama ne gitmek! Günlerce aylarca kalır, ‘’2. Cihan Harbi’’nin başladığından haberleri dahi olmadan kesintisiz yer içer, çalıp söyler, sohbet eder, oyunlar oynar geri dönerlermiş. Babam böyle bir eğlenceden geri durur mu? Arkadaşlarıyla neredeyse dağdan inmez, yeri göğü şarkıya türküye boğarlarmış.

Bahar geldi mi “Gitme vakti”, neredeyse sonbaharın bitimine yakın, “İnme vakti” derlermiş. Günler öncesinden hazırlık yapılır, “Kaç kişi gidilecek? Kaç gün kalınacak? Kim hangi kap kacağı getirecek? Öğlen akşam, sabah ne pişirilecek?” sorularının yanıtları önceden, arkadaş meclislerinde sıra gecelerinde karara bağlanırmış.Hazırlıklar sürerken, önden bir ya da birkaç kişi gidip, kalınacak mağarayı belirler, temizler, silip süpürüp, halılar ve yastıklarla döşer, hazırlık yaparmış. Geride kalanlar da evlerindeki yatak yorganı ayarlar, yıkatır, paklatır, payına düşen kap kacak da ayarlandı mı verilecek talimatı beklermiş. “Gidiyoruz!” komutu da geldi mi, eşeklerle, katırlarla yükler yollanır, onların arkalarından da kendileri yola düşermiş.

Masraf, dağa gelenler arasında bölüştürülür; kalınacak günler haftalar boyu yetecek kadar pirinç, sadeyağ, un bulgur alınır; çabuk bozulacak et yoğurt yeşillik Urfa’dan getirtilirmiş. içki içenler varsa rakı da katılırmış masraf listesine.

Birçok Urfalı erkek yemek yapmayı bilir. Sadece evde yapmazlar ama dağda gündüz meyhane pilavı, yaprak sarması, firik pilavı, çağla aşı yapılmışsa söz gelimi; gece de ille çikifte yoğrulur, hele aylardan baharsa, mercimekli bulgur aşı pişer, soğanlı, patatesli, kemeli kebap yapılır kimi öğün de yumurta kaynatıp, patlıcan, domates, isot kızartıp yuha ekmekle dürüm yapar; yeşil soğan, maydanoz, pirpirim (yabani semizotu) yoğurt, ayran, Allah ne verdiyse karın doyurulurmuş.

Yemekler yenildi çay kahve içildi, tütünler sarıldı, gün de battı, “Artık meşk zamanıdır” deyip ut, tef, zil, kanun, bağlama, cümbüş, darbuka, kaval ortaya çıkar, nesilden nesile babadan oğula, ustadan çırağa aktarılan müzik, sabahın ilk ışıklarına kadar sürer gidermiş.

Bazı gün ve haftalarda otuz, kırk hatta elli grup olurmuş dağda yatıda olan. Her grup karşı grupla şarkıyla, türküyle atışır ve sonunda öyle bir an gelirmiş ki, Urfa dağları gecenin kör karanlığında, her yönden her nefesten gelen müzikle inim inim inlermiş!

Eğer dağa yatıya çıkan gruplardan birinde herkesin saygı duyduğu bir usta olur, o da elini kulağına götürüp bir hoyrata can verirse gecenin bir vakti, bütün gruplar susar, büyük bir saygıyla dinlermiş. Bazen bir de bakarmışsınız ki hoyrat bitmiş, aşağıdan şehirden eğer yaz vaktiyse zamanlardan, damda yatan biri karşılık veriyor!

Urfalı’nın bahar geçip yaz geçip sonbaharda dağda yatı sevdası bitince, bu kez sıra gecelerinde, odalarda, dost meclislerinde dile getirilen yatı hasreti, iddialaşmalar sonucu bazen trajedilerle son bulurmuş.

“Etrafta şimşeklerin çaktığı, fırtınanın uluduğu, yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı cehennemi bir gece vakti, arkadaşları ile giriştiği lanetli bir iddialaşma sonucu Urfa’nın birkaç kilometre batısındaki dağlık bölgede bulunan Kanlı Mağara’ya kazık çakmak için giden, onun en derin noktasına yanında getirdiği kazığı çakan, ancak karanlıkta etrafını göremediğinden veya hiç şüphesiz o kritik anda duyduğu büyük heyecan sonucu farkında olmaksınız söz konusu kazığı kendi zıbınının eteğine çakan, böylece o zamana kadar cesaretini koruma başarısını göstermişken birden sarsılıp paniğe kapılan ve bu panik sonucu dışarı çıkamayarak mağaranın içinde çırpına çırpına ölen Urfalı talihsiz gencin hikayesi…” bunlardan biridir.  (Prof. Dr. Ahmet Arslan. Edessa / Urfa Kutsanmış Şehir. Judah Benzion Segal. Önsöz)

/ Pendirli helvanın ömrü kısadır!

Dağda yatının olmazsa olmazı müzikse, bir başka olmazsa olmazı da mutlaka ama mutlaka baharla birlikte kısa bir süre çarşı pazarın vazgeçilmezi olan ve her Urfalı’nın büyük bir iştahla beklediği, “tezze pendir” dir.

Peynir boy gösterdi mi çarşıda ilk yapılacak iş, dağdan birini gönderip ya da daha önce tembihlenmiş birinden bekleyip, “en iyi” peynirden elde etmek ve uygun bir yemeğin yanında helvasını yapmaktır. Peki en uygun yemek hangisidir? Tabii ki yine baharla birlikte bağlarda boy gösteren taze asma yaprağının sarması, ‘’yarpag sarması!’’

Ancak yaprak sarmasının ömrü uzun, pendirli helvanınki “tezze pendir”den yapıldığı için kısadır. Bu nedenle ilk fırsatta pendirli helvayı tatmak gerekir; yanında da sarma olursa ne ala, yok olmadı çikifteden sonra…

Urfalıların diliiyle “Vayyy vayy vayy önce ağzıy yanıy, arkasından datlı, pendirli helva!”

Peynir geldi önce ince ince dilimlendi, bir kenarda suyun içinde bekletildi; sadeyağ yayvan bir tencerede erimeye başlarken yavaş yavaş un katıldı, karıştırıldı, un kokusu gidinceye kadar ikisi birlikte kavruldu sonra suda eritilip bekletilen şeker aniden döküldü, yedirildi.

Bakılır ki şeker kayboldu, bir havuz yapılır undan! Artık tezze pendiri ekleme zamanı gelmiştir. Başlanır pendir una yedirilmeye. Yedirildikçe pendir, süner, uzar; siz yedirirsiniz süner uzar, taa ki helvanın hazır olduğuna kanaat getirilene kadar. Pendirli helva ocaktan alınır bekletilir ki dinlensin, kendine gelsin ve ondan önceki bitsin, sıra onun olsun!

Vaktiyle “Urfa’nın Urfa olduğu” zamanlarda birkaç aile, “Ninolar, Mamolar, Nebolar, Abdolar ve Kasolar” diye anılır, tekerlemelere de konu olurmuş. Bunlardan Kasolar, Ellisekiz Meydanı’nda oturur, “Onlara Kasolar derler; çünkü ünleri kasalarının çok olmasından” gelirmiş! İşte bu Kasolar’ın “ileri gelenleri”nden biri benim Gözlüklü Dedemdi.

Cemali hala gözümün önünde, sesi de kulağımda; gözlüklerinin ardından mahcup az biraz da muzip bakan bir dede; uzun boylu, bedeni dal gibi kolları da öyle, sanki ağaçtı dedem!

Severdim dedemi… “Dedem de beni severdi ki!” aşlık almak (yemek için malzeme) Aşağıçarşı’ya gitmeye her niyetlendiğinde yanına çağırır, elimi yüzümü kontrol eder, temiz bulursa bu kez kılığıma bakar, onu da beğenirse elimden tutar bir eşek hamalının eşeği ile ancak yan yana geçebileceği, duvarların gökyüzüne uzanmak için birbirleriyle yarıştığı, güneşin yüzünü öğlende ancak gösterebildiği, kara taşlarını at ya da eşek pisliklerinin kirlettiği kimi cumbalı kimi kuş takalı, sac ya da tahta kapılı evlerin sıra sıra sıralandığı sokaklardan, benim adımlarımla beni, limonlu şeker almaya götürürdü.

Aşağıçarşı’ya varınca ilk önce “Şekerci Amca”nın dükkanına giderdik. Ben ağzına kadar fındık, fıstık, ceviz, kabak çekirdeği, ay çekirdeği, karpuz çekirdeği, kavun çekirdeği, kavurga (hepsinin karışımı kavrulmuş atıştırmalık) dolu çeşit çeşit çuvalların; leblebili, limonlu, akideli şekerlerin doldurduğu kavanozların; salkım saçak asılmış cevizli, fıstıklı sucukların (üzüm şırasından yapılmış tatlı) kağıt külahların arasından merakla bakarken, dedem satıcının uzattığı bir külah dolusu limonlu şekeri alır, avucuma sıkıştırır sonra bir bana bir satıcıya bakar; çoğunlukla yaptığı alışverişten pek memnun kalmamış olurdu ki alt dudağını sarkıtır; bu kez de üstünde bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan ‘’arap kızı” resimli sakızlardan ister; onu da alınca keyfi yerine gelir, gülümserdi. İstesem bana karpuz çekirdeği de alırdı dedem hatta iki cebimi birden doldururdu ama istemezdim ki!

Ne iş yapardı dedem, bilmiyorum? Şimdilerde soracak kimsem de kalmadı! Ancak fotoğraflarına bakıp bakıp üzerindeki resmi giysileri gözden geçirince, “Belli ki bir memuriyeti vardı.” diyorum.

Onda beni gururlandıran ailesini nasıl geçindirdiği değil nasıl doyurduğu; hiç yılmadan hiç yorulmadan bir gün bile surat asmadan evine, konuya komşuya hangi hünerle hangi keyifle yemekler yaptığı? Sorabilsem! Soracağım o kadar çok şey var ki dedeme!!

“Niye Urfalılar bulguru bu kadar çok seviyor? Niye sonu hep kifte ile biten yemekleri var dede, ha dede?”

Dedemi çoğunlukla evde ama hep mutfakta, kap kacağın ya da maltızın başında hatırlıyorum. Bana göre “Aşçı”ydı dedem hem de bütün aşçıların en iyisi!

Her yemeği büyük bir ustalıkla yapardı. Frenk tavası ise pişirdiği yanına bulguraşını katar, yok eğer kazankebabı ise yenilen, “Pirinç pilavsız olmaz!” der, ille de sadeyağı pilava cozurta cozurta dökerdi.

Kaburga doldurur, mutfağa girer şişlere kebap dizer sonra mangalın başına geçer tikeymiş, balcanlıymış, frenkliymiş (kuşbaşı, patlıcan domates ) hiç ayırt etmez kebap pişirir ama pişirdiğiyle kalmaz bir de eliyle tek tek dürüm yapıp yedirirdi herkese!

Hiç üşenmeden boranı, içli kifte, aya kiftesi yapar akşama da az biraz yuvalak saklar; Yahudi kiftesinin püf noktasını bilir; hamur açar, semsekmiş, ağzı açıkmış, ağzı yumukmuş (birkaç börek çeşidi) hiç ayırt etmez kimine peynir kimine sarımsak kimine ceviz katar her birini bir başka nefasetle damaklara sunardı.

Bir yemeği canının çektiğini söyle, ondan bir yemek iste! Daha yarım ağız, “Aşağıçarşı’da gördüm, tezze kabak çıkmış” de… Ne yapıp edip gidip hemen kabak alır dolma doldurur, yaprak sarar ya da bir bakmışsın, baş soğanları önüne yığmış, doğramış, gözlerinden yaşlar boşalırken kıymalı(lahmacun) karıştırıyor, fırına götürüyor ki akşama yemek işi çıkmasın!

Evde yemekleri hep dedem pişirdi yıllar yılı ancak bir gün geldi ki “Çalışması gerek!” Gitti kardeşinin içkili lokantasına aşçılık yaptı, birkaç ay geçti geçmedi, “kahrından” öldü! Öyle derler…

Bir dede öbür dedeye benzer mi? Benimkiler benzemezdi. Biri ne kadar “huysuz” ise öbürü bir o kadar “halim selim” idi. Yani biri “Nemrudi” diğeri “Halili”

  / Önce lıklıkı kifte’de delik açacaksın!

 Urfalılar’ın bulgurla yapıldığı için “kifte” merakları dehşetlidir. Neredeyse bulgurla yapılan bütün yemekler “kifte” eklidir. Başta çikifte, sonra yımırtalı, ardından içli kifte, dolmalı kifte daha sonra aya kiftesi, yuvalak, boranı, ardından Yahudi kiftesi, basma kifte, tiritli kifte, mercimekli kifte, yağlı kifte, kıyma ve tabii ki şimdi “ağır oluyor” diye kimselerin yapmadığı, unutulan lıklıkı kifte!

İşte Gözlüklü Dedem bu lıklıkı kifteyi iyi yapardı ve de yemesini çok severdi. Hal böyle olunca ev ahalisi, üstüne üstlük konu komşu, bir de hısım akraba, sıklıkla; kışın on beşte bir, utanmasalar haftada bir, dedemden lıklıkı kifte isterlerdi.

O da istemelere, ısrarlara önce az biraz nazlanır, “Bu kadar külfete (kalabalık) kifte mi yapılır lo?” der, ardından “Kiftelik bulgırıyız var mı ki?” diye sorar, “Heee var!” yanıtını alınca da bu kez, “Ya kara etiyiz var mı?” diye yoklar, “Yogg!” yanıtını alınca da teslim olup Kasap Pazarı’nın yolunu tutardı.

Gözlüklü Dedem doğruca kasabına gider ne istediğini bir çırpıda, “Lıklıkı kifte yapacağam, 750 gram kara et ver kiftesi için 250 gram da içyağı!” diye söyler, bekler, etini alınca da sepetinin bir köşesine yerleştirir, heyecanla eve gelirdi.

Lıklıkı kifteyi yapmak zahmetlidir tıpkı içli kifte gibi… Önce içini hazırlayacaksın. İçyağını, isodu, karabiberi, kuru soğanı bir güzel yoğurup küçük küçük zeytin habbeleri (taneleri) gibi bir kenara koyacaksın. Bekleyecekler. Sonra lıklıkı kiftenin kiftesini yoğuracaksın: Et, bulgur, kuru isot ve tuz. Salça yok ya da çok az! Ardından yoğurduğun kifteden ceviz büyüklüğünde parçalar koparacaksın ki içini içli kifte gibi açıp, iç doldurduğunda ağzını kapatıp bir kenara koyasın!

Dedem sabırla ve büyük bir dikkatle önce malzemeyi alma sonra içi hazırlama ardından kifteyi yoğurma en sonunda da kiftelerin içini koyup ağızlarını kapama işlerini tek tek yapardı. İşi bitince de kadınlara teslim ederdi kiftelerini ki, yenmeden az biraz önce lıklıkı kifteleri kaynar suda haşlayalar, soğutmadan getireler ilk kendisi sıcak sıcak dumanı üstündeki kiftenin tepesinde büyük bir dikkatle bir delik açsın, eriyen yağı içsin ardından da kiftesini yesin!

Gözlüklü Dedem’in üç kızı, iki oğlu vardı; çocukların anaları ise maviş maviş bakan, ‘’Maviş Nenem’’; pamuk gibi beyaz tenli, elma yanaklı, başında tülbendi, sırtında pamuklusu, tombul kollarında da bir iki tane tek bilezik! Öyle hatırlıyorum…

Büyük kız evin hakimi, herkesin ablası… “Var yok!” ondan soruluyor. Biraz da titiz sağın solun temizliğine ama “şimdilik” korkulacak bir şey yok! Bu arada bir güzel bir güzel ki bakan gözlerini alamıyor. Nitekim tez elden talibi çıkıyor da akrabadan, Konya’ya gelin gidiyor!

Ailenin küçük kızı menenjit, köşelerde oturur hiç sesi çıkmaz; büyük oğlan Ankara’da mektepte okuyor hakim çıkacak; küçükse kendini kurtardı sayılır, terzi olacak!

Ortanca kız orta boylu, beyaz tenli, ela gözlü ve sırma saçlı olan annem; saçlarının uzunluğu dizinin altında, “yıkaması dert, örmesi dert” ama kız inat, “Kestirmem!” diyor da bir başka şey demiyor. Zaten kızın nenesi de torunundan yana, onu her hafta hamamlara götürüp kendi elleriyle yıkarken, fildişi tarağı saçların arasından her kaydırdığında, “Saçıyın teline kurban!” diyor da başka bir şey demiyor.

Bir de bu kız ailenin en şen şakrak kızı ve kız enstitüsüne gidiyor ayrıca da çok arkadaş canlısı… “Biçkisi dikişi bir numara!”, konu komşudan kumaşı kapan soluğu yanında alıyor! O da ayırt etmiyor birini ötekisinden kimine pazen biçiyor kimine saten!

Bir de roman okumayı seviyor ki evlere şenlik! Bir gün Kerime Nadir’in Hıçkırık’ı diğer gün Solan Ümit’i bir başka gün Kalp Yarası bir başka gece Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü ya da Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı Oku Allah oku, romanlar biter mi? İyi okusun da tadında bırakmıyormuş ki!

Gece oldu yatma vakti geldi yer yatakları serildi, “Hadi kızım yat artık!” seslenişlerine, “Şimdi yatıyorum şimdi yatıyorum” oyalamalarıyla karşılık veriyor, her seferinde de zılgıtı yiyormuş! Bazı geceler söz dinleyip uyuyor bazen de romanın en heyecanlı yerinde yorganı başına çektiği gibi mumu ya da gaz lambasını yanına alıyormuş!

Sonunda bakmışlar baş edemiyorlar bu kızla, yaktığı yorganların sonu gelmiyor, “Ne halin varsa gör!” deyip kendi haline bırakmışlar!

Babam çapkınmış ya ondan ola ki bir türlü evlenmeye razı gelmezmiş. Okul bitmiş, dört yıllık askerlik bitmiş, dağlardaki yatılar bile artık azalmış, “en önemlisi” de arkadaşlar birer birer çoluk çocuğa karışmış. Bir tek kendisi kalmış ortalıkta iş bulamayan ve evlenemeyen, bakmış olmuyor sonunda istemeyerek de olsa evliliğe razı olmuş.

Urfa’daki bütün aileleri tek tek inceleye eleye, “Bu kız kimin kızı? Ya bu kimin kızı?” diye diye sora sora en sonunda aklı romanlarda, dilekleri Hıdırellezler’de dile gelen Kasolar’ın ortanca kızını bulmuşlar! Kız da kendince eğlene eğlene, “Onu beğenmem bunu istemem” şımarıklığıyla, neredeyse yaşını otuza yaklaştırmış.

Gidilmiş, Kasolar’ın kızı aile büyüklerinden istenmiş, “Hayırlısı ne ise o olsun!” temennilerinin ardından kızla oğlana gıyaplarında bir nişan yapılmış daha doğrusu karşılıklı nişan yüzükleri gönderilmiş.

Ancak bu sefer de babam, “Kızı ille görmem lazım” diye bir başka kaçış yolu bulmuş! Urfa’da evleneceğin kızı görmek hem de 50’lerde, mümkün mü? Ancak bizimki tutturmuş da tutturmuş, söylenmiş de söylenmiş, “Başka türlü evlenmem” diye ayak diretmiş. Neyse allem etmişler kallem etmişler de annemi bir tanıdıkları vasıtasıyla eve çağırmışlar, kendisini de çardağa koymuşlar, anahtar deliğinden görsün diye.

Görmüş ve “Ben bu kızı istemem, beğenmedim!” deyip niyetini ilk başta belli etmiş! Ortalık öyle bir karışmış öyle bir karışmış ki, dedem bakmış olmuyor, bastonunu kaldırdığı gibi araya girivermiş; anlaşmışlar babamla!

Babam evleneceği kızı görmek ister de annem babamı görmek istemez mi? O da istermiş ama “Ayıp!” demişler, göstermemişler. Sonunda biraz zoraki de olsa babamı göremeden nikah masasına oturmuş, oturmuş ama ne görsün? Geçen sene sabaha karşı Hıdırellez’de, dileğini suya bırakırken yanından geçen beyaz atın üstündeki adam, bu adam değil mi? Oymuş besbelli!

Bir süreliğine yeni evlileri dedemlerin çardağında misafir etmişler annem de “Büyük ev nedir, düzeni nasıldır?” az da olsa görmüş yaşamış birkaç zaman ama en çok komşulardan çekmiş!

Kumaşını kapan, “Anam, gelin öyle güzel elbiseler dikiyor ki” deyip kapıya dayanmış. Annem bakmış olacak gibi değil, dikmekle bitmiyor; birkaç kumaşı “yanlış” kesip birkaç tanesini de “eksik” dikince bir daha yanına kimseler uğramamış.

Yeni yıla Urfa’da girip, sonunda “çardaktaki balayı”nı bitirmişler; Fırat Nehri’ni Birecik’ten salla aşıp, babamın banka memuru olarak atandığı Antep’in kazası Nizip’in yolunu tutmuşlar.

Fırat’a, Urfa’dan ulaşmak o zaman zaman alırmış! Otobüsle hadi diyelim vardınız, kumluk bir kıyı, köprü yok ki! Sal var ya da Birecikliler “gemi” diyor ki kibrit kutusundan biraz büyücek bir tahta parçası!

Beklermişsin gemi gelecek; kıyıya yanaşamadığından biraz açıkta bekleyecek sonra yolcular gelecek; ardından erkekler seğirtip gemiye atlayacak, kadınları ise kayıkçılar ya kucaklayıp ya da sırtlayıp gemiye götürecek de gemi hareket edecek. “Tamam” denildi mi, kayıkçılar “gemi”nin baş ve kıçında yerlerini alıp; boz bulanık Fırat’la baş etmek için kan ter içinde nehrin bağrına sırıklarını saplarmış.

Annem ilk kez geçmiyormuş Fırat’ı daha önce ablasına gitmişliği var, Konya’ya. Çizmelerini giydiği gibi beline kadar suya girip, bata çıka çıkmış gemiye, öyle de inmiş öteki kumluğa. Babamın hoşuna gitmiş bu “yiğitlik!”

Nizip’e zeytin ağaçlarının arasından, bu sefer de başka bir araçla varmışlar. Varmışlar da Nizip denilen yer bir cadde, birkaç sıra toprak ev, bir meydan bir de bankası var; gerisi hep bağ bahçe, fıstık ve zeytinlik! Avlusunda bir nar ağacı, iki odalı toprak damlı bir ev bulunmuş, böylelikle annemin romanları da son bulmuş!

Babam bütün hayatı boyunca çalıştığı tek işine gidip gelmeye başlamış, annem de evini çekip çevirmekle uğraşır olmuş. Babama ilk zamanlar, “modern” çorbalar, salatalar, yemekler, tatlılar yapmış, Ancak o, Urfa yemeklerini özlemiş, “Sukabağı yap, bamya yap, sabaha marhuta isterim!” demiş, tutturmuş.

Daha ne yiyecekleri konusunda tartışıp dururken, annem hamile kalmış. Günler haftalar, aylar geçmiş, bir ekim sabahı eve çağrılan ebe yardımıyla, o toprak damlı evde doğurmuş. Ben doğmuşum!

Annemin oğlu kumral, yeşil gözlü, “görenlerin hayran kaldığı” bir çocukmuş. Çok titremiş ilk göz ağrısının üstüne, “Nazar değmesin!” diye yüzünden tülbendi hiç eksik etmemiş. 

Aylar geçmiş... Babam da zaman zaman hatta çoğu zaman evden sıkılır olmuş. Arkadaşlık kurulunca, rakı da şehir kulübünde bol bulununca akşamları “daire”den eve gelmez olmuş!

Bir gece yarısı karda kıyamette sohbet koyulaşınca, sıcak evin yolunu zor bulmuş. Bulmuş ama “Oğlan rahatsız sancısı var”, susmak bilmiyor. “Sustur şunu!”, susmaz oğlan, “Sustur şunu!” susmaz...

Babam yıllar yılı her kar yağdığında, “O gece seni tuttuğum gibi karın üstüne attım, diz boyuydu kar!” dedi, durdu.

Ben de yıllar yıllar sonra kızım altı aylık olup da çok ağladığında bir gün susturmak için bir tokat attım, haberi yok bugün!

Annem oğluna çok düşkün ya, Nizip’in “cennet” bahçelerinden sıkmadığı meyve suyu, yedirmediği yiyecek kalmıyor; çok titizleniyor her şeyine ve sonunda yetişemiyor her titizliğe!

Urfa’dan yardım istenmiş Nizip’e ki, “Oğlan diş çıkardı daha diş hediğini bile yapamadım, hiçbir şeyine yetişemiyorum!” Sonunda babamın tek kız kardeşi bibim çıkagelmiş Nizip’e ki daha on üç yaşında! O da ne kadar yardım edebilirse o kadar etmiş!

Bir gün annem et suyundan pirinç çorbası yapmış bibime teslim etmiş, oğluna içirsin diye. Bibim vermiş çorbayı kaşık kaşık oğlan da içmiş, verdikçe içmiş. Annem bir de gelip bakmış ki koca tencere boşalmış, kıyameti koparmış, “Oğlumu çatlatacaksın!” diye.

Annem, “nazlı” oğlu ile yeterinden fazla ilgilenirken, kendince de mutluyken bir kez daha hamile kalmış hem de beni doğurduktan bir yıl sonra. O zaman şimdiki gibi değil; çocuğun sağlıklı mı hasta mı, kız mı oğlan mı olacağı bilinmez ilk çığlık beklenirmiş.

Dokuz ay sonra yine ebe yardımıyla o toprak damlı evde doğurmuş, “Al sana çirkin bir oğlan!” demişler bir mart ayında. Çocuk doğduğunda çirkinceymiş ama “doğum çirkinliği” birkaç gün sürmüş, üstünde durulmamış!

Yeni doğan da kumral, yeşil gözlü neredeyse sarı saçlıymış yalnız az biraz ufak tefekmiş! Annem bu oğlanı da çok sevmiş. Ona da pirinç çorbası pişirmiş, meyve suyu sıkmış ama en çok küçük oğlanı emzirmiş. “Sağımdaki, solumdaki” demiş onlara ve her şeyden iki tane dönemi başlamış; iki çorba iki nar, iki avaz iki haylaz!

Babam her zaman işini sevdi. Zaten oldum olası “titiz” olduğundan söz konusu iş olunca daha da titizlenirdi. Sabahları, akşamdan ütülediği takım elbisesini, gömleğini giyer, kravatını bağlar ve her zaman temiz olan boyalı ayakkabılarıyla Nizip’in çamurlu yollarına düşerdi. Ancak ne işe giderken ne öğlen yemeğe gelip uyuduğunda ne geri giderken, ayakkabılarında hiç çamur olmazdı; babamızı çamurlu ayakkabılarla hiç görmedik.

Bankada masası da hep tertemizdi; birkaç dolmakalem, kurşun kalem, bir çakı, birkaç senet, bir tarafta kurgu kollu siyah telefon.

Zaman zaman bankaya babamızı görmeye daha doğrusu annemin bir arzusunu iletmeye giderdik ancak sıklıkla değil! O zamanlar çocukların işyerinde çoklukla görülmesi, eğer babaya yardım edilmiyorsa, “evden taciz var” anlamına gelirdi ki ayıptı! O yüzden bu sınırlı ziyaretlerde çocuk belleklerimize takılı kalan; bıyıklı, siyah dalgalı saçlı, sırım gibi bir adam ve beyaz gömleğinin kollarında dirseğine kadar siyah kollukları, masanın arkasında bütün azameti ile oturuyor. Ne gurur duyardık babamızla!

Yalnız babamızın ezelden gelen bir “kusur”u vardı, çapkındı ve her çapkın gibi kendini eğlendirmeyi severdi. Tam bir “masa adamı” idi babamız ve üstelik de en aranılanı! Nizip’in Şehir Kulübü sohbet için esastı ama bazen de Antep pavyonlarına kaçmak gerekirdi ki, kaçardı babamız. Üstelik mazereti her zaman hazırdı, “Gruba gidiyoruz!”

50’lilerin Türkiyesi’nde bankalar arası para aktarımı küçük araçlarla olurdu. Bir jip kiralanır, bankadan gideceklerle bir “grup” kurulur; paralar beyaz keten kumaşından yapılmış torbalara doldurulur; bir de jandarma alındı mı araca, ver elini Antep! Tabii bu gidiş gelişlerin harcırahı vardı ki evin bütçesine katkı sağlar, “Gruba gidiyoruz” dendi mi de akan sular dururdu.

Dolayısıyla gruba sık sık gidilir ama öyle çabuk çabuk da dönülmezdi, zaten dönülünce de hesap sorulamazdı babamızdan. Babamızın döndüğünü gece yarısı uyandırılmalardan, başımızın okşanmasından ve cebinden çıkarıp verdiği Antep pavyonlarının kavrulmuş fıstıklarından anlardık. Babamız hep çakırkeyifti onu hiç sarhoş görmedik. Ben de içkiyi severim hiç sarhoş olmam, masadan çakırkeyif kalkarım.

Annem haylazlıklarımızdan bazen, hadi doğruyu söyleyelim, çoğu zaman “İllallah!” ederdi. Durup dururken, azardık; oturma odasının içinde iki kale yapıp top oynamalar mı; kadıncağızın bin bir emekle yıkayıp da kuruttuğu, odanın ortasına, yüzle kaplamak için serdiği yorganın üstünde kudurmalar mı; evin dışına kaçıp çayda ağaç kabuğundan kayık yüzdürmeye kalkmalar mı; yoksa bahçedeki ağaca konan zavallı bir serçeyi sapanla vurup, “Bunu bize temizle, şişe geçir, sobada da pişir!” demeler mi artık günlük ne kadar azma hakkımız varsa onu zorlardık.

Zavallı annem de biraz olsun bizi sakinleştirmek, bitmek tükenmek bilmeyen elektriksiz uzun kış gecelerinin yalnızlığını hafifletmek için bir yandan meyve soyar bir yanda odun sobasında kestane pişirir bir yandan da aklına ilk gelen ya da günün mana ve önemine binaen bir masal anlatırdı.

“Evvel zaman içinde kalbur saman içinde deve tellal iken, pire berber iken, Urfa’da çok cimri bir tüccar yaşarmış. Adam zenginmiş ama evlendiği her kadını cimriliğiyle acından öldürürmüş.

Adam sabah olur kahvaltı etmeden çıkar işine gider, kendi yemediği gibi kadına da yedirmezmiş. Akşam geldi mi önce hazine odasına gider, altınlarını okşar, yeni altınlarını da yerde böyleee tepeleme duran altınlarına eklermiş. Yemeğe oturduklarında da ‘Hanım fazla yemeyelim biraz tutumlu olalım’ deyip, adam başına akşam yemeğinde ne yiyeceklerini açıklarmış: Habbek zeytun, dal bahteniz, Halep kahke. Yani bir zeytin, bir dal maydanoz, bir tane de Halep işi simit!  

Cimri adam böyle ede ede hanımlarının ilk önce zayıflamalarına sonra da bir deri bir kemik kalıp ölüp gitmelerine neden olurmuş. Bir iki, üç derken bütün hanımlar ölmüş!

Eee takdiri ilahi; sonunda akıllı bir kadına çatmış! Yeni hanımı daha evlenir evlenmez adamın ne kadar cimri olduğunu ve akşam kazandığı altınları hazine odasına sakladığını anlamış.

Adam sabah işe gidince de uzun bir sırığın ucuna ağzındaki sakızı yapıştırıp hazine odasından bir altın çekip almış; çarşıya çıkmış bir güzel karnını doyurmuş artan parayla da kendine yiyecekler alıp eve dönmüş. Akşam adam eve gelince de ne yiyeceklerine karar verdiğini söyleyip, ‘Herif dikkat ettim de çok yemek yiyoruz. Biraz tutumlu olalım. Her zaman yediklerimizin yarısını yiyelim. Al sana yarım dal bahteniz, yarım Halep kahke, habbek zeytundan da bir diş sana bir diş bana!’ demiş.

Adam yeni karısının bu haline çok şaşırmış ama ses etmemiş. Hatta ‘’Bu seferki çok tutumlu’’ diye için için sevinmiş. Yalnız bir derdi varmış çarşıda arkadaşları, ‘Yav sen ne cimri adamsın; bir kere bile yemeğe davet etmedin’’ diye söylenip dururlarmış.

Yeni hanımına bundan söz edince, ‘’Sen hiç dert etme, çağır arkadaşlarını ben onları ağırlarım, para pula da gerek yok’’ cevabını almış. Adamın aklına yatmamış ama razı gelmiş, nasıl olsa cebinden para çıkmayacakmışşş!

Sonunda arkadaşlarını bir gün yemeğe çağırmış. Sabah giderken de karısına, ‘Bak eminsin değil mi arkadaşlarımın yanında rezil olmayayım, baaaakkk çağırıyorum haaa?’ demiş. Karısı yine daha önce söylediği şeyleri tekrarlayıp, yemeği dert etmemesini tembihleyip yolcu etmiş kocasını. Adam gider gitmez de doğruca hazine odasına gidip birkaç altın çekivermiş dışarı. Hemen çarşının yolunu tutmuş ve misafirlere pişireceği yemekler için Allah ne verdiyse almış gelmiş eve.

Adam akşam tez vakitte eve gelmiş, meraktan çatlayacak! Doğruca mutfağa gitmiş ki bir de ne görsün? Sıra sıra tencereler her birinin üstünden de dumanlar tütüyor!

Hanımı daha adam bir şey diyemeden hemen başlamış anlatmaya, ‘Sen gidince avludaki ağaca bir serçe kondu. Sapanla vurup düşürdüm! Suyuyla terbiyeli çorba yaptım, kaburgasını da bir güzel pirinçle doldurdum’ demiş.

Adam her kaldırdığı tencere kapağının altında gerçekten de hanımının söylediği yemekleri görünce, ‘Uuu ülülü serçe uuu ülülü serçe, uu ül ülü uuu ülülü serçe’ diye diye oracıkta öteki tarafa gitmiş! Akıllı karısı da tez zamanda yeni bir koca bulup muradına ermiş!”

 Masallar gece biter, gündüz haylazlıklar devam ederdi. “Oğlanlar daha küçük, Nizip de küçük! Oyun desen kaç tane? O da iki göz evde, ancak göz önünde olacak. Zaten üç tekerlekli kırmızı bisikletlerine binmekten de usandılar. Babalarının kuşlarına dokunmaları yasak, evi desen altını üstüne getiriyorlar!” Ne yapsın annem?

Annem hava iyiyse başını örter, iki oğlunu yanına alır, koltuğunun altına kilimini sıkıştırır kendini Nizip’in yeşil bahçelerine atardı. Evden çıktınız iki adım sonrası bahçe, bostan, gözünüz doyuncaya kadar yeşil.

Aklımda kalan hep su kenarlarında oturduğumuz. Annem kilimi yayar, başına bağladığı tülbendini düzeltir, ayakkabılarını çıkarınca yerimizden fırlamak için onay çıkardı. Yalnız kesin bir kural vardı, hiçbir şeye dokunulmayacak. Bu kesin kurala uyacağımıza söz verip hemen ağaç kabuklarından gemiler yapar, bahçe kenarlarında akan su oluklarında yüzdürmeye başlar ya da koşturup dururduk bahçenin sınır boylarında.  

Bazen bulduğumuz bir tosbağayı ters çevirir, ne yapacağını izlerdik dakikalarca, biz yardım etmeden doğrulamazdı tosbağa!

Piknikti yaptığımız ama yiyecek getirmezdik. Çünkü Nizip’te hangi bahçenin kenarına otursanız mevsimine göre bahçe sahibinin ikramı gelirdi: Şeftali, kayısı, dut, nar, vişne, kiraz, elma, armut, marul, mısır… Bir de bütün su kenarları tere, pirpirim, suyarpızı türlü türlü yeşillikle dolu olurdu. Annem “yeşillik” gördüğünde dayanamaz, koparmaya başlayınca anlardık ki akşama kifte var ama çikifte mi yımırtalı mı yağlı mı yoksa kıyma mı işte bunu bilemezdik! Çünkü bunlardan biri evdeki malzemeye göre yapılırdı, et varsa çikifte, yok yumurta varsa yımırtalı, baktın o da yok yağ var o zaman yağlı kifte! Sade suya tirit yani: Bulgur, salça, isot, tuz ve yağ, “Yeter ki insanın yüreğini tutsun!”

Yıllar çabuk geçti! Kundak kucak, yürüyerek gelip gitmeler derken, bir gün Urfa’nın o daracık sokaklarından geçip, dedemin evine, enikli kapıdan (büyük kapının içindeki küçük kapı) girecek yaşa geldim. Aklıma kazınan, kapı eşiğinin üstünde tahtadan bir çardak var üstü sarı gül dolu! Güllerin altından geçince avluya adım atıyorsun nahit taş( Düzgün kesilmiş kalker taşı)döşeli; ortasında bir süs havuzu, kenarlarında zakkum, üstünde asma çardağı; bir kenarında da nar ağacı.

Sokak kapısının solunda bir merdiven vardı, çardağa çıkardık. Çıkardık çıkmasına da yerdeki, çatıdaki, duvarlardaki, kuş takalarındaki(pencereler), yusubututanlarda (kumru), güvercinlerde, serçelerde, zevzirlerde (sığırcık), kırlangıçlarda zaman zaman gelen delicede bir telaş başlar kimi uçar gider kimi başka bir yere konar kimi de yuvasındaki yavrularının etrafında fır döner seni izlerdi.

 “Güvercinleri serçeleri, zevzirleri vurmak serbest; kırlangıçları vuramazsınız zaten göründükleriyle kaybolmaları bir olur, yusubututanlara dokunmak ise çok büyük günahtır! Çünkü yusubututanlar, Yusuf Peygamber’i kardeşlerinin attığı kuyudan çıkartmak için ötüp durmuşlar, onu kuyudan kurtarmışlar. Onun için adları yusubututan! Seslerini duyduğunuzda dikkat edin, nasıl da ‘Yusuf’u tutun Yusuf’u tutun’ der dururlar.”

Yusubututanlar bugün de “Yusuf Yusuf!” der durur benim için ama her “Yusuf” dediklerinde, Yusuf’u kuyudan çıkardıkları için mi sevinir seslenirler, ben de sevinirim; yoksa her seslendiklerinde çocukluğum mu aklıma gelir üzülürüm, bilemem?

Evinin en önemli yeri, avlunun solundaki, içi kapkara tandırlıktı yani mutfaktı ve kapısı sürekli açık dururdu. Bbir tarafında topraktan yapılma bir ocak, bir köşede maltız ve bakır kap kacak dururldu, hepsi de pırıl pırıl kalaylı! Bir de demirbaşı vardı ki Urfalılar’ın duzülbesi dedikleri tahtadan tuz kabı.

Urfa’da hemen hemen her tandırlıkta olduğu gibi orada da bir kuyu vardı, “İçinde bir Şubatkarısı var ki yakalarsa seni içine çeker, kuyunun dibine, kaçırdığı diğer çocukların yanına aparır. Onu görürsen memelerinin arasındaki çuvaldızı hiç çıkarmayacaksın. O sana yalvarır ama sen çıkarmayacaksın, yoksa kurtulur gider elimizden. Büyüklerimiz onu Kelleçi Çayı’nda yakalamış ve kaçmasın diye de memelerinin arasına çuvaldız sokmuş hem memeleri de o kadar büyüktür ki birini sol omzuna diğerini sağ omzuna atar...” Şubatkarısı, çocuk aklımıza korku salardı artık kim adım atardı ki kuyunun başına! Şubatkarısının mitolojik bir figür olduğunu Büyüdüm öğrendim.

 Avlunun bir köşesine hemen de sokak kapısının yanı başına apteshane kurulmuştu ama ne kurulmak, devler içindi sanki! Pantolonu indirdin, tumanı sıyırdın; bir ayağını bir yana, diğerini diğer yana zar zor atarsın ki aşağısı uçurum, o kadar derin ve geniş yani; “pat pat pat”lar dakikalar sonra gelirdi kulağına! Hele bir de geceleri kör bir ışığın aydınlığında “kaka” yaptığınızı düşünün Kabustu! Ancak gündüzleri seyir pencereleriydi tahta kapısının budakları, çatlakları… Avluyu izlerdin, yusubututan kuşları inerdi gizliye.

Bir amcamız vardı, küçük amcalardan biri, iki ayağı da tutmazdı. Bir zamanlar avluda, epeyce de yüksekte olan asmanın çardağına çıkmış koruk için sonra da düşmüş nahit taşların üstüne, kötürüm kalmış. Kalmış ama nice yürüyenden daha hareketliydi amcamız. Yani bıraksalar yine asma çardağına çıkar, bütün korukları toplar bir tasa doldurur, biraz tuz biraz da kuru isot ekledi mi içine; tasın ağzını bir tülbentle kapatıp, hoplata hoplata bir güzel terlemeç yapacak sonra da habbe habbe yiyecek ya da belki korukları neneme verecek, akşama firik pilavının yanına koruk suyundan salata yapsın diye!  

Amcamızla biz yeğenlerden birkaçı, eğer kış geceleri baş başa kalmışsak, korkudan neredeyse altımıza ederdik. Bize en olmadık masalları anlatır; ardından, “Kim gidip abdeshanenin ışığını yakıp gelecek?” ya da “Tandırlıktan kim duzülbesini getirecek?” diye yarışmalar düzenlerdi. Birkaç yarışma kazandığımı hatırlıyorum ama ne kadar korktuğumu nasıl anlatırım?

Amcamın bir “iyi” bir “kötü” günleri hep devam etti. “İyi” olduğu günlerde bisikletli arabasıyla ülkenin her yanını dolaştı, işler kurdu, para kazandı, eğlendi ama son yatağa düşüşü pek “erken” oldu ve bir daha da kalkamadı alıp kabrine yatırdılar.

 / Hasta kebabı, haşhaş kebaptır!

 Urfalılar birisi hasta oldu mu ya da sağlam birine bir gönderme yapacaklarsa, “Haste gönliy nar isti mi?” diye takılırlar. Düşünürler ki, insan hasta da olsa sağlam da olsa her zaman gönlünden geçen bir “nar” vardır! İnsan canının “nar” çekmemesi ne mümkün?

 Amcam da sürekli oturmaktan, yatmaktan sıklıkla hasta olur nazlanır, ev yemeği yemek istemez, gönlü “nar” isterdi! Hemen bir çocuk çarşıya koşturulur, “o zamanın Urfası”nda (şimdi söyleseniz kimse inanmaz) sayıları üçü beşi geçmez kebapçılardan birinden ama özellikle de bildik bir kebapçıdan bir porsiyon haşhaş kebap getirtilirdi. Çünkü haşhaş kebap tamda hastanın gönlünden geçen “nar”dır.

Urfa’da insan hasta olunca canı kebap çeker. Çeker ama her can çekilen de hastaya verilmez ki! Bu nedenle hastaya en uygun kebabın, haşhaş kebap olduğuna karar verilmiştir. Çünkü safi kuzu eti ve zırhla çekilmiş (Büyük kebap bıçağı) bir çimdik tuz karıştırıldıktan sonra kömür ateşinde pişirilmiş. Daha ne olsun? Kebap geldi mi çarşıdan, odaya mis gibi bir koku yayılır ve çocuklar için müthiş bir iştah merkezi olurdu. Küçük amcamız önce açık ekmeği (Taş fırında pişirilen uzun ve büyük lavaş ekmek.) birkaç parçaya böler, kendince bir hesap yapar, kebaptan bir parça koparır, ekmeğe yayar; içine ince kıyılmış maydanoz ve taze soğan ekler bir yandan yer ağzımızı sulandırır bir diğer yandan da etrafına dizilmiş “ciğerci kedileri”ne küçük küçük tadımlıklar verirdi. Bir porsiyon kebapla o kadar çocuk ve amcam nasıl doyardı bir türlü akıl sır erdiremezdim? Amcam karnını doyurduktan, çocukların da nefislerini körelttikten sonra tahta radyoda bir müzik bulur, efkar sigarası yakar dalar giderdi, kim bilir nerelere?

 Artık büyümüştüm. Nizip’in orta yerindeki Cumhuriyet İlkokulu’na kayıt yaptırıp mektebe başladım! Siyah önlüğümün önünde iki cep var; kolalı bembeyaz yakam, bir tahta çanta, kutu gibi, anahtarlığı da boynumda; içinde de bir çizgili bir çizgisiz defter, bir kurşun kalem, bir silgi, bir de Alfabem var.

İlk öğretmenim servi boylu, yeşil gözlü bir kadın. İnsan ilk aşkını unutmaz adı Müjgan. Teneffüs oldu mu doğru okulun arka kapısına giderdim tüm diğer çocuklar gibi... Simitçiler, renk renk macun satanlar, portakalcılar olurdu kapının önünde. Babam yüz para vermiş harçlık olarak, portakal alınacak, olmamış olacak! Portakal alınacak ki, derste teneffüste iyice ezilecek, yumuşatılacak ve bir delik açıp suyu içilecek sonra da kabuğundan cephanelik yapılıp, ince lastiklerle ona buna, arada da kızların bacaklarına atılacak.

Doğduğum toprak damlı evi hatırlamıyorum ama çocukluğumdan kalan en güzel ev anısı iki katlı ve üst katında biz oturuyoruz. Geniş bir salonu var, yerler siyah beyaz kare taşlarla döşeli ister top koştur ister misket oyna, kapı camlarında rengarenk vitraylar... Kardeşimle bana ilk kez birer oda düştü. Artık konuşmak için kibrit kutusundan yaptığımız ipten kablolu telefonumuz var! Bir mayıs sabahı uyandık ki dışarıda bir gariplik var Nizip’ten ses gelmiyor; sanki herkes hasada gitmiş. Oysa evimiz çarşının içindeydi, tek meydan vardı o da ona bakardı. Babam terasa çıktı, bizi de çağırdı yanına ki meydanda tanklar, dizi dizi jemseler ve etraflarında askerler askerler hepsinin elleri silahlı… Babam, “İhtilal olmuş, sokağa çıkmak yasak!” dedi. İzledik bir süre meydandaki hareketliliği; insanlar getirildi sokak aralarından jemselere bindirildi, götürüldü, getirildi götürüldü! Biz de sonunda götürülen kalmayınca, jemseler de çekilince ortalıktan, sıkıldık! Evimizin bitişiğinde bir hamam vardı, terasından da hamama bir kapı! Babam, “Hadi hazırlanın hamam bize kaldı” dedi de inip saatlerce yıkandık, kirlerimizden arındık!

Okul güzel, dersler de iyi gidiyor, okumayı söktüm. Birinci ikinci sınıf derken üçe geldim dayandım. Keyfim yerinde. Kardeşim de boyuyla posuyla olmasa bile kafaca bana yetişti; okula başladı sonunda. Yalnız hiç yerinde duramıyor! Okulda teneffüste kudurduğu yetmiyormuş gibi bir de mahallede kudurmak istiyor!

 “Top oynayalım!”

“Tamam oynayalım.”

“Briketçilere gidelim!”

“Tamam gidelim.”

“Kayık yüzdürelim!”

“Tamam yüzdürelim.”

İyi, bunların hepsi tamam da mahallede top oynuyoruz, cam kırıyor! Topun kaçtığı eve duvardan atlayıp tek eğlencemizi alıp gelmeye kalkıyor, üstüne dayak yiyor.

 “Niyeymiş?”

“Çünküm topumuzu almaya girdiğim evde karı koca!”

 Briketçilere gidiyoruz. Rengarenk çakıl taşlarını hortum sularının altında seçip ayıklıyoruz; siyahlar, yeşiller, beyazlar, kahverengiler; damarları kırmızılı bin bir desende hepsi…  Eve getiriyoruz ama suyun içinde olmazlarsa renklerimiz yok oluyor; atıyoruz sağa sola!

Kayık yüzdürüyoruz çayda suya düşüyor kardeşim, annem bir şey demez de ya babam duyarsa? Babam bir şey duymuyor zaten. O her zaman bizi terbiye etmeye gönüllüydü, eğlendirmeye değil.

Sabah evden çıkarken birimizi yanına alırdı, annem kolumuza hasır sepeti takar, isteklerini sıralardı; “Bamya bulursan, al. Yanına da pirinç pilavı yaparım. Eti çok yağlı alma kuzu eti al, koyun çok ağır oluyor! Nohut da lazım bamyaya! Eğer çarşıda sukabağına rastlarsan al; çocuklar seviyor, nar, tüysüz şeftali al bir de has (marul), soyup ellerine veriyorum oyalanıyorlar. Annemin istekleri alınırdı ama babam alışverişi gösteriye dönüştürürdü.

O önde biz arkada, kolumuzda da hasır sepetimiz manavları dolaşır; domates, patlıcan, yeşil isot, hıyar; çıkmışsa acır bulunursa mutlak sukabağı alınır, taze yaprağa da bakılır; her ihtimale karşı taze soğan, taze sarımsak, maydanoz “Evde tedarik için bulunsun” denilir; “Ooo üzüm de çıkmış!” hayretiyle bir salkımı hemen orada manavın uzattığı suyla yıkanır yenilir; ardından tezgahlardan dolup taşan meyve ve sebzeler tek tek ellenir yoklanır, iyilerinin nasıl seçileceği anlatılır, kimileri sabırla tarttırılır, sepete birbirlerini ezmeyecek şekilde dizdirilir; bize göz ucuyla bakılır, dikkatimiz dağılmış da gökteki kuşlara ya da yerdeki eşeklere bakıyorsak bazen “şakacıktan” bazen de “gerçekten” boynumuzun kökünde bir tokat patlar; kolumuzdaki sepet birbirinden güzel yiyeceklerle dolar taşar, sıra kucaklara, koltuk altlarına gelirdi!

Mevsimlerden yaz ise hasır sepet de kimin çıplak kolundaysa vay onun haline! Hasırın izi bir onda bir bunda, iki kolda da çıkar ama eve varılıp da fazladan alınan nektarinlerin, mısırların, dutun, yeşil eriğin tadı çıkarılınca acımızı unuturduk.

Ancak gün geldi unutmadığımız şeyler çoğalmaya başladı. Annemize bir haller olmuştu! Bizi alıp alıp Atlas Sineması’na götürmeye başlamıştı, Ayşecik filmlerine! Tamam Ayşecik güzel küçük bir kız, biz yaşlarda ama filmlerde annesi sürekli ya hasta ya kör ya da hapiste. Sevmiyorduk bu halleri.

Annem film başlamadan bize o zamanın tek eğlenceliği olan beyaz leblebi ile gazoz alırdı ama Ayşecik’e ağlamaktan filmlerin sonlarını getiremez, ayrılırdık sinemadan.

Annem oğullarını severdi hem de çok ama son zamanlarda bir başka şey daha olmuştu anneme; “Bir kızım olsun, bir kız istiyorum” diye diye her gördüğüne dert yanar, Allah’a her soluk alışında yakarır, dua eder, türbelere, ağaçlara çaput bağlar oldu. Sonunda istekleri, yakarışları son buldu ve bir kez daha hamile kaldı.

Bu arada bizim de sünnet zamanımızın geldiğine kadar verildi; berberimiz çağrıldı, evde birkaç misafir toplandı; gerçek deriden sarı-lacivert dilimli bir top da hediye geldi. Topla oyalanmamıza bir süreliğine izin verildi ancak sonradan topumuz elimizden alındı; annemin saçlarını yola yola kirvenin kucağına gittik, kesildik!

 Acımız birkaç gün sürdü, zıbınımızın orta yerinden tutarak dolaştık, çişimizi zor yaptık, yaptıktan sonra da burnumuzda bir ecza kokusu kaldı. Derken bir akşam üstü annemin sancıları sıklaştı babam, “Koş ebeyi çağır hastaneden” dedi diye telaştan zıbınımla çıktım sokağa, hastanenin yokuşu en zor koşum oldu!

Ebe geldi eve ve annem kumral, beyaz tenli, ela gözlü bir kız çocuğu doğurdu. “Adı annemin adı olsun” diye diretti babam! Konuldu adı kardeşimin ama anası hiçbir zaman o adla seslenmedi kızına; bir çiçek adı buldu, “Mine!” dedi, çağırdı.

Annem sonunda muradına ermişti, artık bir kızı vardı! Biz iki haylaz oğlansa özgürlüğümüze kavuşmuştuk. Tek yapacağımız Nizip’in altını üstüne getirmekti, getirdik de...

Eski arkadaşlarımıza yeni arkadaşlar kattık; sokağımızı bir baştan bir başa gelen geçene kapatıp, çelik çomak oynadık; bazen nalbantlarda atların cinsiyetini merak edip, “Amca bu at erkek mi kız mı?” diye sorular sorduk, “Oğlum görmüyor musunuz kafanız kadar taşakları var!” yanıtını aldık; bazen de arkadaş evlerinde ağzına kadar fıstık dolu odaların damından, ev sahibiyle birlikte kurutulmuş fıstık çaldık.

Arıkta (Küçük dere) kayık yüzdürme yarışı mahalle dışına kaçmanın, özgürlüğün oyunu oldu; evin önünden geçen pis sulara barajlar kurma yaratıcılığın oyunu; birkaç haşlanmış yumurta, domates, salatalık eşliğinde dağların yamacında gezinme, “Aaa o kalkan keklik miydi?” sorusuyla avcılık oyunu; yıkık dökük kiliselerde hazine aramak definecilik oyunu; sel sularını görmeye gitmek maceracılık oyunu; iki taş bir kale iki taş bir kale futbol oyunu ama baktık ki yorulduk bütün bu oyunlardan, o zaman dinlenmek için arkadaş evlerinin raflarında kışlık elmalar, armutlar, kabuklu kabuksuz, tuzlu tuzsuz fıstık, pestil var!

Sadece oyun oynamazdık arkadaşlarımızla, sıkı da okurduk. Sıcak yaz günleri duvar diplerinde değiş tokuş yaptığımız, Tommiksler’in Teksaslar’ın bütün sayıları ezberimizdeydi. Ancak Suzi’yi bir türlü paylaşamaz en çok Tom olmak isteyen, öbürlerini kandırmak için zulasında ne varsa verirdi: Pestil, pul, misket, çekirdek, fıstık.

Belki de bütün bu bolluğun nedeni “Nizipli”nin cömertliğiydi ve hiç bitmezdi bu cömertlik. Yaz sonu bir bakardınız bütün mahalle boşalmış. Kimseler yok! “Nerdeler?” Eee herkes bizim gibi memur ailesi değil ki! Nizip’te herkesin yakında uzakta ya bir bağı ya bir zeytinliği ya da bir fıstıklığı vardı.

Komşularımız kaybolurlardı on onbeş gün kimi zaman bir ay! Ancak sonunda dönüp geldiklerinde ilk işleri, ikram için kapınızı çalmaktı; ellerinde de siyah, beyaz, mor üzümler; kabuklarından kırmızının, yeşilin, sarının her tonu fışkıran fıstıklar ve zeytin olurdu. İkrama sevinirdik sevinmesine ama ilk çocukluk arkadaşlarımız Ali ile Şeref’i kapımızda görünce sevinçten deliye dönerdik: Arkadaş gelmiş, oyun gelmiş!

Komşumuz Postacı Amca’nın çocuklarıydı Ali ile Şeref, “En can arkadaşlarımız!” Hiç unutulmazmış çocukluk arkadaşları biz de unutmadık, Onları Nizip’ten sonra bir daha göremedik. Yıllar sonra Şeref’in kanserden, Ali’nin ise işkencede öldüğünü, Mersin’de kimsesizler Mezarlığı’na gömüldüğünü öğrendim.. Ablası her cumartesi İstanbul Gatasaray’da, ‘’Cumartesi Anneleri’’ ile birlikte kardeşinin fotoğrafını gösterir işkencecilerine…

 / Damağımda tadı var, kendi yok!

Çocuklar her zaman yemek konusunda mızmızlanır; “Onu yemem bunu yemem” der, bazen de diklenir. Ancak bizim böyle bir “şans”ımız yoktu!

En fazla kaş kaldırıp, göz oynatarak, omuz silkerek bazı yemek kararlarının ve uygulamalarının altına şerh koyardık. Bundan da sadece annemizin haberi olurdu. O kadar! Yoksa babam nereden bilecek bamyayı, sukabağını sevmediğimizi; bulgur aşını sadece kaşıkladığımızı ve hatta hatta şehriyelisini dahi ayranla boğazımızdan zorla geçirtmeye çalıştığımızı!

Yağsız et mutfağımızda pek rağbet görmezdi. Arada bir denk gelirse eğer hem de kıyması, annem az biraz arttırır, bize sarımsaklı et köftesi yapardı! Yanında da patates kızartması. Bir şölen yani! Nereden öğrenmişse artık? Çünkü “alafranga bir yemek!”, (Urfalılar o zamanlarda et köftesi bilmezdi yapmazdı) Annem bir de sade makarna yapardı; o zamanlar yeni yeni sofralarda baş göstermeye başlamıştı. İkisini de bayılarak yerdik.

Ali ile Şeref bazen bize yemeğe çağrılırdı, et köftesi ve patatese ya da makarnaya! Böyle günler ender de olsa müthiş sevinirdik. Arkadaşlarla oyundan sonra bir de yemek, vay be! İştahımız iki kat artardı sofrada.

 Şimdi damağımda o günlerden kalan bir sarımsaklı et köftesi tadı var. O kadar! Ne nasıl yapıldığını hatırlıyorum ne yapmayı becerip o tadı yakalayabiliyorum ne de ondan vazgeçebiliyorum? Peşi sıra gider giderim!

 Günün birinde bir haber yayıldı Nizip’te, “Yeni bir fabrika kuruluyor hem de çok büyük; zeytini işleyecek, yağını posasını ayıracak; çeltik, sabun da yapacak!” Fabrika kuruldu, adını da Ülfet koydular. Küçük yağhaneler, sabuncular kızgın bu fabrikaya; biz de kızgınız! Çünkü bazen canımız sıkıldığında sabunhanelere gider, kalıpların arasında oyunlar oynar, zeytinin yağ olduğunu seyre dalardık; biz küçük meraklılara kimse ses etmezdi “Ama ya sabuncu amcaların sabunhaneleri kapanırsa?” Nitekim kapandı.

 Nizip’te birden her taraf zeytinyağı oldu kutu kutu sabun oldu kalıp kalıp Ülfet damgalı. Bir de zeytinin posasından çeltik diye bir artık çıkıyor ki ekmek fırınları, hamamlar, evler, işine yarayan herkes yakacak olarak onu kullanıyor. Bizim de o güzel iki katlı evimizin altında dükkanlar vardı; bazıları çeltik deposu olarak kullanılır, dükkanlar ağzına kadar dolu olurdu.

Günlerden bir gün babam yine Antep’e, gruba gitti! Biz de kardeşimle biraz ders çalıştık biraz kudurduk sonra da yatıp uyuduk. Kız kardeşim daha birkaç aylık. Annem de işini bitirmiş kızını da koynuna alıp uyumuş.

Gecenin bir vakti birilerinin evimizin altında bağırıp çağırmalarıyla, itfaiyenin gürültüsüyle uyandık, balkona çıktık ki ne görelim? Alt katımızdaki dükkanlardan biri yanıyor! Alevler her yanı sarmış, balkonumuza kadar da ulaşmış! Bağırdık balkondan hiç durmamacasına, altımızda da kızıl renkli alevler, “Yetişinnn yanıyoruzzz!”

Biz bir yandan bağırırken, itfaiye erleri yangını söndürmek için canla başla çalıştı, arada da biz üst kattaki yangın komşularını sakinleştirmekle uğraştı, laf anlattı, sonunda yangını söndürdü. Hatta işi biraz da abarttı ki bizi rahatlatmak adına, her tarafı sular seller götürdü! Baktık artık tehlike yok, “Sabaha da çok var nasıl olsa!” dedi annem, yatıp uyuduk.

Babam gün doğarken geldi yine o çakırkeyif haliyle; ev ahalisini uyandırdı, oğlanlara cebinde sakladığı kavrulmuş fıstıkları paylaştırdı, “Yav bi geldim ki her taraf su içinde, altımızdaki dükkandan da dumanlar çıkıyor! Hayrola ne oldu?” dedi, sohbete başladı!

 Kardeşimle, arada bir de olsa Urfa’ya gitmeyi pek sevmezdik. Arkadaşlarımız Nizip’teydi, topumuz da… Nizip yeşildi, Urfa taş toprak, toz içindeydi her zaman... Ancak zorunluydu gitmeler! Buna da ya bayram neden olurdu ya da babamın senelik izinleri. Gitmelerin vakti, zamanı gelince de bize Urfa’nın yolu görünürdü.

Nizip’in otobüs yoluna çıkar, Antep’ten gelerek Urfa’ya gidecek bir otobüs beklerdik! Çoğunlukla koca burunlu bir otobüs, sanki ağır akan bir film karesindeymiş gibi yolunu gözlediğimiz rampayı çıkar, el edince, bizi metrelerce geçtikten sonra oflaya puflaya zorlukla dururdu. Otobüsün arka kapısı açılır, muavin göz ucuyla yol kenarındakileri sayarken, nereye gideceğimizi sorardı; yer var ve otobüs Urfa’ya gidiyorsa, tez elden bavulumuzu aracın üstüne yerleştirir, bagaj halatlarını kontrol eder, yere atlarken de şoföre seslenirdi, “Devammm ettt.”

Annem yol boyunca ilginç bulduğu şeyleri bize gösterir, oyalamaya çalışır, anlatır da anlatırdı. ”Bakın bu zeytin ağaçlarının aralarından gördüğünüz tepeler, höyükler. Çok eski zamanlarda krallar için yapılmış mezarlarmış sonra hırsızlar altınları, değerli eşyaları çalmışlar. Biraz sonra Fırat Nehri’ne geleceğiz ve Birecik Köprüsü’nden geçeceğiz. Eskiden Fırat’ı salla geçerdik. Köprü yapılmaya başladığında ekmeklerinin ellerinden gideceğini anlayan kayıkçılar, bir gün köprüyü yapan mühendisi öldürdüler. Mühendisin mezarı şimdi köprünün başında! Kayıkçılar adamcağızı öldürdüler ama köprü de yapıldı bitti sonunda, şimdi Türkiye’nin en uzun köprüsü! Tam 720 metre. Bakın karşıda Birecik Kalesi var, üstündeki dağın tepesinde de böyle iri siyah kelaynak kuşları yaşar, kışın Mısır’a gider yazları buraya gelirler; tıpkı hacıbabalar gibi...”

Annemizi dinlemeye çalışırdık ama bir yandan da Nizip’ten otobüse binmiş sekiz on yaşlarındaki “çalgıcı” çocuklarda olurdu gözümüz, kulağımız. Çocuklar genellikle üç kişi olur, biri darbuka çalar biri keman, biri de avazı çıktığı kadar o günlerin sevilen türkülerini söyler hem de para toplardı.

Otobüsün içi bir anda şenlenir bir kıyamettir kopar, herkes gönlünden geçen bozuklukları cebinden bulup çıkarıp çocuklara vermeye çalışırken, köprüyü geçmiş, Birecik’e varmış olurduk. Çalgıcı çocuklar burada şoföre onlarca kez teşekkür eder, hayırlı yolculuklar dileyerek iner, bu kez de Urfa yönünden gelecek otobüsleri beklemeye başlardı.

Annemin salla geçtiği Fırat’ı biz köprüyle geçip de karşı kıyıya varınca birden bütün yeşillikler biter; dağı taşı kurak, ağaçsız, bitmeyecekmiş gibi gelen yollar başlardı. Sıkılırdık!

Biz de o zaman kardeşimle yolun sağını ve solunu paylaşır; köylerin, varsa okullarını yoksa yola fırlayan köpeklerini onlar da yoksa ortalıkta dolanan insanlarını sayardık!

Suruç’un Aligör yol ayrımına vardık mı biraz soluklanır ardından yeniden kendimizi kaptırırdık oyuna. Sarı Mağara göründüğünde saymayı bırakır sonunda Urfalılar tarafından neredeyse kutsal sayılan memlekete kavuşma habercisi Akabe Boğazı göründüğünde, “Geldik!” diye hayıflanırdık. Hele ki Urfa Kalesi görünüp, mancınıklar da iyice belirince artık geriye dönüşün olmadığına akıl erdirirdik. 

“Çoğunlukla bayramlarda giderdik Urfa’ya” dedik ya; Kurban Bayramı bizim için tike kebabı, harçlık, bayram yeri eğlencesi yani leyli, dönme dolap, ahı gitmiş vahı kalmış atlar, paluza, rengarenk macunlar, limonlu şeker, leblebili şeker, karpuz çekirdeği, yazsa dondurma, kışsa baklava ama çoğunlukla ucuz olduğundan baklava kenarları demekti.

Ramazan Bayramı, ha bire sorguya çekilmek yüzünden, “Kaç gün oruç tuttun? Niye tutmadın? Bak eşşek kadar olmuşsun!” sitemlerinden, serzenişlerinden pek bayıldığımız bir bayram değildi. Onu daha çok büyükler sever pek bir merakla bekler, küslerse barışır, barışıklarsa bol bol sigara kahve içer, durmadan çay demletir, gelen çocuklara el öptürür, bayramlık verirlerdi.

Aslında bayram ha Kurban olmuş ha Ramazan bizler için pek bir şey ifade etmezdi! Nasıl etsin ki? Bayramda “bayramlık” adına bir şey alınmazdı ki biz iki oğlan çocuğuna! Bayram öncesi bütün ailelerde yaşanan eksik gedik giderme telaşı, bizde neredeyse hiç yaşanmazdı.

Bütün telaş terzi olan küçük dayıma düşer; “Altın Makas” şöhretli dayıcığım hemen her bayramda babamın bir elbisesini ya ters yüz eder ya da kendi dükkanından bize bayramlık hazırlardı.

Bayramlık halledilince, “Elbisenin altına bu kez de ayakkabı lazım gelir!” değil mi? Ayakkabımız var ama küçülmüş! Sürekli büyüyoruz ya? Annem arife günü ayakkabılarımızı Büyük Dedem’in evindeki havuza atardı ki su çeksin, bayram sabahı ayağımızı sıkmasın!

 Değil mi ya? Ayakkabı ayak sıkarsa nasıl yürür giderdik büyüklerin elini öpmeye, harçlık almaya, oradan da bayram yerine? Hadi bayram yerine kadar gittik diyelim; leyliye, dönme dolaba da binilmezdi ki ayak vuran ayakkabılarla! 

 Ancak bayram sabahı geldi mi, aklımızda ne ayakkabı kalırdı ne de pantolon! Sahip olduğumuz ne ise o olurdu bayramlığımız! “Çocukluk!” dedikleri bu olsa gerek.

Memur adam nasıl kurban kessin?” Babam, Kurban Bayramı yaklaştı mı bu lafı mutlak söylerdi. Biz de anlardık ki bu bayram da Büyük Dedem’e gidilecek ve tike kebabını orada yiyeceğiz!

Kurbanda Büyük Dedem ve amcalarım birleşir, yedi hisseli bir dana alır, arife günü eve gönderirlerdi. Bayram günü geldi mi de erkeklerin bayram namazından dönmelerini dört gözle bekler ve gelir gelmez de kurbanlığın kesilmesine “nezaret etmeye” başlar ve bize iş çıkarsa, yerine getirirdik.

Aslında bayram sabahı bizi ilgilendiren en önemli şey, bir an önce kurbanlığın kesilmesi, bir kısım etin mutfakta tike tike (küçük parçalar parça) edilmesi ve alelacele “terbiye”den geçirilmesi ve mangala gönderilmesiydi.

Saatler de sürse sonunda kurbanlığın kesimi tamamlanır, etler çarçabuk mutfağa, onları parçalayacak, pay edecek, en önemlisi de tike kebabı ve kavurmalık çıkaracak kadınlara götürülürdü. Kadınlardan biri kavurma yapıyorsa diğeri mutlak tike kebabı hazırlardı. Yani etin en yumuşak yeri “fitil eti” seçilecek, yeterince kuyruk yağı (üç tikeye bir hesabı) ve göz kararı, kuru nane, kuru isot, tuz ve salça! Aceleyle yapılan tike kebabının terbiyesi ancak bu kadar olur!

 Bir yandan da kebabı pişirecek olan gönüllü avludaki mangalı yakarken, kadınlar kebap olacak etleri şişlere dizmeyi sürdürür mangala yetiştirmeye çalışırdı.

 Tike kebabı pişirilmeye başlandı mı mangalın etrafı çoluk çocuktan geçilmez ancak kebabı tatma önceliğini her zaman, pişirene yardım eden “En akıllı çocuk” alırdı. Eee kolay mı? Önceliği alan kabı kacağı getirmiş, yuha ekmekleri kurutmadan saklamış ve arada sırada da ateşi yelleme işine yardım etmişti.

 Bayram sabahı kurban etinden pişirilen tike kebabı yeterince dinlendirilmediğinden “iyi terbiye edilmediğinden” daima sert olurdu ama ne gam! Kebabın her çevrilişte yuha ekmeklerle yağı alınır, birkaç alt üst oluştan sonra da piştiğine karar verilir ve “ziyafet” önceliği her daim çocuklara tanınırdı!

Çocukların karınları doyunca bir kapta ekmek aralarında biriktirilmiş tike kebabı artık yer sofrasına oturmuş ve neredeyse huysuzlanmaya başlayacak olan erkeklere gönderilirdi. Kadınlar da ya ellerini çabuk tutmuş sofraya oturmuş ya da mutfakta hem çalışıp hem birkaç kebap dürümü yiyerek karınlarını doyururlardı.    

 Akşama doğru biz annemle kaçardık Büyük Dedemler’den, bir başka dedeye Gözlüklü Dedemiz’e, Maviş Nenemiz’e; Çok özlemiş olurduk onları çookk…

 “Dedem bizi çarşıya götürüp ille de limonlu şeker, sakız alır” diye değil büyük teyzem İstanbul’da olduğundan, üç kızı da neredeyse Urfa’ya hiç gelmediklerinden; büyük dayım daha hakimlik stajı yaptığından bu nedenle nişanlısı beklediğinden; küçük dayım evin geçimini sağladığından ve evlenmeye niyeti olmadığından; küçük teyzemin ise hastalığı yüzünden evlenmesi mümkün olmadığından, bütün torun sevgisi bize kalırdı.  

 Bu evde korkularla bile eğlenirdik. Bir bayram günü gökyüzü yeryüzünü kırbaçlarıyla dövdü bütün suyunu boşalttı üstüne… “Tufan oluyor!” dedi büyükler. Bir anda her yer sarıya kesti; kil yağdı her yana; taa ki yeryüzü, “Aman yeter! Ocağına düştüm!” diyene kadar. İki gün sürdü gökyüzünün yeryüzüne ettiği eziyet!

 Mevsimlerden ne hatırlamıyorum ama okul zamanıydı. İki kardeş okula gidiyorduk babam bankasına, annemse ev işleriyle boğuşuyordu “Kızı” birkaç aylık.

 Bir gün, “Göğsümde bir sertlik var” dedi, Ankara’ya gittiler. Döndüğünde, “Doktor bir beze var bakmamız gerek, diyor” dedi. Ben dokuz yaşındayım, kardeşim yedi, en küçüğümüz birkaç aylık...

Birkaç ay geçti Annem, ‘’Sertlik büyüyor’’ dedi, yine Ankara’ya gittiler dönüp geldiler,’’ Kansermiş’’ dedi Annem, başka da bir şey demedi.

O günden sonra kız kardeşimizi tek memesiyle emzirdi annem!

Sorduk, “Kanser ne?”, “Hastalık” dedi; “Eğer erken tedavi edilirse, iyileşirmiş!” “Peki neden olmuş?” dedik, “Üzüntüden!” dedi.

 Okul o yıl kötü gitti. Üçüncü sınıftayım. Kaldım. Bir yıl daha gidilecek üçüncü sınıfa! Önümüz yaz. Annemin İstanbul’a “şua tedavisi”ne gitmesi gerek. Toparlandık, babamı kuşlarıyla baş başa bırakıp yola koyulduk.

 İstanbul yolu çok uzun gidiyor gidiyorsun, İzmit diye bir yere geliyorsun ki küçük çocuklar, “Pişmaniye pişmaniye!” diye kutular içinde bir şeyler satıyor. Annem pişmaniye alıyor bize. Otobüsün sol yanından deniz görünüyor, ki ilk kez görüyoruz! “Ufff amma büyük’’. Anzılha’dan çok büyükkk!” diyoruz. “İçinde balıklar yüzer, aklınızın alamayacağı kadar çok, türlü türlü” diyor annem.

“İstanbul” demek “Teyzemizin evi” demek, oraya gidiyoruz. Koşuyolu’nda ev, bahçesinde bir mürdümeriği bir şeftali ağacı bir de kameriye var. Karşıda da servi ağaçlarıyla dolu Karacaahmet Mezarlığı!

Annem tedavi için hazırlıklara başlıyor. Önce Karaköy’deki babamın bankasından sevk yaptıracak Cerrahpaşa’ya sonra da her gün gidip gelecek şua tedavisine!

Ben gün boyu kuzenlerimi izliyorum; büyüğü kaşını alıyor, ortanca kitap okuyor küçüğü de Charles Aznavur hayranı, radyoya yapışık yaşıyor! Teyzemse temizlik hastası, ki ya halı kilim kırklıyor, kaldırıyor ne var ne yoksa evde ya da odasına çekiliyor ibadet için secdeden başı kalkmıyor; bazen de arkadaşlarına gidiyor dini toplantılara.

Annem yorgun dönüyor tedaviden ama bizleri aç, teyzemi de evde bulamayınca hemen bir koşu mutfağa giriyor yemek yapmaya. Yemek hızla yeniyor, bulaşıklar yıkanıyor, herkes kendi köşesine çekiliyor ve biraz sonra da teyzem dönmüş oluyor! Teyzem sorarsa açlığımızı tokluğumuzu, “Yok abla, biz tokuz çocuklara bir şey uyduruverdim!” diyor annem.

Kardeşim yerinde duramıyor yine; “Onu zapt etmek kolay değil!” Bir gün geldi ki iş bulmuş! “Peki ne işi oğlum?” diyor annem, “Bakkalın yanında çıkarlık!” diyor. Ne yapsın annem? “Tamam” dedi büktü boynunu, “Bari bildik bir yerde, gözümüzün önünde olur.”

Günlerden bir gün adı, “cumartesi” idi, güneşin Karacaahmet servilerinin arkasından kaybolmaya hazırlandığı bir vakitte, birden yer gök sallanmaya başladı… Duvarlar, eşyalar her şey her şey sallandı sallandı ve sonunda duruldu “Deprem oldu!” dedi kızlar. 

Radyoyu açtık, “Adapazarı’nda 7.1 şiddetinde deprem oldu, can kaybının çok olmasından korkuluyor” dedi bir ses. Dediği de çıktı; çok can kaybı oldu Adapazarı’nda…

Depremi yaşadık, denizi uzaktan gördük, annemin tedavisini bitirdik artık dönme zamanımız geldi, döndük Nizip’e ama annemiz eski annemiz değil!

Bizlere zor bakıyor ve o yıl üçüncü sınıfı Urfa’da okumama karar verildi.

Babam beni, anne ve babasına bırakıp, bankasına geri döndü. Tahta okul çantamla bir baş başa kaldım.

 Okulum dedemlerin evinin arkasında; oturma odasının tavana yakın küçük bir penceresi var, sap yastıkları (sazdan yapılma) üst üste koyup arada sırada okuluma bakıyorum! Seviyorum okulumu

Dedemin evine alışmam ise zor, geleni gideni de evin insanı da çok. Amcalarım var birkaç tane hepsi de bekar, bizimle yaşıyorlar. Bir tek bibim var anlaştığım o da birkaç ev uzakta, kocası ve çocuklarıyla oturuyor.  

Yemek yer sofrasında yeniyor ve sofranın başı her zaman kalabalık. “Küçük” olarak sofranın alt yamacında bir yere ilişiyorum, sofra bezini dizlerime örtüyorum; eğer sulu bir yemek varsa kaşıkla yok eğer yuha ekmekle yenebilecek bir yemekse, tepsi kebabı ise mesela, bir parça ekmek koparıp baş, işaret ve orta parmağımın arasına yerleştirip yemekten pay kapmaya çalışıyorum. Öyle adam başına bir tabak yemek yok!

Amcalarımdan biri bazen benimle dalga geçiyor; yemeğe kendimi veremediğimden, annem gibi geç yediğimden söz edip duruma uygun düşen yemek hikayeleri bile anlatıyor.

“Ağanın biri ziyafet veriyormuş; bütün eşini dostunu, ağır misafirlerini çağırmış köy odasına. Sofralar serilmiş lengerler içinde yemekler gelmiş ki içlerinde bulgur aşı, üstünde de sac kavurması var!

Yemekte Kürdün biriyle bir Arap yan yana düşmüş. Kürt bakmış ki yemekler çok güzel, yağlı yüzlü! Dönmüş Arap’a demiş ki, ‘Yav seniy babay nasıl öldü?’

Arap başlamış anlatmaya, ‘Önceleri hiçbir şeyi yoktu turp kimindi sonra birden hastalandı, aldık şehre doktora götürdük. Doktor ilaçlar yazdı aldık köye geri getirdik. İlaçlarını verdik amma iyileşmedi. Aldık bir daha doktora şehre götürdük, doktor yeni ilaçlar verdi, ilaçlarını aldık geri getirdik. Haftalar geçti baktık heç düzelme yok gün geçtikçe kötüleşiyor, aldık bu sefer şeherde başka bir doktora götürdük.’’

Arap anlattıkça anlatmış, bir yandan da babasının ölümüne vay ki ne vay, öyle vaveyla koparmış ki o kadar olur ama bir ara gözü, önündeki lengere ilişmiş ki ne görsün? Bir lokmalık bulgur aşı kalmış üstünde de bir parça et!

Kürdün oyununa geldiğini geç de olsa fark etmiş, hemen lafını bağlamış ve ‘Yav pekey seniy babay nasıl ölmüştü?’ demiş. Kürt eline bir parça ekmek almış, parmaklarının arasına yerleştirmiş, ardından son lokmanın üstüne atmış, lokmayı toparlamış, tam ağzına atarken de ‘Ketto mır (Düştü öldü) demiş.” 

Urfa yazları sıcaktır hem de çok sıcak, kış geldi mi de soğuk ısırır insanı.

 Dedemin evi kışları soğuktu, soba yok ki ısınalım. Soba lüks!

Bir kez sabah erkenden, bir de ancak akşama doğru evin erkeklerinin gelme vaktinden az önce büyükçe bir mangalın içinde kömür yakılır; ateş biraz geçince de içeriye alınırdı ama ya oda büyükse ne yapacaksın? Yine ısınamazdık.

Nenem sürekli mangalın başında oturur, cezvesi hep mangala sürülü durur; bir yandan da ara vermeden tütün dolu, eskiden pekmez kutusu olan tahta tabakasından sigara sarar, biriktirir, sardıklarından birini dudağına yerleştirir neredeyse bütün gün durmadan tütünün tadını çıkarırdı! 

Ateş iyice küllenmeye yüz tutunca, bir de bazı geceler sohbet uzayınca mangal tandır kürsüsünün içine alınırdı. Üstüne de tandır yorganı örtüldü mü evin bütün ahalisi tandırın içine. Sırtlar sap yastıklara dayanır, ayaklar da tandır kürsüsünün tahtalarına. En keyifli an bu andı! Artık ayaklarım üşümezdi.

Bazen bibim bize sürpriz yapardı. Kalkıp mutfağa gider ve bir tepsi küncülü akıtla (Susamla yapılmış tatlı) geri dönerdi. Ağzımız tatlanırdı tatlanmasına da ben ne getirirlerse getirsinler ne yedirirlerse yedirsinler hep aklımı anneme ve kardeşlerime takardım!

O sene kışı atlattım! Sonunda nisan ortasında yaz, “geldim” dedi çünkü Urfa’da 11 Nisan Kurtuluş törenleri’nden dönüldükten ve dönülürken de çarşıda dondurma yendikten sonra yaz gelmiş olurdu. Ancak yazın “aslen” gelmekte olduğu, mayısın ortasında damlara kurulan tahtadan tahtlardan anlaşılırdı. Bu tahtadan karyolalara Urfalılar, “taht” der çünkü padişah tahtlarına benzer biraz; dört bir yanı sütunlu yarım metrelik tahta süslerle çevirilidir, içine önden bir çeşit kapıdan girilir ve yerden bir, bilemediniz bir buçuk metre yüksektedir.

Yaz geldi mi tahtları hazırlamak evin erkeklerinin yarım gününü alırdı. Tahtlar, aile kaç kişiyse o sayının kadın erkek, evli bekar ayrımı kadar olurdu. Önce tahtlar bulundukları yerden çıkarılıp temizlenir sonra esas gövdeyi oluşturacak olan parçalar eşleştirilir, ek yerlerinden birbirlerine eklenir; çengelleri vurulur, ardından iç tahtaları eşleştirilip yan yana dizilir; en sonunda da sazdan yapılmış ‘’çit perde’’ dört bir yanına çekilir ve artık yataklar getirilip bir köşeye istiflenebilirdi! Bunu da evin genç kızları, kadınları yapardı.

Yataklar, gün dönüp de güneş yakıcılığını kaybedince tahtlarda açılır, havalandırılırdı. Yine de cayır cayır yanardı mübarekler! Ancak gündüzün yakan, kavuran sıcağı akşam oldu mu yerini hafif bir serinliğe bırakır; gece yarısına doğru da minderleriniz, yorganlarınız ancak üstünde yatılır hale gelirdi. Sabaha doğru ise kendinizi yün yorganınıza sarılmış üşümüş bulur sonunda da güneş üstünüze vurunca uyanırdınız.

Yaz yemekleri geç yenildiğinden yemeğiz bitmesini dört gözle beklerdim ki bir an önce yatağa gireyim; gireyim de başım yastığa değdiğinde, üstümdeki yıldız örtüsünü seyredeyim irili ufaklı yıldızlarda göz gezdireyim. Bir zamanlar annemin koynundayken, kulağıma fısıldadıklarını tekrarlar, “Bu Beş Kardaş şu Yedi Kardaş! saman serpilmiş gibi gözüken yol da Samanyolu!” der mırıldanırdım.

Oyalanırdım onlarla ama bir türlü cesaret edip de sürekli bir o yandan bir bu yandan kayan yıldızlara dikkatlice bakamazdım. “Her yıldız kaydığında bir insan ölür!” demişti annem… “Ya annem öldüyse?”

Nihayet Urfa’daki zorunlu sürgünlüğüm sona erdi! Sınıfı geçmeme annem sevindi, babam ses etmedi, kardeşimse öğrendiği yeni oyunları gösterdi!

Yine İstanbul’a gidiyoruz ama İstanbul “sınıf geçme hediyesi” ya da “tatil” demek değil! İstanbul, iki kişilik koltukta dört kişi seyahat etmeler; annemi yine perişan, kolunu kaldıramaz, zoraki gülümsemelerle ortada dolaşırken görmeler; parasız gidip parasız dönmeler demek ama İstanbul her şeye rağmen “İstanbul” demek bizim için! Kardeşimle deli oluyoruz onu tekrar göreceğiz diye… Yol yine uzun ve sıkıntılı ama sonunda varıyoruz; varıyoruz da biz geldik diye hiç heyecan göstermiyor İstanbul! Teyzemin evinden yine Karacaahmet Mezarlığı görünüyor; mürdümeriği ağacı bizi beklemeden meyve vermiş; enişte almış başını gitmiş; teyzem daha da titizlenir olmuş kire pasa; kızlar desen artık üniversiteli olmuşlar her biri ayrı dünyalarda! “Küçük kız” yine Charles Aznavur’a her rastladığında deli gibi gelip kulaklarını radyoya yapıştırıyor; teyzem de yine her seferinde bir yerlerden hışımla çıkıp, duvardan kopardığı Saatli Maarif Takvimi yaprağıyla radyonun düğmesini kapatıyor! 

Annem şua tedavisi için hastaneye gidip gelmeye başladı; kardeşim bakkal çıraklığına, bense salonda bütün gün oturup ya karşıdaki mezarlığı seyrediyor ya da burnumu karıştırıyorum! Burnum, karıştırdıkça daha da pisleniyor sanki! Ben de pislik çoğaldıkça çıkardığım hapları yastığın arkasına sürüyorum. Yakalanıyorum sonunda; o kadar çok ki çıkarıp da duvara sürdüklerim, görünmemeleri olanaksız! Kızlar bunaldığıma kanaat getirip beni deniz kıyısına, “İskele” diye bir yere götürüyor. Vapurlar düdük çala çala İskele’ye gelip çala çala da gidiyor, insan taşıyor “Karşı”ya... Arada da Haydarpaşa denilen bir yer var, oraya geldiklerinde kara dumanlar bırakıyorlar havaya. İskele çok kalabalık! Her yandan insanlar çıkıyor karıncalar gibi... Kimsenin kimseye baktığı yok ya da Urfa’daki gibi selam verdiği; birbirlerinin yanından doğrucana öylesine geçip gidiyorlar vapura; uzun burunlu dolmuşlara bir karşı kaldırımdaki bir bu kaldırımdaki otobüslere; kimi de öyle aval aval etrafına bakıp gezinip duruyor. İskele’nin bir ucu küçük çocuk kaynıyor; ellerinde “misina” dedikleri naylon ipler, iplerin ucunda da kıvrık kıvrık iğneler! İğnelere ya bir solucan parçası ya da ekmek takıp adına da “yem” diyorlar. Balıkları “yem”le kandırmaya çalışıyor çocuklar!

“Buranın çocukları da çok terbiyesiz! Balıklar hiç tutulur mu?” diyorum kızlara bilgiçlik taslayıp, “Biz tutmayız balıkları! Hele yemle hiç kandırmayız ya kaynamış nohut atarız balıklara ya da zamanıysa eğer, bir tane olduğu gibi has; gelip önümüzde oynaşarak karınlarını doyururlar!” Kızlar gülüyor bana...

Bu arada “martı” dedikleri kuşlar deli gibi bir o yana bir bu yana uçup, arada da dalıp denize, çocuklardan daha kolay balık avlıyor ama martıların sesleri güzel değil bana çığlık gibi geliyor!

Nizip’e okullar açılmak üzereyken, sonbaharın ilk günlerinde döndük. Bana yine Cumhuriyet İlkokulu’nun yolu göründü. Hiç gitmek istemedim okula. Yeni arkadaşlar edinmek, eski arkadaşlarımın bir üst sınıfta olduklarını bilmek bana “ölüm” geldi!

İlk günler teneffüslere çıkmak bir işkenceydi! İnmiyordum okulun bahçesine insem de karşılaşmamaya çalışıyordum tanıdıklarla, Müjgan’la bile! Hem artık kimseye lastiklerle portakal kabukları da atmıyordum ne kolumu kaldıracak takatim vardı ne de isteğim!

Yine “Bayram”lar kutlanıyordu ardı arkasına, Cumhuriyet, 23 Nisan… Bütün okul öğrencilerinin eksiksiz katılması isteniyordu bayramlara. Hazırlıklar günler önceden başlıyor, depolardan bayraklar, trampetler, borular çıkarttırılıyor, temizlettiriliyor; şiir okuyacaklar, yürüyüş kollarını oluşturacak gruplar belirlenmeye çalışılıyordu.

Bando takımında daha önce de yer almışlar “tespit” ediliyor, yeni gönüllüler müzik aletleri çaldırılarak deneniyor; “Üfle oğlum üfle, iyice üfle!” diye diye nefesleri kuvvetliler seçiliyordu. Ardından en önemli meseleye geliniyor, “Kim borazan öttürecek, trampet çalacak? Kim izci olacak? Yoksa okul kıyafetiyle mi katılacaksınız bayrama?” soruları bütün sınıfları dolaştıktan sonra evlere yollanıyordu. Çünkü en önemli mesele giysi meselesiydi, almaya gücü yeten var yetmeyen var! 

Çocuklar evden aldıkları yanıtları getiriyordu öğretmenlerine ve sonuç, “Türk bayrağını, okul flamasını taşıyacaklar şunlar, bando takımında yer alacak trampetçiler, borazancılar ve izciler de şunlar ve bunlar” diye açıklanıyordu bizlere.

Bizim payımıza ise “siyah önlüklü” olmak düşerdi. İki kardeş bayramlarda ne izci olabilirdik ne de trampet çalıp borazan öttürebilirdik. Bayrak bile taşıttırmazlardı bize, herhal “boylarımız müsait değil” diye.

Biz de tozlu bayram meydanlarında “en samimi” arkadaşlarımızla, üç numaraya vurulmuş saçlarımız, siyah önlüklerimiz, güneşten kamaşmış yeşil gözlerimizle, siyah beyaz fotoğraflar çektirirdik bayram anısına. 

Annem gün geldi yine hamile kaldı! Bunu istedi mi hiç bilemedik. Biz iki yaramaz oğlan, bir kız bir de ekle babamı etti mi sana dört! Oğlanları okula, adamı işe yolla; kıza bak bütün gün, evi topla, sil süpür, çamaşırı, bulaşığı ve yemeği yap gazocağıyla, oğlanlar okuldan gelsin, gelir gelmez azsınlar... Buna can mı dayanır? Dayanırdı annem!

Yemekler yapıyordu her gün damağımıza ve kesemize uygun! Bir gün et köftesi patates bize, babama da her ne seviyorsa; bir başka gün de “iktisat” edip bulgur aşı pişirirdi ortaya, yanında da ayran ya da cacık, kuru kuru boğazımızdan inmesin diye. Yine de kimseye beğendiremezdi yaptıklarını, babam “Yemek tuzsuz olmuş!” deyip siniyi tekmeyle devirirdi, bizse zaten sevmezdik bulgur aşını!

 Annem böyle durumlarda pek belli etmezdi kızgınlığını zaten kızacak hali mi vardı ki? Başındaki tülbendini çözer, bir zamanlar dizlerinin altında olan saçlarından geriye kalan birkaç tutamı toplar, tülbendini yeniden bağlardı.

Onun aklı fikri hastalığındaydı. Bana ya, “Bak görüyor musun? Bu soğan kabukları arasındaki zarlar kanser yaparmış, gazeteden okudum” der, ya da “Ben ölürsem size kim bakacak, ne olacaksınız?” diye sorar; yanıtını da kendi kendine verirdi, “Kim bakacak? Kurda kuşa yem olursunuz!”

Bir de parmaklarıma takmıştı o sıralar. İkide bir, “Oğlum geçirme şu parmaklarını birbirine, kenetleme, kısmetin kapanır!” derdi. Ömrüm boyunca kenetleyemedim parmaklarımı birbirine!

Annemle artık sinemaya, Ayşecik filmlerine gidemiyorduk. Daha doğrusu bizimle sinemaya gitmek istemiyordu! Karnı da her geçen gün biraz daha şişiyordu. “Eee o zaman bize para ver biz gidelim!” derdik. Bazen verirdi sinema parasını bazen de hep boynunda asılı olan anahtarıyla bir türlü açmazdı sandığını! “Param yok ki ne vereyim?” der söylenir, “Nedir ki sinema parası, nasıl olmaz?” diye sızlanır yerlerde debelenirsek, “Yokkk yokkk anlamıyor musunuz yoktan!” der ağlardı! Bir gün geldi, yıllardır bir kenarda sakladığı sırma saçlarını sattı sokak satıcılarına, bizim de payımıza birkaç sinema parası düştü. 

Annem doğum yaptı sonunda. Bu seferki bir erkekti; biz iki “erkek” bir de babam çok sevindik yeni gelene.

Kardeşimiz doğduğunda hiç can tutacağa benzemiyordu… Birkaç gün emzirmeye çalıştı annem tek memesiyle ama oğlan rahatsız, sürekli ağladı durdu. Doktora götürüldü. Pek bir şey diyemedi doktor ama başkaları, “Anam hiç kanserli kadının sütüyle çocuk yaşar mı?” dedi. Yaşamadı kardeşimiz! Kırkı çıkmamıştı daha götürüp Nizip Mezarlığı’nda, küçücük bir mezara gömdük. Kardeşim kardeşinin toprağına, sakızlardan çıkan bir “cennetkuşu” fotoğrafı bıraktı, “Öbür tarafta Cennet’e gitsin” diye!  

/ Kırk gün kuymak!

Urfa’da bir söz vardır, "Yeni doğum yapmış kadının mezarı kırk gün açıktır!" derler.

Annem doğumdan sonra pek iyi değildi yanında da kimi kimsesi yoktu. Şimdi yapan eden var mı bilmiyoruz ama eskilerde Urfa’da kadınlar doğum yapınca kendisine yiyecek içecek hazırlanırmış, gelen gidene de ikram edilirmiş.

Varsa ana bacı yoksa hısım akraba onlar da yoksa konu komşu yardıma koşarmış. Sağı solu toparlar, misafire hizmet eder ama öncelikle ilk gün loğusaya, “burçları dolsun” diye kavrulmuş susama pekmez katıp yedirirlermiş. Bir de kuymak, “süt yapsın” diye; ilk üç gün “muhakkak!” sonrasında yapan olursa kırk gün!

Kuymak kolaydır nedir ki zahmeti? Tencereyi ocağa oturtacaksın, suyu una yavaş yavaş katacaksın, kıvamı ne ince olacak ne helva gibi kalın… İstersen toz şeker de konulur karıştırılırken istemezsen öyle şekersiz de yenir sıcak sıcak ama tereyağı ısıtıp da üstünde gezdirmezsen olmaz.

Annemin hastalığı, kardeşimin ölümünden sonra her geçen gün biraz daha arttı. Babam da uzun zamandır annemle tartıştığı kararını sonunda verdi tayinini Urfa’ya istedi. Gerekçesi de “Karım hasta! Büyük bir ile, mümkünse memleketime tayinimi istiyorum” olunca kabul gördü bize Urfa’nın artık dönülmez yolu göründü.

Babam Urfa’ya gidip bir ev bakıp çabucak geri döndü. Bir kamyon bulundu pazarlık yapıldı ama taşınma ücreti yüksek olunca altından kalkılamadı bu “yük”ün ve ailesinden para istedi babam! Para geldi, biz de birkaç parça ev eşyasını toplama telaşına düştük! Tek bir halımız vardı o bükülüp sarıldı dikkatlice; altına serdiğimiz birkaç parça hasır da kamyona atıldı sonra da bir divan, annemin çeyiz sandığı, yataklar, yorganlar yastıklar; birkaç sandalye, teldolabımız, kap kacak ve birkaç da çiçek saksısı. Üç tekerlekli kırmızı bisikletimiz ise çoktandır binmediğimizden, bir de artık büyüdüğümüzden Nizip’te bırakıldı!

Nizipliler ve çalışma arkadaşları, “Kekey gidiyor!” diye babam için Şehir Kulübü’nde bir yemek verdi; son kez rakı içtiler. Annem komşularla helalleşti, biz de mahalle arkadaşlarımızla vedalaştık. Herkes ağladı gidişimize, biz de ağladık onlarla. Çok sevmişti Nizipliler bizi, biz de onları. Yolcunun yola çıkma vakti gelince de kamyonumuz önden, biz arkadan otobüsle Urfa’ya uğurlandık.

 Zeytin ağaçlarının paralel dizilişlerini seyrede seyrede; höyüklerin yanından geçerken krallara son kez selam durarak; tam Birecik Köprüsü’nün ortasında oluşan girdaptan son kez korkarak; suskun, çaresiz sonunda Urfa’ya vardık.

Taşındığımızda Urfa’da yazdı. Her taraf yanıyordu güneşin ateşinden. Babam evde ancak “erkekler”in yapabilecekleri şeyleri yaptı sonra da kuşlarına yeni bir kafes inşa etti tahtadan. Annem de “kadınca” işlerinin peşine düştü; tek koluyla yerleri süpürdü, çamaşırları yıkadı, yemeği ocağın üstüne koydu; birkaç parça çanağını bir de şerbet takımını yerleştirdi mutfaktaki rafa!

Evimiz üç odalı ve yine toprak damlıydı; damında da kara taştan bir log var ki kış ayları için “toprağı pekiştirsin” diye duruyor. Logun iki yanında, tahtadan çatalını geçirmek için bir delik var; taktın mı çatalı, logu bir aşağı bir yukarı çekiyorsun. Logu hemen damın üstünde gezdirmeye başladık. Babam aşağıdan seslendi, “Ulan şimdi ayağınız altında kalacak ya da aşağıya uçuracaksınız. İnin aşağıya eşşekoğlu eşekler!”

Biz de geniş avluya indik kardeşimle, top oynamak için. Biraz sonra da bu sefer çıkardığımız gürültüden azar işittik! Peki biz nasıl eğleneceğiz?

Kapı önüne çıktık daracık bir sokak; ikimiz el ele tutuşsak kollarımızı açsak, karşı duvara değer. Arada sırada yorgun eşekleriyle hamallar geçiyor kapımızın önünden, tek tük de siyah çarşaflı kadınlar.

Mahallemizin en güzel yapısı evimizin bitişiğindeki minyatür cami! O kadar küçük ki sanki çocuklar için yapılmış. Urfalılar adına, “Kıttik camı” diyor. Arada bir kapısına gidip, ağır yeşil perdeyi aralayıp içeriye gizlice bakıyoruz. “Kocaman büyük adamlar!” ya namaz kılıyor camide ya da boş cami, sanki sahipsiz!

Mahallede in cin top oynuyor ama bizimle kimse oynamıyor! Nizip gibi değil burası, herkes evinde. Hiç arkadaşımız yok. Sonunda annem bize bir eğlence buldu kapı aralığında. Artık bütün gün, içi su dolu büyük benzin varilinin içinden çıkmıyoruz. Keyfimiz yerinde. Bir de radyomuz artık gündüzleri de açık. Hem radyo 66 Dünya Kupası futbol maçlarını da veriyor. Öyle bir İngiltere-Almanya finali dinliyoruz ki canlı canlı kendimizden geçiyoruz.

Urfa’nın kavurucu yaz güneşi, canlıyı cansızdan ayırt etmeden bütün gün evleri, insanları, hayvanları yakar durur. Yazın kimsenin yerinden kıpırdayacak hali kalmaz. Herkes sabah erkenden bir işi varsa halleder, öğlen de yemeği yedi mi bir köşede kıvrılıp kalır.

Bir tek karasineklere karışmaz güneş! Ondandır herhal, sinekler vızır vızırdır ortalıkta. Her şeyin üstüne konup kalkar, tadına bakar, aylak aylak gezinirler. Çocukların yazın görevi uyuyanların yüzlerine, ayaklarına sinek konmasın diye gözcülük yapmaktır ya da ince bir örtüyü havada açarak katlayarak uyuyana serinlik yaratmaktır. Zor bir iştir birini ha bire yellemek! Yellersin yellersin sonunda kolun kopar; arada uyuyanı kollarsın ki biraz nefes alasın. Baktın sıcaktan homurdanmaya başladı, yeniden başlarsın yellemeye! 

Bir gün can sıkıntısından, kardeşimle derin düşüncelere dalmışken, sineklerin pervasızlığını görüp, uyuyanların rahatını düşünerek müthiş bir fikir geliştirdik. Annemden sinek sopasını istedik, o da en büyük olarak sopayı bana verdi; benim ufaklık da ellerini kullandı ve sonunda evin içinde acımasız bir sürek avı başladı.

Ben sinek sopasını şöyle bir indiriveriyorum sineklerin beline, öldürmeden sersemletip yere düşürüyorum; kardeşim zaten bu konuda maharetli, onları daha havadayken yakalıyor. Biraz sonra ikimizin de elinde iki kavanoz, içleri dolu karasinek. Müthiş eğleniyoruz.

Kapı çaldı, gelen amcaoğlu. Bizi böyle sinek avında görünce pek meraklanmış da mutfakta yakaladığı anneme, “Niye sinekleri avlıyorlar da kavanoza dolduruyorlar yenge?” demiş; annem de ne desin bu kudurganlığımıza, işi dalgaya vurup soruyu, “Oğlum akşama pirinç pilavı yapacağım, sinekleri de kavurup üstüne dökeceğim yemek için bana avlıyorlar” diye geçiştirmiş. Çocukcağız doğruca eve gidip, gördüklerini duyduklarını şaşkınlıkla anlatmış amcamgillere!

Yaz aylarında güneş ikindiden sonra artık avlumuzda görünmez olurdu. Annem hem avlunun nahit taşları serinlesin hem de bize oyun çıksın diye elimize süpürgeyle kovaları verip, “Hadi avluyu yıkayın da kilimleri sereyim, akşam avluda yemek yeriz” derdi çoğu zaman...

Allaahhh! Her yan su içinde ve biz tadını çıkararak avluyu yıkıyoruz. Aslında “Yıkıyoruz” ne demek suyu döküyoruz taşlara daha süpürgeyi çalmamıza vakit kalmadan, su buharlaşıp uçuyor! Sonunda yerlerin yıkandığına, taşların serinlediğine kanaat getiren annem kilimleri serer, yastıkları üzerine atardı. Bu kez de bize boğuşmak için yeni bir “arena” çıkardı ortaya.

Akşam “evin reisi” geldiğinde gürültümüz kesilirdi. Babam elini yüzünü yıkar beyaz zıbınını giyer, gelip kilimlere uzanırdı, yemeğe kadar biraz kestirir, yer sofrası kurulunca da hafiften uyandırılırdı. Eğer sevdiği bir yemek varsa mesela ölü balcan (közlenmiş patlıcan ), ki yemek midir tartışılır ama babamla ölü balcan sevgisi tartışılmazdı. Yazın sofrada ölü balcanı “yemek” diye buldu mu keyfine diyecek olmaz o zaman da bizi zoraki “isot eğitimi”nden geçirirdi!

Urfalılar, biberin yeşiline kırmızısına, tazesine kurutulmuşuna, küçüğüne büyüğüne “isot” der. Çikiftenin, aya kiftesinin, yağlı kiftenin yani bilumum kiftelerin dışındaki yemeklerin çok azının içine kuru isot katar daha çok tazesini özellikle de yeşilini sofrada, yemeklerin yanında meyve gibi ısırarak büyük bir iştahla yer.

Bizimkiler de her Urfalı gibi yemeğin yanında isot yerdi doğallıkla ama babam yemeğin bir yerinde, bizler tam dalmışken sofranın büyüsüne; önce yediği isodu ballandırarak anlatır, “Amma acı yav, insanın kulaklarından ateş çıkarıyor, ter bastı vayvay vayy” derken ya kardeşimin ya da benim ağzıma isotun damarlı yerinden aniden sürerdi! Ağlamadan “isot eğitimi”ni atlattığımızı hiç hatırlamam ama şimdi acı isot arıyorum yemeklerin yanında; demek ki neymiş? Eğitim her zaman her konuda eğitim gerekmiş!

Memurlar mı sık ev değiştirir yoksa tebdili mekanda ferahlığı babam mı severdi, bilmiyorum! Bildiğim, biz çok ev değiştiriyorduk. Babam bu konuda bir alemdi zaten. Çoğunlukla durduk yerde evin altını üstüne getirir, oturma odasındaki divanın, halının ya da duvarda asılı olan hat resminin yerinde “değişiklikler” yapardı. Sanki çok eşyamız vardı da bir türlü birini diğerine uyduramıyor, renkleri desenleri tutturamıyor sanırdınız.

“Eli sıkıştığında” da gitmek için fırsat kollayan tek halımız genellikle sonbaharın son günlerinde mezadın yolunu tutardı. Çünkü “Zahre zamanı (Kışa hazılık) (eve pendir (peynir) almak lazım!” Kalırdık “çul üstünde!” Artık yeni bir halının gelmesi için ya babamızın elinin genişlemesini beklerdik ya da bir ikramiyenin denk gelmesini. “Önümüzdeki ay ikramiye alacağız” derdi, alırsa yeni bir halımız olurdu, almazsa da canı sağ olsun!    

Toprak damlı o eski Urfa evinden niye taşındığımızı hatırlamıyorum. Belki anneme büyük geliyordu, yoruluyordu; çekip çevirmesi zordu, belki de ısınmıyordu. Kim bilir?

Taşındık o evimizden de. Bu seferki beton ve “modern!” bir ev. Avlu yok, toprak dam yok ama terası var öyle de geniş ki! Etrafı da briketle örülmüş adam boyu. Al sana betondan bir top sahası. Bir de çıktın mı terasa, Urfa’nın dört bir yanı görünüyor; Harran Ovası, Tektek Dağları, Kale, Hasan Padişah Camii, Yusuf Paşa Camii ve hemen karşımızda elini uzattın, neredeyse tutacaksın uzaklığında Ulu Cami’nin minaresi. Caminin minaresi öylesine güzeldi ki komik şapkasını bile severdik.

Bu sekizgen yapının üstünde bir zamanlar ateş yakılır, dört bir yana dumanla haberler gönderilirmiş. Sonraları Hıristiyanlar’ın Kızıl Kilisesi’nin çan kulesi olmuş; kilise camiye çevrilince de Ulu Camii’nin minaresi! Minarenin tepesinde, Urfa’nın dört bir yanından görünen bir saat vardı ki o zamanlar için lükstü doğrusu. Kim akıl etmişse yıllar önce konulmuş minarenin tepesine o komik ve sevimli şapkayla birlikte.

Kardeşimle ilk bu evde oruç tutmaya başladık. Zar zor sahura kalkar, annemin bizler için hazırladığı çay, peynir ve “somun” ekmekten (ramazan için yapılan özel ekmek)) oluşan sahur sofrasına otururduk. Sofrada büyükler için akşamdan kalma bir yemek ya da babam için her biri küçük bir ceviz iriliğinde olan ve bulgurdan kapılan yuvalaklar bulunurdu; kifte yani!

“Midemi ancak bulgur tutuyor” derdi babam. Bazen de canı çeker yuvalakları önce kızarttırır üstüne de yumurta kırdırırdı. Biz kardeşimle uykulu gözlerle çabucak yiyecekleri tüketir, çayımızı bitirir, “Ağzınızı çalkalamayı niyet etmeyi unutmayın ha!” uyarılarıyla, kendimizi yataklarımıza atardık.

Oruç tutmak çoğu zaman zor gelirdi, biz de günün ortasında kırıverirdik! Annem de o zamanlar yeni çıkmış bir yağı ekmeğe sürer, üstüne de toz şeker ekip elimize tutuştururdu “açlığımızı bastırsın” diye ya da bir ekmeğe alelacele sürülmüş frenksuyu, üstünde de birkaç dal maydanoz! Bazen de günün sonunu zorlukla getirip, kendimizi terasa atardık ki bütün çocuklar damlarda.

İftara daha çok vakit olmasına rağmen çocuklar gibi biz de gözümüzü Ulu Cami’nin saatli minaresine dikerdik. Ne zaman ki bir adam silueti belirir minarede, bir uğultu kopardı bütün Urfa damlarında. Çocuklar top atacak adamın her hareketini pür dikkat izlerken, bir yandan da aşağıya avlulara, pencerelere, “Aney, kız aney! Herif minaraya çıktı haa!” diye seslenirdi. Yani bir çeşit uyarma, ki yemekler ona göre ayarlansın. Artık pilavın yağı mı dökülecek yoksa çikiftenin soğan maydanozu mu katılacak ya da mercimek çorbasının altı mı söndürülecek bilinmez; o gün Allah ne verdiyse, iftar sofrasına dikkat çekilirdi.

Yalnız minarenin tepesindeki adam çocuklar gibi çabuk hareket etmez sanki onları daha çok heyecanlandırmak ister gibi ağırdan alırdı top atma işini. Elindeki “top”u minarenin korkuluklarına yaslar, beklerdi ki vakit dolsun. Biz de beklerdik adamla birlikte; damlarda çıt çıkmaz bütün dikkatler top atan adamın hareketlerine yönelirdi.

Ramazan boyunca her iftar vaktinde, hiç kimse başka minarelerle ilgilenmezdi. Sanki Ulu Cami’den atılacak topun sesi duyulmazsa oruç açılamazdı. Oysa Urfa’da o kadar çok cami vardı ki ve o kadar da güzel minare. Nihayet Ulu Cami’nin minaresindeki adam topu ateşlerdi gökyüzüne. Fırlattığı fişek yükselir yükselir artık “tahammül gücü” kalmayınca da patlardı.

Ardından da Hasan Padişah, Yusuf Paşa, Karameydan ya da başka camilerin minarelerinin şerefelerindeki ışıklar yanmaya başlardı birer birer.

“Top atıldı, top atıldı” diye bas bas bağıran çocuklar damlardan, pencerelerden, teraslardan; oturma odalarındaki, avlulardaki iftar sofralarına koşardı. Biz de koşardık sofranın başına ama içimizden biri o gün oruç tutmamışsa eğer, hele ki orucu gün ortasında bozmuşsa, “Oğlum şu çikifteyi Azmiler’e ver gel!” mutlak cezasına çarptırılırdı.

Azmi ile Ömer bizim Urfa’daki ilk çocukluk arkadaşlarımızdan oldu; anne babaları da bizimkilerin komşusu. Kardeşimle keyfimiz yerine gelmiş, Urfa’yı sevmiştik artık!

Terasa çıksak arkadaşlarımızın evlerinin içindeydik sanki. Bir ıslık hadi sokağa. Eğlenme önceliğimiz her zaman çift kale futbol maçlarından yanaydı. Urfa’nın bildik sokaklarında, arada sırada gelen geçene yol vermek dışında sürekli ölesiye maçlar yapardık. Maça son vermemiz için ya topumuzun bir eve kaçması ya mahalleli tarafından bıçakla delik deşik edilmesi ya da içimizden birinin babasının uzaktan görünmesi yeterdi. Dağılırdık evlerimize.

Büyük maçları, iddialı olanları ise Ulu Cami avlusunda, antik sütun ve sütun başlıkları arasında yapardık. Seyircimiz bile olurdu. Yalnız bazen fazla gürültüden ya da namaza yakın bir vakitte oynadığımızdan, azgınlığımız cami cemaatini rahatsız eder, kovalanır hatta dayak yerdik. O zaman da takımlar hemen dağılır, bize uçsuz bucaksız gelen cami avlusunda bir deliğe saklanırdık. Kimimiz güneş saatinin başında günü hesaplamaya çalışır gibi yapar kimimiz abdest almaya durmuş gibi elini yüzünü yıkar, çok göze batmış olanlarsa caminin mezarlığına gizlenirdi.

Oyundan, azmaktan yana bir derdimiz yoktu. Okulumuz evimize iki adımdı ve dersler de iyi gidiyordu. Yalnız iyi gitmeyen annemin sağlığıydı ve Urfa’da da onun derdinden anlayan doktor yoktu.

Annem bir kez daha bu sefer kardeşimi de yanına alarak babamla Ankara’nın yolunu tuttu. Birkaç hafta kaldı hastanede, ameliyat oldu. Öteki göğsünü de almışlar. Koltukaltına da sıçramış kanser, orayı da temizlemişler. Hasta yatağında fotoğraf çektirmiş kardeşimi yanına alarak radyoda, “Gitti Canımın Cananı” türküsü çalıyormuş, çok ağlamış!

Biraz iyileştiğinde dönmeye vakit babam onlara Ankara’yı gezdirmiş. Kızılay’da yeni yapılan Türkiye’nin ilk gökdelenine çıkmışlar; Giması’nda alışveriş yapmışlar ve sonunda “Cumhuriyet’in çocuklarıyız!” deyip, Anıtkabir’e gitmişler “vefa” duygusuyla. Fotoğrafları var o günden kalma, mozoleye çıkan merdivenlerin üstünde…

Yıllar yıllar sonra kardeşim Anıtkabir’de, ‘’Sarı zeybek Atatürk’’ defilesi yaptı aynı yerde; elinde ödülüyle, binlerce kişinin karşısında bir başka fotoğraf çektirdi.

Yine sonbahar yine okulların açılma vakti geldi ama annemin sağlığı her zamankinden daha da kötüledi. Kıpırdayacak hali yok, çok fazla ağrıları var. Tek kolunu kaldırabiliyor ancak onunla bütün ev işlerini yapmaya çalışıyor. Yardım edecek kimsesi yok bir tek gazocağı var!

Gazocağına önce gaz bidonundan gazyağı dolduruyor sonra iki ayağının arasına alıp tek kolu ile pompalıyor, iğnesi ile pisliğini temizliyor, gaz çıkmaya başlayınca da kibriti çakıyor, yanınca da tablasını oturtuyor üstüne. Sırayla başlıyor. Önce çamaşır için su ısıtılacak, ısıtıyor. Çamaşırları yıkıyor tek koluyla, renkliler ayrı beyazlar ayrı sonra da götürüp terasa asıyor. İniyor aşağıya bu kez de yemek yapılacak. Kocasının ve oğullarının seveceği bir yemek karıştırıyor, bu kez onu koyuyor gazocağının ateşine. Çay demlenecek gazocağı, bulaşık yıkanacak gazocağı, banyo için su ısıtılacak gazocağı; varsa yoksa eli ayağı gazocağı!

Annemin yaşamı boyunca hiç fırını, buzdolabı, bulaşık ya da çamaşır makinesi, şofbeni, ısıtıcısı olmadı.

Annemin ailesinde çoğunlukla herkes yeşil ya da mavi gözlü olduğundan, en büyük “Maviş” de Nenem olduğundan ondan söz edilecekse “Maviş!” der seslenirdik. Bir gün o seslendi ama öylesine ortaya, “Bu oğlanı artık evlendirmek lazım!” dedi.

Terzi olan küçük dayıma bir kız bulundu. Gelin adayı siyah saçlı, beyaz tenli, kara büyük gözleri var. Küçük dayım kızı gördü beğendi, kız da onu görmüş, o da beğendi! Bu arada dayım o günlerin filmlerinden fırlamış gibi, sarı saçlı yeşil gözlü.

Söz kesildi nişan oldu, ardından da fazla beklemeden akrabalar arasında yapılan küçük bir düğünle, nenemin evinde evlendiler. düğünde doğrama ve pilavdan oluşan bir yemek yenildi, tatlı çarşıdan ısmarlandı hem kırma hem tel kadayıf, iki tepsi!

Yemekten sonra sıra fotoğraf çektirmeye geldi; nenem büyük gelinini sağına, yeni gelinini de soluna alıp ortaya oturdu. Dayılarım da küçük teyzemi ve annemi aralarına alıp, analarının başında dikilip poz verdi.

Büyük dayım evlenip gideli yıllar olmuştu. Annemin yanında yalnız küçük dayım kalmıştı. O da bir gün geldi, Almanya sevdalarına kapıldı. “İş yok buralarda, gelecek de terzilik de” dedi, önce İstanbul’a sonra da gurbet ellere gitti!

Gitmeden ablasına vedaya geldi. Annem başına puantiyeli ince bir eşarp örttü, sırtına hırkasını verdim, bir tabureye oturdu; dayım dizinin dibine çöktü, annem kalkmayan sol kolunu kardeşinin boynuna doladı, dayım da sağ kolunu ablasının beline sardı, sol eliyle de dizini tuttu. Siyah beyaz bir fotoğraf çektim, birlikte son fotoğraflarıydı! 

Dayım gittikten birkaç ay sonra Maviş Nenem’e “inme indi”, bir ay sonra öldü. Küçük Teyzem İstanbul’a Bakırköy’e gönderildi, bir daha haber alınamadı. Büyük dayım, yıllar sonra bir sahil kentinde acılar içinde, küçük dayım ise karanlık bir Alman kasabasında yaşamını yitirdi.

/ Doğrama zahmetsizdir, yormaz adamı!

Urfalılar patlıcana “balcan” der pek de sever, hatta bayılır. Yaz geldi mi bayram ederler çünkü balcan çıkmıştır!

Ellerinden gelse bütün yemeklerini patlıcanla yapar, bazen bir patlıcan yemeğini, neredeyse öbürünün aynısını, evde tencerede; bir bakmışsınız bir başka kez fırında pişirtiyor yani evde adı doğrama, fırında çömlek!

Urfalı patlıcanı ilk kez turfanda buldu pek küçük, bütün balcan yapar sonra büyüyünce tepsi kebabı, çömlek; bol bulduysa sögürme; patlıcan iyice güzelleştiğinde malzemesini kendisi alıp çarşıda balcanlı kebap pişirtir; baktı canı hemen çekti birkaç tanesini çarşı fırınında közlettirir, oldu mu sana ölü balcan; eve gelir bakar ki ya karnıyarık var ya da bir bakmış ki kazan kebabı! İşte o zaman mutlu mesut olur. Artık değmeyin keyfine!

Doğrama da bu patlıcan yemeklerinden biri. Kuzu etini önce suyunu çektirerek kavuracaksın üstüne de bol domates sulu olacak, sonra birkaç tane acı yeşil isot, bir baş sarımsak ve iki üç tane de patlıcan doğrayıp ilave edeceksin tuzla. Bu kadar! Yanında sade pilav, acı yeşil isot bir de ayran bulunursa başkasına ne gerek var.

Dayımın düğün yemeğinde doğrama vardı. Çabuk pişen, fazla zahmetli olmayan bir yaz yemeği ancak fazla göz doldurmayan. Olsun, şimdi hiçbiri hayatta olmayan Kasolar yemekteydi ya!

Sonunda ilkokul bitti, ortaokul başladı. Babam bana bir ceket, pantolon, gömlek, kravat bir de okul şapkası aldı, etrafı sarı şeritli!

Annem okulun ilk günü ceket giymeme, ilk kez kravat takmama yardımcı oldu uzun uzun baktı, “Bugünleri de gördüm ya!” dedi, ağladı. Son günlerde sık sık ağlıyordu annem!

Kardeşim ilkokul beşe geçti; benden bir sınıf gerideydi. Evdeki bütün ilgi ise kız kardeşimde. O yıl ilkokula başladı. Annem onu öyle güzel hazırlamıştı ki okulun ilk gününe. Siyah önlük, dantelli beyaz yaka, saçlarını toplamış iki örgü yapmış, uçlarına birer kırmızı kurdele bağlamış, siyah rugan pabuç almış, içlerine beyaz kısa çoraplar; naylon okul çantası da ağzına kadar defter, kalem, silgi dolu.

Annemin kızını ne kadar sevdiği; ona olan düşkünlüğü de dillere destan olduğundan ve bu “bilgi notu” okula kadar gittiğinden, kız kardeşimi sınıf öğretmeni sabahları evden alır, öğlenden sonra da eve bırakırdı. Annem her seferinde kapılarda beklerdi onları. Kızı gelince de pek sevinirdi.

Bizim okul da kız kardeşiminki gibi evimize yakındı. Yepyeni bir bina, sınıflar, tuvaletler temiz. Kantin de var ama okulun önüne teneffüslerde lolaz (börülce) dürümü, kıymalı (lahmacun) geliyor. Karnımız acıktığında ya da çok canımız çektiğinde, praamız fazla olmadığından kıymalıyı yarım açık ekmeğe sardırıp öyle yerdik ki midemizi tutsun.

Okulda herkes ceketli kravatlı ama tek tip değil. Tek tip olan herkesin ayağındaki ipli botlar! O yıl “moda”ydı herhal. Sınıfımızda hiç kız öğrenci yok! Allah’tan yoktu çünkü tahtada yazılanları göremiyordum göz doktoru numaralı gözlük verdi, “Dört Göz” oldum. Okulda bir süre herkes böyle çağırdı sonra kanıksandı.

Birkaç haftadan sonra okula ısındım. Her derse gelen öğretmen ayrı ve hepsi ilk derslerinde uzunca konuşuyor, “Artık büyüdünüz” diyor, teneffüslerdeki şamatamıza da kızıyorlar. Arkadaşlarımın her biri ayrı okullardan gelmiş sarışın, kumral, esmer; yeşil gözlü ela gözlü kara gözlü çocuklar.

Okulda en çok tarih dersini severdim. Hocası ufak tefek bir adam elinde de sürekli bir cetvel vardı. Kızdığı zaman bütün sınıfı sıra dayağından geçirirdi. Bazen de tek tek cezalandırıp, cezalıya parmak uçlarını bir araya toplamasını söylerdi. Cetveli indiğinde, parmaklardan kan fışkırırdı sınıfa.

Evimize yakın oturan Antepli bir çocukla dost oldum. Benim gibi o da okumayı seviyormuş ve deneylere meraklıymış. En kısa zamanda bir güvercin üzerinde tıp deneyi yapmak için sözleştik! Ayrıca kitap alışverişi yapıyoruz. Ben ona Jul Verne’nin, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ını veriyorum o da bana Ay’a Yolculuk’u.

Antepli arkadaşım bir gün Urfa’nın o daracık ve tenha sokaklarından koşarak evimize geldi. “Birkaç gündür bir amca önümü kesiyor sokak arasında; bana, ‘Gel bak seni minareye çıkarayım. Urfa’nın manzarasını göstereyim’ diyor” dedi, nefes nefese. “Aman oğlum!” dedim daha önceki babamın tembihleri hatırlayıp, “O adamı görür görmez kaybol!”

67 yılında ortaokulun birinci sınıfı ikmalsiz, kazasız belasız bitti. Sınıfı geçtim. “Artık azma zamanıdır” deyip, yine Ulu Cami’de maçlara başladık. Kovalanınca camiden, utana sıkıla mahalle aralarında antrenman yaptık. Büyük maçlar aldık, babamdan gizli Bamyasuyu’na top oynamaya gittik!

Sadece oraya mı? Büyümüştük artık! Yazdı mevsimlerden ve hava her zamanki gibi sıcaktı çok sıcak. “Abe” dedi kardeşim, “Anzılha Gölü’ne gidelim, içinde küçük bir yüzme havuzu var, çimeriz!”

 Gittik bir öğlen vakti. Anzılha’ya ilk kez yalnız başımıza ayak basacaktık. Harrahman’a yakın kapısından girdik, köprüyü geçip adaya ayak bastık sonra da “aile” kısmından, ‘’Tanıdık kimse var mı’?’’ diye etrafı kolaçan ettik.

Karşı kıyıda tanıdık görünmüyordu Gölün kenarına dizilmiş masaların sağında solunda bir sürü erkek, koca koca çınar ağaçlarının gölgelerine oturmuş ya nargile fokurdatıp çay içiyor ya da tavla oynuyor. Gölün içinde iki kayık var ikisi de çocuk dolu; kayıkçı, Anzılha’nın yeşil sularında onları seyre çıkarmış. 

Gölün kuytusunda bir yere yöneldik. Kapısından korkarak içeriye baktık. Havuzun dört bir yanı soyunma odası ve içi biz yaşta çocuklarla kaynıyor.

Bütün cesaretimizi topladık girdik, bir de mayo kiraladık. İyi de yüzme bilmiyoruz ki! Aman adam sende, sanki kimin umurunda! Havuzun kenarına tutuna tutuna, bata çıka, ayaklarımızın yere değdiği yerde tek ayak tek ayak kurbağalama yüzdük, akşamı ettik ama yüzmeyi de öğrendik. Giyindik; çıkışta aynanın karşısına geçtik ki ne görelim? Kıpkırmızı, güneşten yanmış suratlar, suda kalmaktan eprimiş eller! Bir korku aldı ikimizi ki, “Eve nasıl gidilecek, babama çaktırmadan yatağa nasıl girilecek?”

Bir ‘’suç’’ işlemişsek Babam yakalardı her seferinde ‘’temiz’’ dayak yerdik. Tamam yerdik yemesine ama en çok zorumuza giden kulaklarımızda çınlayan sık sık tekrarladığı, “Gizli s.....nin eşkere (açıkta) çocuğu olur!” özdeyişi olurdu.

Yine yakaladı, görür görmez durumu anladı. Annem de anladı ama karışmaya korktu. Zaten hangi sağlam vücutla araya girecekti ki?

Babam önce nereye gittiğimizi sakin sakin, güneşte ne işimiz olduğuna kızarak, en sonunda da yüzümüzün niye bu kadar kızardığını köpürerek sordu.

Bir sürü şey uydurduk, “Valla baba kardeşimle caddede çok gezdik ondandır; bi de çok top oynadık sonradan…” dedik, başka şeyler de uydurduk. Yutmadı!

Yakaladı birimizin kolundan, tırnağıyla bir çizik attı boydan boya. Beyaz bir şerit çıktı ortaya! Yine özdeyişini tekrarladı, “Demek Anzılha’ya gittiyiz ha!” diye bir yandan dövdü bir yandan özdeyişini hatırlattı, doğruluğunu onaylattı; ikimize de öyle bir dayak attı ki suratlarımız davula döndü.

 Yaz biter sonbahar gelir ya sonra da kış; yine öyle olmuş bir fotoğraf çektirmişiz 2 şubat 68 günü kar altında. Üç kişi var fotoğrafta, kardeşim, Antepli ve ben.

Antepli aramıza girmiş, kollarını omuzlarımıza atmış. Üstümüzde birer ince ceket var ama ayaklarımız sağlam görünüyor; üçümüzde de aynı ipli botlar! Gülümsüyoruz objektife. Pek keyifliyiz!

Ancak Urfa’da şubat bitip, bahar gelip de yüzünü gösterdi mi biraz sonra da kalkıp gitmeye niyetlenir. Urfa’nın baharı ne ki, gözünü açtın kapıda, kapadın gitmiş! Nisan geldi mi al sana yaz!

Artık bahardan mıdır nedir, 68’in baharında kardeşimle ayrı dünyalardaydık. “Ayrı gayrı” gezinip durduk. Ben biraz içime kapandım etrafta boş battal dolaşıyorum, ders çalıştığım da yok, o ise kendini dışarılara vurdu, ne yapıp ettiğini bilmiyorum?

Kız kardeşimi hafızam silmiş! Annem desen bir “canlı cenaze!” Yalvarıyor, “Bir umuttur belki, beni Ankara’ya götürün son kez!” Götürdüler sonra da gerisin geriye getirdiler salonda yer yatağı yaptılar sürekli yatıyor.

Kımıldayacak hali yok çok acı çekiyor. Ağrıları çok annemin. Birileri gidip geliyor eve. Yemek yapıyorlar ya da yapıp getiriyorlar. Biraz annemizin yanına uğruyoruz sabahları sonra dışarı. Kim bilir nelerle vakit geçiriyoruz? Oraları da hafızam silmiş. Yalnız bir 11 nisan günü okulla Urfa’nın kurtuluş törenlerine gittiğimizi hatırlıyorum. Yine bandoda yer almadık, bayrak da taşımadık. Allah’tan siyah önlükler yok bu kez üstümüzde, ceket ve kravat var.

Törenlerde yine her yıl olduğu gibi Fransızlar’ın Saco isimli komutanı belediye askerleriyle esir alındı, her taraf toz duman içinde kaldı ve Koşuyolu’ndaki tören bitti; okula gelip dağıldık. Hava iyice sıcak. Dondurma da çıkmış artık. Urfa’ya yaz gelmiş!

Eve gitmeyi pek canımız istemiyor. Ev kalabalık herkes annemin başında. Kuran okuyorlar, dua ediyorlar. Bir deri bir kemik kaldı annem, acı içinde.

Bir on gün daha geçti böyle. Bizleri istiyor, yanına gidiyoruz, ellerini öpüyoruz, zorlukla yüzümüzü okşuyor. Annem gittikçe küçülüyor yattığı yerde.

Bayramları sevmiyoruz ama yine bir bayram geldi, gitmek zorunlu! Bu seferki Çocuk Bayramı 23 Nisan, bizler içinmiş, “23 Nisan neşe doluyor insan!”

Sabah erkenden bayrama gidiyoruz kardeşimle. Annem yatağında, kimseler yok yanında.

Bayram yeri Koşuyolu denilen hipodromda. Bütün okullar orada; şiirler okunuyor, konuşmalar yapılıyor, ardından da protokolün önünden sıra sıra ilkokul, ortaokul ve lise öğrencileri geçiyor. Sıra bizim okula da geliyor, ayaklarımızı sürüyerek tozu toprağa katarak tören alanından çıkıyoruz.

Okuldan eve döndük, öğlen olmuştu; sokak kapısının solundaki duvara bir tabut dayamışlar! Yukarıya çıktık, “Anneniz öldü!” dedi birileri, yüzünü göstermediler, “İkindiye yetiştirmek lazım” deyip, alıp götürdüler. 

“Cenaze Ulu Cami’den kalkacak!” dediler. Gittik top koşturduğumuz camiye. Hava sıcak, güneşte durulmuyor her taraf yanıyor! Annemi musalla taşına koymuşlar. Musalla taşı gölgelik!

İkindi okundu, caminin avlusu namaz için boşaldı. Bir tek biz kaldık annemin yanı başında ama başlarımız eğik. Arada bir kaldırıyoruz yerden yeşil gözlerimizi tabutuna bakıyoruz sonra tekrar yere indiriyoruz.

İkindi namazı bitti cemaat çıktı camiden, gelip saf tuttular annemin cenaze namazı için.. Bir kenarda bekledik. Namaz bitince, hoca cemaatle helalleştirdi annemizi sonra tabutu omuzlara alındı, Ulu Camii’nin o ulu kapısından çıkarılıp bir zamanlar salına salına gelip geçtiği caddelerden geçirildi hızlı hızlı ve mezarlığa taşındı.

Uzaktan yeni kazılmış bir mezar yeri gördük; etrafına içinden çıkan taze toprağı yığmışlar. Cemaat gelip mezarın başında durdu, tabutu yere bıraktılar. Hoca ezberinden dualar okudu, birileri mezara indi sonra tabut açıldı, beyazlar içindeydi Cemile!

 İKİNCİ BÖLÜM 

Yıllardır duymazdan, görmezden geldiğimiz “ölüm”, kapımıza kadar gelmiş, gözlerimizin içine baka baka “annemizi alıp götürmüştü!” Ne yapabilirdik ki? Peşinden koşsan yetişemezsin, bağırsan sesini duymaz, ağlasan kimin umurunda?

“Ölü”ye dair bizden başka herkes bir şeyler söylüyordu. “Vışş anam kurtuldu zavallı” deyip birbirlerine “kurtuluş”un nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı ya da hiçbir şey demeyip başka şeylerden söz ediyorlardı sanki ortada hiç “ölen” yokmuş gibi!

Sonunda biz de öyle yaptık. Herkes kendi yüreğine gömdü anneşini “yaşamak”a başladık.

Urfa’da taziyeler ayrı ayrı evlerde erkekler için üç gün, kadınlar için kırkına kadar sürer. Annemin taziyesinde babam, ben, kardeşim, akrabalar üç gün bir evde oturduk; tanıdıklar, eş dost geldi.

Gelenlere “Merhaba” denildi, sigara, acı kahve ikram edildi. Gelenler taziyeyi fazla uzatmadan, “Kalanların selameti, ölmüşlerin ruhu için el Fatiha!” dedi, başsağlığı diledi, kalkıp gitti.

Taziye evlerine, “Bir de yemek işi çıkmasın” diye, çarşıda yaptırılmış kolay yenebilecek yemekler gönderilir. Öğlen balcanlı kebapsa, akşama kıymalı; ya da öğlen frenkli ise akşama haşhaş kebap; yanlarında da açık ekmek, turp, limon ve ayran. Yani ya kebap ya da kıymalı! Bir tanıdık ilk yemeği akşam gönderdi: Kıymalı.

Gelen giden sona erince bir odaya sofra kuruldu. Beni de bir yere oturttular ve anneminkine benzemeyen birkaç kıymalıyı bir bardak ayranla önüme koydular. Kıymalılara baktım tanıdık gelmedi, yerim sandım!

Birinin kenarlarını koparıp bir kenara koydum, ortasını küçük parçalara böldüm.

Kıymalının ortasını yedim; sıra kenarlara geldi, kenarlara baktım kenarlar bana baktı, elimle iteliyordum ki kenarları, “Günahtır oğlum ye!” dedi bir ses.

/ Kıymalının kenarları da yenir!

Annem her Urfalı gibi “lahmacun”a, “kıymalı” derdi. Hazırlaması, yemesi kolay diye de severdi. Dört kişilik ailemize yarım kilo kuzu kıyması yeterdi. Beni kasaba gönderirken tembihlerdi, “Eti yağlı al ki kıymalı yumuşak olsun!” “Peki!” derdim. Kıymalının diğer malzemeleri evde her zaman vardı: Kuru soğan, kuru isot, frenksuyu ve tuz. Bu kadar basitti içine konulanlar, fırına göndermeden hepsini biraz su ile birbirine karıştırmak yeterliydi.

Kimileri kıymalısıyla öğünmek için içine ceviz katar kimileri yoğurt kimileri de acı olsun diye basardı kuru isodu. Annemin böyle şeylerle uğraşacak ne hırsı vardı ne hevesi. Onun kıymalısı basitti: Et iyi olacak isot iyi olacak bir de frenksuyu. Gerisi kıymalıyı pişirecek olan fırıncının ustalığına kalmıştı. Usta isterse kıymalıyı “koltuk altı”nda fırının sol yanında kendine yakın yerde gevrek pişirirdi söylersen yumuşak da bırakırdı!

Annem kıymalıyı hazırlayınca tepsinin üstüne bir gazete kağıdı örter, kardeşimle ben fırının yolunu tutardık. Fırıncıya kaç tane olacağını söyler, kıymalının başında bekler, sıraya girerdik. Sıra sıra sıralanmış tepsilerden bizimkine sıra gelince, kıymalıya şekil veren içi tek tek açtığı hamurlara yayar; tamamladıklarını fırının önünde durana atar fırıncıya, ” dokuz oldu!” diye seslenir, tepsiyi de önüne fırlatırdı ki pişenler içine dizilsin.

Fırının önünde duran ve ‘’kürekçi’’ denilen adam; ‘’tırnakçı denilen arkadaşından aldığı kıymalıları dörder beşer küreğine dizer sonra da doğru fırının içine yollardı. Üç dört dakikada pişerdi kıymalı ve kürekçinin küreğinde görünür görünmez de ağzımızın suyu akardı ama ne fayda ki korkumuzdan eve kadar bir tanesine bile dokunamazdık. Oysa ne keyiftir fırında ya da yolda bir tanesini yemek!

Eve vardığımızda sofra kurulmuş olurdu, üstünde de ayran, limon ve turp. Annemle sofraya birlikte otururduk ama onu kıymalıyı iştahla yerken hiç görmedim. Zaten ağır yemek yerdi, bir de yeme sorununa dişleri eklenince, karınlarını doyuran çocuklarını seyreder oyalanırdı.

Dakikalarca herkesin yemesini beklerdi, evin ahalisi sofradan kalkınca da kendisi için bir kenara ayırdığı yumuşak kıymalıların kenarlarını yavaşça koparır, ortalarını küçük parçalara böler, bir yudum ayranla çiğnemeye başlar, karnını doyurmaya çalışırdı. Ben de onu beklerdim; kıymalının kenarlarını versin, yiyeyim de “ziyan” olmasın!’’ diye…

Yaz gelince okullar kapanır ya, ben de okullar kapanınca “arada sırada” sınıfta kalırım ya, yine aynısı oldu ama bu kez babam söylenmedi; İstanbul’a yolladı, “kafan dağılsın!” diye. Gittim ama teyzemlere değil, “Karşı”ya! Teyzemin artık bizimle ne ilgilenecek hali vardı ne de isteği.

Urfa Cesur’da yerime oturduğumda sabahtı, öğlen oldu ikindi oldu, akşam, gece yarısı sonra yine sabah, bir gözümü açtım ki Harem’deyim. Otobüs sıraya girdi, arabalı vapura bindi, düdük çaldı, “Kalkıyoruz” dedi bir ses vapur kendini denize attı; yüzdü yüzdü tam geçerken Kız Kulesi’nin yanından, yanağından bir makas aldı; martılardan balık çaldı, minarelere

şaplak atıp el şakası yaptı ve sonunda Sirkeci’ye vardı. Ağzım bir karış açık, “Karşı”daydım!

Otobüs indi vapurdan, burnunu Sarayburnu’na çevirip yeni bir yola koyuldu. Solumuz deniz sağımız saray, ikisinin arasında sur var. Gittik gittik sur bitti, deniz bitti, Topkapı diye bir yere geldik ki her yan insan kımıl kımıl… Taksilere dolmuşlara, otobüslere binip her biri bir yana gidiyor; kimileri de sağa sola koşturup çığırtkanların ellerinden kurtulmaya çabalıyor; kurtulamayan da kendini önce bir firmanın bankosunun önünde, ardından da bir otobüsün koltuğunda buluyor! Artık nereye gidersen Van, Diyarbakır, Erzurum, Edirne, “Haydin Keşan’a Keşan’a hemen!”

Misafirliğim Harbiye’de bir akraba evinde başladı ve ev sahipleri beni eğlendirmek için her yolu denedi. Peleli Santos İstanbul’a geldi, Dolmabahçe’de gece maçına götürdüler kapılar açılınca girdik! Bir başka akşam Açıkhava’da konsere gittik, Berkant en son şarkısı Samanyolu’nu söylüyor, herkes ayakta, minderler havada, kızlarla oğlanlar el ele şarkıya eşlik ediyor: Bir şarkısınnnn seeeen ömür boyu süreceeekkeeekk!

Bir gün, “Sadun Boro İstanbul’a geldi, Gazeteler ‘’Sadun Boro Dolmabahçe’den karaya çıkacak” diye yazdı, sahile koştum. Sarayın yanındaki meydan, stadın sırtları, park, her yan insan dolu, ağaçlara bile çıkmışlar! Uzunca bir süre bekledim kalabalıkla sonunda uzaktan göründü Kısmet; yanaştı kıyıya yakın ki içinde Sadun Boro, eşi Oda, kedileri Miço var!

Her zaman böyle seyirlikler olmuyordu, ben de o zaman aylak aylak geziyordum İstanbul’u! Harbiye’den Taksim uzak değildi, yürüyordum. Hilton’u uzaktan, Radyoevi’ni yakından seyrediyor az biraz soluklanıyordum Taksim’deki parkta, biraz sonra Beyoğlu’ndayım.

Arabalar geçiyor ardı ardına korna çalarak, kaldırımları insan almıyor, yola dökülüyorlar ikide bir. Dükkanlar ağzına kadar ayakkabı, pantolon, ceket, kravat, çanta, bavul, don gömlek dolu!

Çiçek Pasajı diye bir yer keşfettim. İçerisi tıklım tıklım kimi arkadaşıyla bir koyu sohbette bir koyu sohbette ki sorma. Dayamışlar kollarını ayaktaki masalara ellerinde sigaralar, önlerinde bardak bardak bira; yanlarında da çöpten şişlere geçirilmiş bir yiyecek adı “midye tava!”

“Ulan bu nasıl bir şey ki?” diye bir soru soruyorum kendime sonra da zevzekliğime kızıp, “Nee bilim lo sanki çok yedim de?” diye söyleniyorum.

Kendimle barışmaya çalışırken bir taraftan öyle bir koku geliyor ki yok sayılamaz. Gidiyorum kokunun peşi sıra ki tam karşıda kömürlerin yanında, amca adına “kokoreç” diyor. Kokoreç bana bakıyor ama “tanış” çıkmıyoruz! Görmediğim çok şey var bu sokakta. En çok da balık! Her yan balık dolu üstlerinde de etiketler: Hamsi, levrek Kalkan uskumru daha neler neler! Hiçbirini görmemişim, yememişim de. O güne kadar yediğim tek balık, Fırat’ın yayın balığı. “Zaten onu yedikten sonra başka balık yenir mi ki?”

Bibimin kocası Hacı Amca şofördü. Gün geldi kamyonculuktan bıktı bir otobüs aldı gıcır gıcır! Başladı otobüs şoförlüğüne. İstanbullar’a kadar geldi gitti, son geldiğinde beni de aldı Urfa’ya beraber döndük.

Hacı Amcamız’ı herkes severdi ama en çok da biz çocuklar. Gönlü geniş adamdı; evi, hele de sofrası her zaman, herkese açıktı. Yalnız bir büyük “zaaf”ı vardı Hacı Amca’nın her zaman yemek konuşur, konuşmadığı zaman da yerdi! Annem anlatmıştı; kendisi yeni gelin, kaynanasında kalıyor. Evin ahalisi çok, gelen gidenin hesabı belli değil. Pişiriliyor yeniyor, yenilirken de bir öğün sonrası “Yav çoktandır kaburga yapmadıyız! Eyice tembel oldıyız ha?” şeklinde kararlaştırılıyor.

Bir gün; zerde yapmışlar ama ortalık yerde bırakmışlar! Hacı Amca da genç o zamanlar, önüne ne konsa “karnım tok” deyip geri çevirmiyor.

Halasının evinde bir gece yarısı uyanmış ki karnı aç! Mutfağa gitmiş bir şey bulamamış, bir de kilere bakmak aklına gelmiş ki ne görsün? Oturmuş zerdenin yanı başlamış kaşıklamayana, dibi görünene kadar! Hacı Amca’nın ünü o zamanlardan geliyormuş.

Hacı Amca Bibimle evlenince yemeği daha da sevmiş. ‘’Avrad’’ı yaprak sarıyor “bir numara”, ağzı açık yapıyor ki ağzın açık kalır! Boranının hakkından geliyor, ekmek de açıyor, şıllık da yapıyor; o yemek yemesin kim yesin?

Hacı Amcayla birlikte bibimin yemeklerinden ben de çok yedim! Ancak bakardım ki gözüm doymuyor, gönlüm “gezmeler” de istiyor, söylemem yeterliydi. “Bu sefer ben de gelim mi Hacı Emmi?” dedim mi hiç kırmazdı. Bir bakmışsın seferde Ankara var bir başka seferde Adana.

Hacı Amca “Hadi bakalım gelecek salıya gidiyoruz” deyince yollara düşerdik. Aligör, Birecik derken Fırat’ı aşar, Nizip’e gelince gözlerimi kapardım ne zeytin ağaçlarını görmek isterdim ne de höyükleri! Antep’te heyecanlanır, Adana yolu uzar da uzar; dağları, nehirleri seyreder, kamyonları sayar, bir otobüs geçti mi nanik yapardım pencerelerine. Nihayet uzaktan Gavur Dağı görünür, görünür görünmez de otobüsümüz toparlanır, ardından “Ha gayret!” der gibi başlardı döne döne virajları tırmanmaya.

Hacı Amca kan ter içinde kalırdı direksiyonu toparlamaktan. Bense sağdaki uçuruma soldaki ağaçlara bakmaktan neredeyse camlara yapışık tamamlardım yolculuğu. Pikaptan Şükran Ay’ın sesi yükselir, “Yine başın dumanlı kirpiklerin ıslak, gözlerin kanlı kanlı ah delikanlı!” şarkısı otobüsün her yanında yankılanırdı. Ne keyiflenirdim!

Hacı Amca ve yolcular dönmekten bıkacak hale gelince Gavur Dağı’nın tepesindeki Alman Pınarı görünür, otobüsümüz içindeki lokantaya yönelince de, Hoparlörden bir ses “Sayın Urfa Cesssur yolcuları, otobüsünüz yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir” derdi. Yolcular otobüsten inince önce “ihtiyaçlar”ını giderir sonra da garsonlarca lokantanın kışsa içine, yazsa bahçede kurulu masalarına buyur edilirdi. Bize ise lokanta sahibi şoför, yardımcısı ve misafirlerine her zaman yaptığını yapar, yol açar, onlar için hazırlanmış masanın yerini gösterirdi. İşte o an benim için gezmelerin nedeni olan şölen başlardı: Yemek!

Alman Pınarı’nda yemek demek kebap demekti; tike kebabı, balcanlı frenkli adana kebaplar; çorbaların şahı mercimek çorbası ya da ezo gelin.yanlarında açık ekmek dırnaklı ekmek, buz gibi su, ayran, şalgam; yeşillikse canının istediği kadar maydanoz, yeşil soğan, acı yeşil isot, taze nane, kuzukulağı, turp; yemeğin üzerine, canın meyve mi istedi “Olur ağamm başım üstüne, pınardan bir karpuz kesek!” Yemekler şirketten!

Her seferinde, Fırat Nehri kenarında çay içmenin, Gavur Dağı’nda, Pozantı’da yemek yemenin, Seyhan Nehri kenarında uyumanın; Tekir Yaylası’nı, Toroslar’ı, Konya Bozkırı’nı, Tuz Gölü’nü seyretmenin; radyoda türkü dinlemenin, Gençlik Parkı’nda dolaşmanın tadına varamadan gezmelerim sona ererdi. Ancak bir gün geldi ki hepten son buldu! Bir Ankara dönüşü gün doğumundan önce, Adana’ya gelmek üzereyken iki koltuk üstünde uyuyordum; Hacı Amca da bakmış uykusu geliyor o da otobüsün direksiyonunda uyumuş!

Uyandığımda asfaltın üzerindeydim! Otobüs yol kenarında, dört tekerleğini havaya dikmiş boylu boyunca yatıyordu. Saçlarımın arasındaki cam kırıklarını temizledim, Hacı Amca’ya bakındım, bulamadım! Bir süre sonra muavin alaca karanlığın içinde belirdi; birlikte yolculara yardım için otobüse girdik. Bir ölü çıkardık birkaç da yaralı! Kazanın ardından günler boyu ya uyudum ya da uyurgezer gibi dolaştım. Kendime geldiğimde Hacı Amca şoförlüğü bırakmıştı!

Hacı Amca bir süre evde oturdu sonra sıkıldı müteahhitlik yaptı sonra ondan da sıkıldı tası tarağı toplayıp Urfa’dan epey uzaktaki bir sahil kasabasına yerleşti. Kasabada meyve sebze boldu.

Hacı Amca alışveriş yaptı bibim pişirdi o yedi bibim pişirdi o yedi; bir yandan da Urfalar’ya laflar yetiştirdi, “Et ele tezze eleee tezze ki! Pendir, yoğurt lebalep, muzu hevenkle alıyık. Kalhın gelin looo…“ Hacı Amca’nın haberleri, yanına çağırmaları her yıl sürdü. Her yıl da giden oldu evine sofrasına. Yine yenildi içildi ama gün geldi sesi soluğu kesildi, şekeri yemelere daha fazla dayanamadı!

/ Urfalıların tek salatası: Bostana

Hacı amcayı yemek yaparken görmedim. Zaten yapmasına da gerek yoktu. Nasıl olsa bibim vardı. Ancak Hacı Amca her yemekle değil sadece yanlarına yakışacak yemeklere bostan yapardı: Bostana Adı üstünde bostanda ne yetişiyorsa içine o var.

Olgun frenk, taze yeşil acı isot, taze soğan, maydanoz, nane, pirpirim (semizotu) bulunabilirse ekşi nar, limon ya da koruk suyu… Yeşillikler ince ince doğranacak yaz ise içine az biraz buz parçaları atılıp servis edilecek. Bu arada Hacı Amca içine birkaç tane de Urfa’ya Antep’e özgü zeytin doğrardı.

/ Söğürme için Ağlanır!

“Urfalılar patlıcanı çok sever, ondan yapılan yemeklere pek düşkündür” demiştik ya, Kardeşim bunların içinde söğürmeyi bir başka türlü severdi ve rast geldiğinde de “bayram” ederdi.

Bir gün yine amcalar, yeğenler, yengeler, herkes Hacı Amcalar’da Yemekte de kardeşimin “sevgilisi” söğürme var!

Kilolarca patlıcan önce çocuklarla fırına gönderilmiş; gelince de kadınlar kabuklarını soyup tokmakla ezmiş; içine birkaç diş sarımsak ezip katmışlar birkaç çimdik de tuz ekmişler. Söğürme tabaklara serilmiş, üstüne konacak kavrulmuş kuzu kıymasını bekliyor ki kızdırılmış sadeyağ gezdirilecek.

O gün söğürme tabaklara konuldu sofraya dizildi. Ancak Bibi’min aklına yemeğe gelemeyen bir kardeşi düştü! Hiç kardeşsiz yemek boğazından geçer mi? Döndü kardeşime, “Hadi kurban, bir tabak da amcana götür gel” dedi.

Yer sofrasına oturuldu; erkekler başköşede sonra kadınlar, çocuklar da araya sıkışmış kimi analarının dizi dibinde kimi de ben gibi başının çaresine bakıyor.

Söğürmeyi büyük bakır sahanlara koymuşlar ki her biri üç dört kişinin hakkı! Bostanalar da derin çukur kaplarda sahanların arasında. Sofraya belli aralıklarla yuha ekmekler atılmış, bardak bardak ayran, su doldurulmuş; bir de yeşil acı isot var istemediğin kadar! Oturuldu yemeğe ki söğürme kapanın elinde kalıyor!

Büyük bir iştahla yemek yenildi, bitti. Sofra toparlandı. Erkekler şekerleme için bir kenara çekilmeye hazırlanırken kardeşim göründü aşağı kapıda, belli ki soluk soluğa gidip gelmiş. Merdivenleri tırmandı, odaya girdi ki söğürmenin, en sevdiği yemeğin yerinde yeller esiyor; bir kenara çöktü ağladı, hayatı boyunca da bunu unutmadı. Kardeşim bir de babamızın bizi cezalandırmak için evden kovmalarını unutmadı.

Her kovulduğumuzda annemin mezarına gidip kendisini ‘’görsün’’ diye ayakucunda ağlardı; kardeşim çok ağlardı.

Bir gün bizimki eve gitmiş… Koşa koşa geldi; “Abe, mutfakta fındık, fıstık ve meyve vardı; valla hiçbirine dokunmadım! Babam beni mutfakta görünce avuç avuç verdi!” dedi.

Babamız yalnızlığa alışık değildi, bir de “Çocuklar ortalıkta fazla sürünmesinler” denilince, annemin ölümünden altı ay sonra uygun bir kısmet arandı ve bulundu. Bir akşam eve gitmemiz istenmedi, sabahına çağrıldık; sabahlığı içinde bir kadın! Esmer uzun boylu, kara kaşlı kara gözlü. 

Babam gençliğinde Urfa’da kuş beslermiş, evlendi Nizip’te de besledi yeni evimizde de besledi. Her eve onlarla gidiyoruz. Kuşlar onun özgürlüğü, uçunca kafeslerden kurtarıyorlar onu.

Bu kuşların Urfa’daki adı “Yapşan”; ayakları "tumanlı" ve takla atıyor! Bizde “Siyah Yapşan” da var, “Gök Yapşan” da “Beyaz Yapşan” da… Babam en çok “Miski”leri, “Kula”ları, “Kürenk” ve “Musullu”ları seviyor ama kuşlar öylesine pahalı ki her halde maaşının yüklü bir kısmı onlara gidiyordu ama söz konusu onlar oldu mu akan sular dururdu!

Terasımız kuşlar için çok uygun. Duvarlarının yüksekliği yüzünden kimseler babamı kuşları uçururken görmüyor; o da kuş uçurmanın, onları gökyüzünde seyretmenin, seyrederken gözden kaybolacak kadar yükseklere çıkmalarının keyfini çıkarıyor. Yoksa, “Yaşını başını almış bir adamın, terasta kuş uçurması ayıp değil mi?” Ayıplayan olursa üvey annem onların söylenmelerini, kuş uçurmanın inceliğini bilmezliklerine verip, “Anam hiç kuş uçuran sağı solu görür mü? Onun gözü kuşlarında!” diye paylıyor.

Kuşlarımız da öyle güzel uçuyor ki Ulucami’nin, Karameydan’ın, Yusufpaşa’nın minareleri arasında… Urfa’nın bulutsuz gökyüzünde gözden kayboluyorlar. Birazdan bir yerlerden takla sesleri gelmeye başlıyor, “Şak şak” diye… Gözünüzle onları yakaladığınızda yavaş yavaş takla ata ata terasa inmeye başlıyorlar. İçlerinden birkaçı terasa iniyor ama bazıları alçalıp alçalıp neredeyse yere konacak haldeyken tekrar takla ata ata yükseliyor gökyüzüne.

“Kuşlarım çok nazarımda! Ayrıca soyları sopları da belli!” İşte bu laflar çok ama çok önemliydi babam için! Kuşlarından söz ederken gözleri parlar, kendinden geçerdi. Babamın kuşları iyiydi hoştu kendisinin de neşesi yerindeydi ama bari bizi rahat bıraksaydı! Yok bırakmazdı. Mutlak ayda bir, terastaki tahtadan kuşların kafesi yıkılacak, yeniden yapılacak! Peki bundan bize ne?

Bizi ilgilendiren tarafı, yıkıma karar verdi mi, ikimizden birini gözüne kestirir, “Bir tarafa kaybolma, yarın bana lazımsın!” derdi. Üstelik bu iş mutlak cumartesi ya da pazar günü olur onun ve bizim tatil günlerimize denk gelir, gün boyu kimi zaman da iki gün sürerdi. Buna da “Tamam” derdik, başka bir şey deme şansımız var ama demiyoruz gibi!

Babama sadece yardım etsek pek sorun etmezdik ama bu işin bir de “tahta, çekiç, kerpeten eğitimi”, çiviyi ona uzatmanın bile bir yolu yordamı vardı! “Çivi ver” deyince öyle pat diye vermeyeceksin. Bir tane alıp, ucundan tutup baş tarafıyla uzatacaksın! Ya çivi düzeltme? Bazen kerpetenle bazen de keserle önce çivileri tahtalardan çıkaracaksın ama mümkün olduğu kadar düzgün yoksa eğri büğrü olanları çekiçle yerde düzeltmek zorunda kalırsın! Düzeltmeye çalışırdık ama ya çekici parmaklarımıza vururduk ya da boynumuzun köküne bir tokat gelirdi, “Elee mi düzeltilir eşşeeekoğlu eşşeeek!” nidasıyla.

Babam bir zaman geldi, memurluğun “tatlı” uyuşukluğunu üstünden attı, cesaretlendi, hayatının en büyük “eylem”ini gerçekleştirdi ve banka kredisiyle Karakoyun Deresi’nin kenarında yepyeni bir apartman dairesi aldı, üvey annemin de “uğurlu” geldiğine inandı!

Baharda taşındık. Evimiz apartmanın yedinci katında; dört odası var iki de geniş balkonu. Balkondan, Bediüzaman Mezarlığı görünüyor! Balkona her çıktığımda annem bana bakıyor ben Annem’e! İstanbul’da Karacaahmet’e bakıp oraya gideceği korkusuyla, Urfa’da Bediüzaman Mezarlığı’nda yatıyor gerçeğiyle yaşadım. Şimdilerde mezarına, Urfa’ya gidiyorum bazen üç bazen beş yılda. ‘’Ayak ucumda durursanız sizi görürüm’’ demişti. ‘’Çok görsün’’ diye çok duruyorum ayakucunda, otlarını yolup göğsünü okşuyorum; Mezar taşlarını onartıp, silikleşmiş yazılarını yeniliyorum: Mustafa Zeliha kızı Cemile Yaman Doğumu 1924 ölümü 1968  

Evin babama göre en önemli özelliği kapıdan çıkıyorsun önünde bir daire büyüklüğünde teras var! Bütün Urfa ayağının altında. Babam daha taşınmadan kuşları için terasta betondan bir oda yaptırdı, biz de çekiç, çivi, keser, kerpeten eğitiminden temelli kurtulduk!

Yaşamımız ev ile değişti. Eski arkadaşlar eski mahallede kaldı. Yeni mahallede yeni arkadaşlar edindik. Karakoyun Deresi kenarında neredeyse bir futbol sahası kadar büyük bir arsa vardı, top sahamız oldu. Evde kardeşimle bana büyük bir oda verildi, pencereden bütün Urfa bir de okulumuz görünüyor.

Evin en büyük lüksü bize göre hemen yanı başımızdaki iki yazlık sinema bir de top sahasıydı. Balkona ya da terasa çıkınca sinemaların locasında oturur gibi oturur, sahaya inince de kendimizi gerçek bir top sahasında sanırdık.

Bir hafta boyunca her akşam iki Türk filmi oynardı sinemalarımızda; etti mi sana dört film! Emel Sayın filmlerde sürekli şarkı söyler, Tarık Akan onun sevgilisi; Cüneyt Arkın, Malkoçoğlu rolünde akın üzerine akın tazelerdi “gavur” ellerine; Yılmaz Güney kabadayı olur, sağa sola ateş eder filmin sonunda ölürdü; Türkan Şoray ise filmlerden öyle güzel bakardı ki!

Yalnız balkonumuz her akşam tıklım tıklım olur, akrabadan konu komşudan geçilmezdi. Çay kahve yapmaktan, su taşımaktan bitap düşerdik bütün gece. Bazen de gecenin bir vakti misafirlerimizin içi ezilir; üvey annem ya yağlı kifte yapardı çarçabuk ya da çayın yanına Urfallılar’ın tuzlusu külünçe çıkarırdı!

Bazı geceler sinemalarda halk müziği konserleri olurdu. Sinemada artık adım atacak yer kalmaz, duvarlar serbest olurdu, herkes üstünde! Sahneye önce uvertürler çıkardı sonra assolistler. İbrahim Tatlıses diye bir genç vardı biz yaşlarda, onu dinlerken bütün sinema, “Hee baboo ağzıya sağlık” sesleri alkışlarla yıkılırdı!

Top sahamız Karakoyun Deresi yanında ya her gün topla cebelleşirdik! İlk yaptığımız maçlarda top sürekli dereye kaçardı birimiz dereye inip çamura bulanmış topu yukarıya çıkarırdık.

Urfalıların ‘’Geldi’’, ‘’geliyor’’ dediği dere, yüzyıllarca öyle bir gelmiş ki bir gece beş bin kişiyi alıp götürmüş. Bugün Harrahman ve Anzılha denilen göllerin kenarlarında sarayı bulunan Kralımız Büyük Abgar, hışmından Kaleye sığınmış, canını zor kurtarmış.

Asıl adı Daysan Deresi olan Karakoyun Deresi bir keresinde yine öyle bir gelmiş kin canlar mallar alıp götürmüş. Bizans İmparatoru Jüstiyanus ıslah etmeye İstanbul’dan kalkıp gelmiş, çevresinde yapılaşmayı yasaklamış. Biz şimdi Karakoyun Deresi’nin kenarında top oynuyorduk. Kralımız duysa kim bilir bize ne kızardı? Belki de kızmazdı çünkü kardeşim orada “futbolcu” oldu. Futbola hep benden daha yatkındı; o günler boy da attı, artık ona her fırsatta “zart zurt” edemiyordum. Ben de “Bari başka türlü terbiye edeyim” deyip temmuz sıcağında, derenin kenarındaki top sahamıza indiriyordum ki, “Antrenman yapsın, sol ayağını çalıştırsın.” Sonunda çalışmanın faydasını gördü her geçen gün topa daha güzel vurmaya başladı bir de “sol ayak” kazandı.

Büyük sahalarda iddialı maçlar yaptık takım için mahalleden yeni arkadaşlar bulduk. Hepsi de iyi futbolcular. İçlerinde en kötüsü benim ama başlarından atamadıklarından beni kaleye koyuyorlar. Bazen günümde oluyorum kaleden çıkıp ileri uçta oynuyorum. Oynamak dedimse gidip bekliyorum öylece, top ayağıma denk gelirse gol atıyorum. Kardeşimse her geçen gün daha iyi futbolcu oldu ve gün geldi Urfaspor Genç Takımı’nın seçmelerini kazanıp takıma girdi sonrasında da A takımına sonra Konya sonra İstanbul Tophane Tayfur ve Beşiktaş!

Yeni arkadaşlarımız Hallo, Ahmo ve Naco. Hallo bağlama çalıyor müthiş, Ahmo top oynuyor müthiş, Naco ise elini kulağına götürüp de hoyrata başlayınca yedi mahalle başımıza toplanıyor.

Daha içkiyi bilmiyoruz ama hevesleniyoruz da! Birinin evi boşaldı mı, “Hadi içelim bu akşam!” diyoruz. Hallo et sote yapıyor ana yemek, mezemiz cacık, domates, hıyar, bir de pendir!

Bir şişe şarap alıp beş kişi paylaşıyoruz; baktık yetmedi bir şişe daha... Kimimiz hemen kafayı bulup olduğu yere yığılıyor kimimiz sağı solu toparlıyordu ‘’Yakalanmayalım’’ diye.

Arkadaşlarımızla Urfa’yı dolanıp duruyoruz ama en çok, askeri kantinin duvarında oturmayı seviyoruz. Bütün zamanımız orada geçiyor. Babam oturuşumuzu, abdesthane ibriklerinin dizilişine benzetiyor. Ancak duvarımız öyle stratejik bir yerde ki! Urfa’nın işgalinde, Fransızlar’ın karargah olarak kullandığı, her tarafı mermilerle delik deşik edilmiş iki adım önümüzdeki tarihi binadan gözler gibi kim geliyor kim gidiyor biliyoruz. En çok da ‘’Kırkmendil’in önümüzden geçişini seviyoruz. Urfalılar ona bu adı, her gün yeni bir şey giydiği, üstelik rengarenk giyindiği için takmışlar. Onu her gördüğümüzde, hemşerilerimizin lakap uydurmadaki başarılarına şapka çıkarıyoruz. Ancak ya boynuna bağladığı eşarba bir şey diyoruz kendi aramızda fısır fısır ya da eteğinin rengine bir kusur buluyoruz. Zaten bizim dengimiz değil ablamız sayılır kim bilir belki de teyzemiz!

Diğer kızların ise kimisi bir arkadaşımızın yakını, bir başkası mahallemizin kızı bir başkası bize yüz vermiyor. Zaten içimizdeki en yakışıklılar, eli yüzü düzgünler ağzı laf yapanlar boş durmuyor, arayışları var! Hele ki kardeşim, Hallo ve Naco söz konusu olunca...

“Bir şey çevirdikleri belli ama ne?” Anlamak mümkün değil! Kendi aralarında fısıldaşıp, uzun süreli ortadan kayboluyorlar ve bir gün geliyor ki çevirdikleri dolaplar bana kadar ulaşıyor, yardıma ihtiyaçları var!

“Bize bir boş ev lazım!”

“Ne yapacaksınız evi?”

“Parti vereceğiz!”

“Parti ne demek?”

“Kız arkadaşlar geliyor, dans ediyorsun!”

“Kız arkadaş ne demek?”

“Sevgili!”

“Sizin sevgiliniz mi oldu?”

“Evet yeni oldu!”

“Benim niye haberim yok?”

“………………”

“Bana da kız ayarlarsanız olur!”

Anlaşıyoruz. Ancak önce boş bir ev ayarlamak lazım, bu “umut” tartışılıyor sonra da gerçekleşme olasılığı en yüksek ev, içten ve dıştan gözetim altında tutuluyor. Ardında da sıra malzemelere geliyor.

 “Pikap ve plak bulmak şart.”

“Niye?”

“Yoksa dans edilmez, edilmezse de kızlara yaklaşılmaz.”

“………………”

Bu görevi yerine getirebilecek kişi belirleniyor ve pikabın getirilmesi, başına bir kaza gelmeden kullanılması ve sonunda sahibine götürülüp iade edilmesi görevi, ona veriliyor. Sonra istihbarat faaliyeti başlıyor ki buna herkes katılıyor.

“Analığım belki bu hafta anasına gider. Giderse akşama zor döner. O zaman bizde yaparız partiyi!”

“Dur bakalım belki ablam kabul gününe gider. Evi ayarlarım ama en çok eniştemden korkuyorum bazı günler eve erken geliyor.”

“Oğlum kızlara erkenden haber vermek lazım. Evden nasıl çıkacaklar? Anaları babaları yok mu?”

“Ulan ne anası babası ne karıştırıyorsun onları! Sen evi ayarla, gerisini biz hallederiz.”

Birkaç kez, ayarlanan evlerde parti yapıldı ama benim için ne gelen vardı ne giden? Ben de parti düzenlemelerine olan yardımımı ya kestim ya da işi ağırdan almaya başladım. Sonunda bir gün “müjde” verildi, bana da bir kız bulunmuş! Ancak bir şartla, kız gelecek beni partide görecek, eğer beğenirse sonrası için haber verecek!

Kız geldi. Biraz ufak tefek ama olsun. Ben onu beğendim! O beni beğenecek mi? “Onu da haftaya göreceğiz” diye düşünüp beklemeye başladım. Yalnız arkadaşlarım, “İyi de hafta dedikse hemen haftaya değil. Nerde öyle hemen kolay ev ayarlamak!” diye de bizimkiler yüreğime not düştü!

Sonunda bir hafta dediğimiz süre bir aya çıktı ve benim de bir kız arkadaşım oldu. Gerçi dans etmeye çalışırken el kol, boy pos ayarlaması konusunda biraz zorlanıyorum ama hiç olmazsa ayağına basmıyorum. Bizim “ayılar” doğru düzgün dans etmesini bile bilmiyorlar! Zaten dertleri de dans etmek değil!

Sabahları okul için çocuklar zor kalkar biz ise yataktan sürünerek kalkardık. Hatta yatağın keyfini biraz abartır, penceremizden kapısı görünen okula son giren öğrenciler olurduk.

O yıl kardeşim orta okulun ikisine ben üçüne başladım. Başladım ama ne başlamak! İlk gün teneffüse çıktık. Orta katta sınıfım... Tam merdivenlerin başına geldim ki üst kattan bir kız iniyor, etrafı da bir sürü kızla çevrilmiş. Çevrilmiş ne demek halelenmiş! Kız bir yandan konuşuyor bir yandan öyle güzel gülüyor öyle güzel gülüyor, gülümsüyor ki “sankim melek!”

Bizimkilere benzemiyor farklı; belli ki Urfa’ya bir yerlerden gelmiş. Bir kere dal gibi ince, bizimkiler etli butlu olur, eli ayağı beyaz bunun, bizimkiler esmer ev ekmeği gibidir; gözleri yeşil bu kızın, “Anzılha’nın suları gibi”, bizimkilerin gözleri zeytun habbesi gibi olur ya ufak ya büyük ya kahverengi ya da kara!

Çarpıldım! Kız anında “cigerim” oldu! Bu arada okulda bu “ciger” muhabbeti çok yaygın olduğundan hatta bazı arkadaşlarımız öylesine uzaktan uzaktan herkesi “ciger” niyetine sevdiklerinden, haplarını atıp kafayı bulduklarından, göğüslerini jiletle parçaladıklarından ve bunu bir “övünç” meselesi yaptıklarından, sonunda benim de bir “ciger”imin olmasından sonsuz mutluluk duydum ama kimselere söylemedim, kendime sakladım.

O gün derslerin sonunu, her teneffüste onu görmeme rağmen zar zor getirdim. Zil çalınca okulun kapısına koştum, bekledim. Çıktı, karşı caddeye geçti, sola döndü birkaç adımdan sonra da sağa…  Karakoyun Deresi’nin üstündeki tarihi köprüye doğru ağır ağır tek başına yürüdü ve bizim mahalleye yöneldi. O an mahalle değil sanki bütün Urfa benim oldu.

Kız köprünün sonunda askeri kantine uğradı, ben de fırsattan istifade gelip her zaman oturduğumuz duvarımıza yığıldım. Bir daha da yerimden kalkamadım. Çıktı sonunda kantinden, yürümeye başladı dosdoğru evine, arkasında da nerdeyse okulun bütün erkekleri… Yürüdü yürüdü tam gözden kaybolacakken bir apartmandan içeriye girdi, duvarın üstünden kalkmazsam tam karşımdaki apartman, ufuk çizgim oldu.

Artık boş zamanlarda da dolu zamanlarda da hep duvarın üstündeyim. Oturuyordum ama kalkamıyordum yerimden. Bazen de evimizin terasından kuşbakışı geçeceği yolu gözetliyordum. Şansım yaver giderse birden yolda beliriveriyor ya kantine gidip hemen geri dönüyor ya da kim bilir nereye?

Benim için danslı partiler, kız arkadaş dönemi bitti. Kendimi eve kapayıp, düş kurdum, şiirler yazdım.

Aşıktım! Hem de deliler gibi... Lakin aşkın tadını çıkaramıyordum ki! Evdeki duygusal ve de melankolik saatlerim fazla uzun sürmüyordu. Nedeni de Urfalılar’ın fırında yemek pişirtmek ve fırından ekmek almak sevdası!

Üvey annem kız kardeşimi alıp öğlenden sonraları, “kabul günleri”ne ya da konu komşuya giderdi. Dönünce de çoğunlukla yemek yapmaya vakti olmadığından hemen önüne bir tepsi çeker, patlıcanları yığar tezgaha ve başlardı üç parmak kalınlığında doğramaya sonra da yarım kiloluk kuzu kıymasından ceviz büyüklüğünde parçalar koparır, bir patlıcan bir et dizerdi tepsiye…

Dıştan başladığı dizme işi sonunda tepsinin ortasında sonlanır ve odamın kapısını vurup, “Tepsi kebabı hazırladım hadi fırına götür, akşam da alırsan yeriz lee!” derdi ardından da eklerdi, “Evde heç ekmek kalmamış dört tene de açık ekmek al!” Bu laflar benim deliye dönmem için yeterdi de artardı bile.

Evdeki tek erkek bendim her zaman, bizimki kim bilir hangi sahada top peşinde olurdu o saatlerde! Yapacak bir şey yok, “Hayır!” desem, akşama babam bunun hesabını sormayacak mı, “Tepsi niye fırına götürülmedi? Evde tezze ekmek niye yok?” demeyecek mi? Çaresiz, “Peki!” derdim.

Evden çıkar tarihi binanın delik deşik olmuş duvarının dibinden yokuşu tırmanırdım. Tam binayı dönecekken en korktuğum yere geldiğimi anımsayıp başlardım dua etmeye, “Allah’ım ne olur Allahım; güzel Allahım balkonda olmasın, ne olur olmasın!”

Aşacağım sokak o kadar uzundu ki, korkudan rengim atar, her yanımı ter basardı. Kafam, tepsi kebabının sarıldığı gazete kağıtlarına gömülü, neredeyse koşar adımlarla hızla sokağı geçip fırına doğru sola dönerdim; dönerken de kafamı kaldırmadan göz ucuyla “cigerim”in balkonlarına bir göz atardım, ki orada yoksa dünyalar benim olurdu!

Fırında bir tehlike yok çünkü onlar yabancı; bizim gibi sabah akşam tepsi kebabı, ölü balcan, çömlek, kıymalı, pendirli ekmek yemiyorlar ki! Yemeyince pişirtmiyorlar ki karşılaşalım! Her sabah fırından dırnaklı (tırnakla şekil verilen ekmek ya da küncülü ekmek (susamlı); her öğlen ve de akşam, yemeğine göre ya açık ya da dırnaklı ekmek almıyorlar ki onlar “somun ekmek” yiyor, karşılaşmamız imkansız!

‘’Cigerim’e aşıktım. Ortanca amcamdan sonra ailede, ikinci ‘’en büyük’’ aşkı şimdi ben yaşıyordum. Ya sonum onunkine benzerse?

Amcam, 40’larda yakışıklı bir Urfa delikanlısıymış. Kendi halinde sessiz sedasız biriymiş.  Hiç arkadaşı yokmuş! Bütün eğlencesi hafta sonunda Anzılha’ya gidip çay içerek etrafı seyretmek, akşam üzeri de Harrahman’da bekçilerden gizli yüzmekmiş. İyi yüzücüymüş amcam. Hani demiştik ya “biraz inatmış!” Allah vere bir şeye, “Evet” ya da “Hayır!” desin bir daha geri dönmezmiş sözünden; bu yüzden babamdan sık sık dayak yediğini de belirtmiştik ama nafile kalmış bu çabalar, “kusur” kalmış üstünde, hiç vazgeçmemiş inadından!

Amcam dedemin yanında erken yaşta çırak olarak çalışmaya başladığından ve neredeyse bütün işleri olağanüstü bir çabayla ve çabuk yaptığından, dükkanın demirbaşıymış. Okula göndermemişler ncak amcam okulu severmiş. 

Öğlenden sonraları dükkandaki işini erken bitirir, üstünü başını silkeler, bir koşu Gümrük Hanı’na gider, hanın ortasından akan Harrahman suyunda elini yüzünü yıkar, saçlarını da kemik tarağıyla horozlu aynasına bakıp taradı mı soluğu hemen dükkanlarının yanındaki Mithatpaşa Mektebi’nde alırmış.

Amcam okula, Sara’yı görmeye gidermiş. Okul önünde öğrencilerin gün sonu telaşını izler, kuşlar gibi cıvıldaşan kendi yaşıtlarına gıpta ile bakarmış ama onun aklı fikri Sara’daymış. Sara kapıda göründü mü onu bir telaş alır, yüzü utançtan kıpkırmızı kesilirmiş. Derken Sara arkadaşlarıyla vedalaşır evine giden yola sapar, amcam da Sara’yı usulca Çakeri Mahallesi’ne kadar takip eder, kapılarından geri dönermiş.

Sara bir Yahudi kızıymış, beyaz tenli, kumral, yeşil gözlü. Sara çok güzel bir kızmış çok! Onun için okul önünde kavgalar çıkar sopalar çıkarılır, bazen de bıçaklar çekilir, gençler birbirlerine girermiş! Sara bütün bu olup bitenlere aldırmaz, evinden okula nasıl sessiz sedasız gelir öyle geri dönermiş. Sara, amcamın kendisini usulca takip ettiğini bilir, diğerlerinin şamatasına ise gülüp geçermiş.

Sara’nın ailesi ve akrabaları Urfa’nın hatırı sayılır zenginlerindenmiş. Kentin hem ticaret hayatında hem de nüfus yoğunluğu içinde yüzyıllardır önemli bir yere sahip olan Yahudiler, 40’lı yılların sonuna gelindiğinde ticaret yaşamında yine etkinmiş. O zamanki cemaatleri de 40, 50 aileye yakınmış.

Sayıları her geçen gün azalan bu Yahudi ailelerinden birinin büyük kızı olan Sara’nın, üç de erkek kardeşi varmış. Sara okul dönüşünde daha önlüğünü çıkarmaya fırsat bulamadan küçük kardeşleri tarafından kendileriyle oynasın diye eteğinden çekiştirilir, o da onları kıramaz, oyunlarına katılırmış. Onlarla çelik çomak, kör ebe ya da saklambaç oynar bazen de o güne kadar kentte “eşi menendi görülmemiş” bir şey olan Urfalılar’ın bazen “cansız at” bazen de “velespit” dedikleri bisiklete binmelerine yardımcı olurmuş.

47 yılında ocağın son günü, Urfa’da yüzlerce yıldır süren Müslüman-Yahudi birlikteliği bir katliamla son bulmuş. Çakeri Mahallesi’nde Yahudiler’in oturduğu bir evde, 65 yaşındaki Semha ile 17 yaşındaki Yakov, 42 yaşındaki İshak ile 40 yaşında, 6 aylık hamile karısı Mazel, 15 yaşındaki Yosef, 8 yaşındaki Ester ve 6 yaşındaki Raşel gözleri oyularak, parmakları kesilerek öldürülmüş.

Bu katliam sonrası Urfa’da sosyal yaşam alt üst olmuş. O günden sonra Yahudiler evlerine çekilmiş, dükkanlarını açmamış, işe gitmemiş. Aylarca katliamın, kimlerce ve niçin yapıldığı konuşulmuş. Bir sürü laf üretilmiş, dillendirilmiş.

Müslümanlara göre Yahudiler’den biri Müslüman olmuş bunun üzerine Yahudiler kutsal kitaplarının emrettiği gibi dininden dönenin ailesini katletmiş Yahudiler’e göre ise Müslümanlar’ın işiymiş!

Kentte süren adli soruşturma sonucu, Urfalı Yahudiler’in önde gelenleri başta olmak üzere bir sürü insan gözaltına alınmış, ardından da tutuklanmış. Adli süreç aylarca sürmüş; tutuklular ve davaları Malatya’ya nakledilmiş.

Olanlar olmuş bir kez ve Urfa’da çeşitli zamanlarda çeşitli “badireler” atlatan, 2. Dünya Savaşı’ndan kurtulan Yahudiler, Urfa’yı terk etmeye karar vermiş. Ailelerin çoğu yeni kurulan İsrail’e göç etmiş bir kısmı da İstanbul, İzmir gibi büyük kentlere dağılmış.

Amcam Sara’nın ardından deliye dönmüş! Artık okulların yanından bile geçemiyor, Çakeri adını bile duymak istemiyormuş, yalnız arada bir “Sara!” dediği işitilmiş, bir de nenemden o çok sevdiği Yahudi kiftesini yeniden yeniden yapmasını ister olmuş!

O günden o uğursuz geceden sonra amcam bir daha hiç düzelmemiş gittikçe daha da içine kapanmış, zaten pek konuşmazmış şimdi hiç ağzını açmaz olmuş. Bizimkiler çareyi amcamı askere göndermekte bulmuş, “Gelince de nasıl olsa evlendirir baş göz ederiz” diye düşünmüşler. Öyle de olmuş!

Amcam Sara’yı bir daha hiç görmedi. Evlendi, çocukları oldu ve gün geldi ilk kalp krizinde hayatını kaybetti. Bense İstanbul’da bir tesadüf sonucu Sara’nın hayatta kalmış akrabalarının evinde on yıllardan beri saklanan kabak oyacağı ile oyulmuş dolmalar yedim, Urfa mutfağının tatlarını taşıyan yemekler tattım. Evin en yaşlısına o günlerin Urfası’nı anlatmasını istediğimde söze, “Evimiz hestexananın yanındaydı” diye başladı.

 “Yahudi kiftesi et suyuyla Yapılsa daha Hoştur!”

Yahudi kiftesi yapmayı Nenem’den sonra bibim sürdürdü; ancak her zaman değil! İsteyen olursa! O isteyen de her zaman ben oldum.

Bir Yahudi yemeği ama Urfalı Yahudilerin! Hemşerilerimden şimdiye bir tek bu yemek kalmış.

Yahudi kiftesi müthiş lezzetlidir tıpkı diğer Urfa yemekleri gibi… Ana malzemesi tabii ki bulgur ama bulgur birbirini tutsun kifte “perk(kuvvetli) olsun” diye çiriş (yarmanın çekilmiş hali) ana malzeme hatta olmazsa olmazı.

Bibimle bir araya geldiğimizde bazen ben istemeden Yahudi kiftesi hazırlığının yapıldığını görürüm. Çünkü çiriş suya yatırılmıştır, “Dıbıklansın” diye. Yani helmelensin, çözülsün tutkal gibi olsun ki Yahudi kiftesinin kiftesi yoğrula.

Kiftenin önce içi hazırlanıyor: Kuzu kıyması, kuru soğan, kuru isot, karabiber, tarçın, maydanoz ve tuz.

Sıra kiftenin yoğrulmasında: 2 pay çirişse bir pay bulgur, hadi bilemedin 1.5 pay; az kuru isot “renk versin” diye, karabiber, tarçın ve tuz. 

Harç karıştırılıyor ve bir kenarda bekletiliyor; kifte yoğrulunca ceviz büyüklüğünde parçalar koparılıp el ayasında açılıp içine iç malzemeden bir miktar ekleniyor, bir büyük zeytin kadar, ardından bir uç diğer ucun üstüne kapatılıyor D harfi gibi. Yahudi kiftesi salçalı suda haşlanıyor ama ki bibim diyor ki, “Et suyu olsa hatta az biraz içinde nohut olsa, daha hoştur.”  Kifteleri suyun içinde epeyce fokurdatmak gerekiyor pişmesi, suyun üstüne çıkmalarından belli oluyor.

Yahudi kiftesini yoğurt/sarımsak dökerek yiyen varmış ama bizim ailede buna rastlamadım.

Her olağanüstü durumda sınıfta kalıyorum ya yine kaldım ve ‘’cigerim’’ ve kardeşim gelip beni yakaladı, babam da benden umudu kesti… Lise de evden epey uzaklara taşındı. Okula ayaklarımı sürüye sürüye gidip gelir oldum!

Okul yeni ve güzel. Benim akıl ise bir gidip bir geliyor. Her şeye karşı çıkıp tersleniyor önüme gelenle kavga ediyorum. Sınıfta dalaşmadığım kimse kalmadı, sonunda Kürt bir çocuğu kızdırıp çocuğun “dört yüz dört” diyememesiyle alay edip yüzüne karşı “dürt yüz dürt” dedim dayağı yedim. İki kolumdan tuttuğu gibi kaldırıp kara tahtaya çarptı. Yerden kalkınca sol elimle bir yumruk salladım, çocuk yerine cama rast geldi! Üç dikiş atıldı, babam ses etmedi!

Aradan bir hafta geçti sınıfta yine bir çocuğa bulaştım! “Dışarıda görüşürüz!” dedi, aldırmadım. Birkaç ders sonrasında da unuttum gitti. Dersler bitti dışarıya çıktık. Arkadaşlarla bir yandan yürüyor bir yandan laflıyoruz. Dalmışım, kim bilir nerelere! Omuzuma bir el dokundu, döndüm. Suratımda bir yumruk patladı; Tomiks’teki Teksas’taki yıldızları hayal sanırdım gerçek oldu; daireler içinde yıldızlar uçuştu uçuştu kendime geldiğimde sedyesindeydim. Babama, “Çene kırık!” dedi doktor ve ekledi, “Hemen Ankara’ya, Gülhane’ye gitmesi lazım.” 

Akşam otobüse bindik; Ankara on yedi on sekiz saat, git git bitmez; bittiğinde de yarı baygın indim gara... Gülhane’de “tabip yüzbaşı” oturttu beni bir koltuğa, erler elimi kolumu bağladı. Yüzbaşının elinde çelik teller, başladı telleri bir diş kökümden geçirip öbüründen çıkarmaya. Her dişi tek tek tellerle sardı, uçlarını birbirine düğümledi, yukarıya kaldırdı. Üst çenem bitti. Alt çenemden başladı, sıra kırığa geldi eh biraz ‘’fazlaca’’ ağrıdı ve sonunda alt ve üst çenemdeki dişleri lastiklerle birbirine raptetti ardından, “Aferin sana! Bu masadan bayılmadan kalkan asker olmadı” diye de ekledi. Sonradan öğrendim ki askerlerin çenelerinde benim gibi yumruk değil dipçik patlarmış!

Ne ise akşamında Urfa’ya döndük. Raporum okula verildi bir süre izinli sayıldım. Çenem bir buçuk ay bağlı kaldı. Bir cam boru aldım eczaneden; bisküviyi ezip sütle karıştırdım, sütü boru yardımıyla içtim! arada da sulu yemeklerin suyundan verdiler taze fasulyeden, bakladan. Zaten Urfa’da kaç tane sulu yemek var ki?

Bir deri bir kemik kalmışken yeniden Ankara’nın yolu göründü. Cebime babam, amcalarım, harçlık koydu ki iyi paraydı. Tek başıma otobüse binip Ankara Gülhane’ye gittim çelik dikişlerimi aldırdım! Aldırdım da çenem bir parmak kalınlığında açılıyor. “Kireçlenme var” dedi tabip yüzbaşı, egzersiz verdi.

Akrabaların evine koşup, o günün kısmeti et köftesini, ufalayıp ufalayıp dişlerimin arasından ağzıma tıktım! Küçülen midemin nefsini körelttikten sonra başladım çene egzersizine: Aç kapa aç kapa!

Birkaç gün geçti geçmedi sonunda bitim kanlandı, Ankara’yı gezmeye çıktım, param da var. Ankara’nın neresi gezilir? Bir yerini biliyordum oraya gittim: Gençlik Parkı’na…

Gölün kıyısına oturup yeşil sularına baktım, susuz fıskiyeyi seyrettim, ağaçların altında dolaştım gele gele lunaparka geldim. Öğlen vakti, ortalıkta kimseler yok. Ancak biraz ileride bir masa var, etrafında birkaç adam… Yanaştım. 

 Masanın üstünde çivilerle ayrılmış rengarenk bir daire var, adamın biri ha bire döndürüyor. Masanın kenarda da lastikten bir ucu sivri bir işaret var. Adam döndürüyor daireyi, yuvarlak dönüyor dönüyor sonra lastik işaret bir numarada duruyor. Yan masada da ortadaki yuvarlakta olan numaralar ve renkler var. Parayı koyuyorsun o renklere, senin rengin gelince kazanıyorsun!

Biraz seyrettim baktım para koyan adamlar ha bire kazanıyor, ben de para koydum, kazandım! Bir daha koydum, yine kazandım. Sonra biraz kaybettim, yine kazandım. Daireyi döndüren adam “Bu sefer bir basan, iki misli alacak” dedi, bahisleri yükseltti. Yine para koydum, kazandım. Hırslandım, biraz daha fazla para koydum, bu kez kaybettim. Adam yine bahisleri yükseltti, son paramı koydum tahtaya ve tabii kaybettim!

Bütün param gitmiş harçlığım bitmişti! Başladım ağlamaya; adamlara yalvardım, “durumumu” anlattım, bir daha anlattım bir daha yalvardım, bir daha ağladım sonunda acıyıp halime kaybettiklerimin bir kısmını geri verdiler. Bir ay kalacağım Ankara’dan on günde döndüm.

Bu arada çenemi kıran ceza aldı bir süre sonra da cezaevinde öldürdüler.

“Artık büyüdüm!” kararını verdiğimde, birinci sınıfı tekrarlayıp, son “çift dikiş”i ince ince teyelliyordum yine… Birden bir “ağırlık” kendiliğinden gelip üstüme yapıştı! Artık kimseyle kavga etmiyordum! Daha çok dinleyip daha az itiraz ediyordum daha çok sevip daha az nefret ediyordum ve daha çok düşünüyordum; büyüdüğümü böyle karar verdim.

Sınıf kalabalıktı. “Kıdemliyim” ama gönlümce oturacağım doğru dürüst bir sıra yoktu; ben de gittim okul demirbaşı olan bir sandalye buldum deri kaplı; getirdim en arka sıraların arasına koydum. Bir iki gün oturdum, ardından sınıftakiler söylenir oldu. Fazla “imtiyazlı” olmuştum! Sınıf hocamız edebiyatçı İzzet Hoca “Profesör’ün sandalyesi yerinde duracak kimse dokunmayacak” dedi ondan sonra rahat ettim.

Dersler iyi, en çok edebiyatı seviyorum; İzzet Hoca’nın her söylediği her örneklediği veciz laf kulağımda yer ediyor. “İnsanın bir dostu az, iki dostu fazladır” diyor ki, “Çok doğru” diyorum içimden. Kompozisyon sınavlarından sürekli on üzerinden “on” alıyorum. Hoca sınıfta “En güzel kağıt” diye okuyor yazdıklarımı… Okulda sınıflar arası münazaralar yapılıyor kimi zaman “Kalem kılıçtan keskindir!” tarafında olup kalemi kimi zaman da “Kılıç kalemi keser!” olup kılıcı savunuyorum. Hep kazanıyoruz!

Boş zamanlarımın büyük kısmını halk kütüphanesinde geçiriyorum… Zola’nın Nanası’yla, Tolstoy’un Anna Karaninası’yla orada tanışıyorum, bazen de eve Jack London’ın Vahşetin Çağrısı’yla geliyorum ki keyfime diyecek yok!  

Eski evimizde otururken bizden büyük bir ağabeyimiz vardı… Ankara’da ODTÜ’de okurdu. Urfa’ya geldiğinde bize sokak arasında ODTÜ’yü; en çok da okulda beyaz bir ata binen; üniversitenin öğrencisi olmamasına rağmen okul içinde elini kolunu sallayarak dolaşan; polisle kavga eden ve bir türlü yakalanamayan ve zapt edilemeyen Deniz Gezmiş diye birinden söz ederdi.

Sözünü ettiği Deniz Gezmiş’i bir süre sonra bütün Türkiye konuşur olmuştu!!Deniz her geçen gün yeni bir “olay”ın içinde, bir gün bir bankanın soyulmasında bir başka gün ise birkaç Amerikalı’nın kaçırılmasında adı geçiyor ama bir türlü yakalanamıyordu; tıpkı ODTÜ’lünün dediği gibi. Hatta Urfa’ya bile geldiğinden söz ediliyor! Okuldaki herkes hayran Deniz’e adı dillerden düşmüyor. Artık bir efsane o! Bir örgütü varmış adı Dev-Genç, katılmak istiyoruz ama nerede olduğunu nasıl katılacağımızı bilmiyoruz. Okul çalkalanıyor heyecandan… Bir de Mahir Çayan diye birinden ve arkadaşlarından söz ediliyor ama onları pek kimse “tutmuyor!”

Babam hiç kaçırmadan öğlen haberlerini dinlerdi şimdi de benim kulağım radyoda. Her gün Denizler’in, Mahirler’in yeni bir eylemini öğreniyorum: Deniz Gezmiş, Ankara’da İşbankası Emek Şubesi’ni soydu. Deniz Gezmiş, Ankara’daki Balgat Amerikan Üssü’nden dört eri kaçırdı. Mahir Çayan ve arkadaşları, İsrail’in İstanbul Başkonsolosu’nu kaçırdı. Çayan cezaevinden kaçtı! Devrimciler sürekli “eylem” yapıyor!

Her radyo dinleyişinde ya da gazete okuduktan sonra “Memleket çok karışık bunun sonu iyi değil” derdi babam ve bir 12 mart günü, “Askerler muhtıra verdik diyorlar ama bunun adı darbe!” deyip, birlikte yaşadığımız ikinci darbeyi de yorumladı. Darbenin üstünden birkaç gün geçmemişti ki Deniz, Gemerek’te yakalandı, benim de keyfim kaçtı; Deniz yakalanamaz sanıyordum!

Birkaç ay sonra hamile olan üvey annem bir kız doğurdu. Kardeşime isim koyma hakkını bana verildi ben de “Deniz!” dedim adına.

Teyzemlerden uzun zaman haber alamadık… Babam bir gün bir mektup getirdi, bankaya gelmiş. Açtık okuduk, iki teyzem kızı, iki de arkadaşları, Urfa’ya bizi görmeye ve gezmeye gelmek istiyor. Hemen cevap yazıldı ki, “Memnuniyetle… Başımız üstüne... Bekliyoruz…”

Geldiler nisan sonuna doğru… Dört kız! Sarıldık kuzenlerle birbirimize hasret giderdik, konuştuk konuştuk… Annemden… Teyzemden…

İstanbul’u anlattılar uzun uzun sonra da “devrim”den söz ettiler, devrimcileri anlattılar ve eklediler, “Artık başka kitaplar da okuman gerek!”

Bir sürü kitap getirmişler, Gorki’nin Ana’sı, Ve Çeliğe Su Verildi, Felsefenin Temel İlkeleri, Nazım Hikmet şiirleri… Bir de yanlarında Fikret Otyam diye bir adamın birkaç kitabı, onu tekrar tekrar okuyorlar. Kitaplar hep Urfa’dan söz ediyor. Şimdiye kadar hiçbirini okumamışım ve kızlar okumadığım şeylerden sormaya başladılar!

“Harran’a nasıl gideriz?”

“Kolay, gideriz…”

“Oradan da Sogmatar’a gider miyiz?”

“Neresi orası ki bilmiyorum!”

“Bak haritada hemen Harran’ın yanında görünüyor!”

“Eee o zaman kolay, Harran’a gitmişken oraya da gideriz.”

“Ya Şuayip şehrine?”

“……………..”

“Ceylanpınar’a ceylanları görmeye de gider miyiz?”

“Yog orası uzak, hem ben hiç gitmedim ki!”

Kızların fotoğraf makineleri var, durmadan fotoğraf çekiyorlar. Saatlerce Urfa’yı geziyoruz, Harran’a, Şuayip şehri’ne, Sogmatar’a gidiyoruz.

Babam gezmelere değil de kızlarla sarmaş dolaş olmamıza fısır fısır konuşmalarımıza bir anlam veremiyor, “Hiç ateşle barut yan yana olur mu?” diyor. “Geri kafalı diyorum” içimden.

Üvey annemse Urfalılar’ın misafir ağırlarken yaptıkları en ağır ve zahmetli yemekleri yapıyor: İçli kifte, boranı, tiritli kifte! Bazen de ağzı açık, ağzı yumuk. Fırına daraklık götürdüğüm de oluyor kıymalı da. Havanın güzel olduğu günlerde de terasa yer sofrası serip yımırtalı kifte yiyoruz Harran’a karşı!

Bir gün misafirler geldiği gibi gitti. Çok şeyler öğrendim onlardan çok şeylere de umutlandım. Seneye görüşmek dileğiyle Sözleştik.

Haziran bitip sınıfı da geçince kardeşimle İstanbul’a gitmek bize “mükafat” oldu. O gezip tozdu bense kızlarla sabah akşam çay bahçelerindeydim, Moda’da, Bomonti’de.

Okuyoruz durmadan okuyoruz… Arada kitaplardan başımı kaldırıp aşağıya denize, Kadınlar Plajı’na bakıyorum göz ucu… Tahtadan kazıkların üstünde bir sürü soyunma kabini var, ortası deniz! Kabinlerin önünde kadınlar, genç kızlar güneşleniyor; arada da denize batıp çıkıp tekrar tahtaların üstüne seriliyorlar. Bazen sandallar yaklaşıyor Kadınlar Plajı’na, bekçiler hemen düdük çalıp gelenleri kovalıyor, ben de kitabıma geri dönüyorum: Diyalektik Materyalizm!

Bazen biz de denize gidiyoruz! Zaten nedir ki Şifa’dan yürü, iki adımda Kurbağalı Dere’desin sonra Kalamış kumsalı ve Todori. Kızların iskelede pancar motor takılı bir küçük bir kayığı var. Pıtır pıtır Fenerbahçe önlerine geliyoruz, askerler kovalamazsa Orduevi’nin önünden yoksa Demiryolları Kampı’nın açığından denize giriyoruz.

Yaz iyice kendini gösteriyor İstanbul’da… Getirdiğim giysiler öyle “pek matah” şeyler değil hem “devrimci kıyafeti” hiç değil! Kapalıçarşı’ya gidiyoruz… Kamyon brandası kalınlığına yakın bir kumaş alıyor kızlar, haki renk, pantolon için… Cepsiz bir pantolonum oluyor sonunda, üstümden hiç çıkarmıyorum! Bir de yeşile boyanmış yakasız fanila giyince iyice devrimcilere benziyorum! Ayaklarıma da Urfa’dan alınmış kırmızı yemeniler giyiyorum.! ‘’Bu pek devrimcilerin giyeceği bir şey değil ya neyse!’’ diyorum içimden

Bazı günler kızlarla akademiye gidiyorum. Onlar koridorlarda kaybolunca beni bir arkadaşlarına emanet ediyorlar: Hasan Abi! Dehşetli bir adam bu “abi!” Kıçında benimkine benzer bir pantolon, sırtında da yine benimkinin eşi bir fanila haki. Belli ki kızların marifeti! Bir de bıyığı var ki “Tam devrimci bıyığı!” benimki onun yanında “pisik teli!”

Konuşkan bir adamdı Hasan Abi, her şeyden söz ederdi kafası estiğinde hele aşktan ve kadınlardan söz edince mest olurdum. Çünkü herkesin bilip de bilmezden geldiğini o bilir, “yok” saymazdı.

Bazen Fındıklı Yokuşu’nda bira içmeye giderdik. Kimi gün sabah sabah kimisinde biraz daha vakitlice! O konuşur ben dinlerdim o konuşur ben dinlerdim, ağzından bal akardı sanki… Sonunda onu dinleye dinleye sabah akşam bira içe içe hayatımın geri kalanında da sürecek “güzel” bir alışkanlık edindim: Bira!

O yıl Urfa’ya mart sanki erken geldi. Gelirken de hiç görmediğim yaşamadığım, kırkikindi yağmurlarını getirdi ki dinmek bilmiyor. Tam adına yakışır gibi kırk gün, ikindide!

Bazı günler Tektek Dağları’ndan geliyor kara bulutlar, bir başka gün Harran Ovası’ndan bir gün de Karacadağ’dan, canı isterse Akabe Boğazı’ndan! Bir anda gökyüzünü bulutlar kaplıyor; sanki aceleleri varmış da bir yerlere yetişecekmişler gibi yüklerini çabucak boşaltıp geldikleri gibi yine koştura koştura gidiyorlar!

“Madem kırkikindiler bu kadar güzel yağıyor, kaldırdıkları toprağın kokusu bu kadar da güzel, bu keyfin keyfini çıkarmak gerek” diyorum ve misafir odasından çalıp da sakladığım Bahar paketinden bir sigara yakıyorum yedinci katta, bulutlara yakın. Dalıp gidiyorum bazen uzaktaki dağlara kimi kez yanı başıma mezarlığa, bazen de aşkıma!

Gök gürledi yağmur yağıyor bir nefes, gök gürlemeye devam ediyor yağmur da kesilmedi hadi bir nefes daha derken sonunda birkaç günde sigara içebilmeyi becerdim!

Bize geceleri dışarı çıkmak yasaktı. Sinemaya, kahveye “öyle olur olmaz yerlere” gidemezdik. “Urfa’da oğlan çocuğu yetiştirmek kız çocuğu yetiştirmekten zordur! Hele bir yaşıyızı başıyızı alın, bilegiyiz zor bükülür olsun o zaman gidersiz!” derdi babam. Ancak artık dışarı çıkma yaşına gelmiş, “Yetişme çağımızı Allaha şükür, kazasız belasız atlatmış şeyimize şey değdirtmemiştik. Ancak babam nereden bilecekti ki “asıl film” şimdi başlıyor, otuz iki kısım tekmili birden.

Küçük kardeşim yani “babamın belalısı”, küçüklüğünde o kadar haylazdı o kadar ele avuca sığmazdı ki ne sille tokat ne hortum ne odun kar eder ne de evin bodrum katına kapamak! Ancak gel gör ki şimdi durulmuştu.

Sabah okuluna gidiyor, öğlenden sonra da antrenmana; sigara içilen kahvelerden uzak duruyor arada bir bilardo ya da masatenisi oynamak için oyun salonlarına gidiyordu, o kadar! Üstelik akşamları evden çıkmıyor, “zararlı” kitaplar okumuyor, erken de yatıyordu. Biraz saçı uzundu, “Ama Allah için iyi giyiniyordu, nerdeyse ben!” diyordu babam.

Gel gelelim o “halim selim, söz dinleyen”, amcalarının sıra gecelerinden, köy gezmelerinden, çarşı pazarda yaptıkları saatler süren politik sohbetlerden eksik olmayan “büyük oğlan” sigara içiyor, durmadan okuyor, “ayağında bir asker postalı, kıçında boktan bir pantolon, sırtında parka, adamdan çok, anarşist”e benziyordu! Babam pek bozuluyordu bu duruma ama ses etmiyordu. 

Gece çıkma huyları edinmiş, ki ona göre “izbe” kimselerin gitmediği bir kahveye dadanmıştım. Üç beş adam birkaç çocuk, bir sobanın etrafında saatlerce ne konuşur ne halt ederlerdi anlamıyordu.

Babamın bozulduğu kahve Hadi’nindi. Hadi, Urfa’nın ilk komünistlerinden! Daha doğrusu o öyle diyordu biz de ses etmiyorduk. Doğruydu sanki, Urfa o zamana kadar nereden komünist görecek?

Kahvede pek kimseler bulunmazdı! Gelen giden toplasan toplasan Cello, Kelo bir de canım Ayubo! Hadi, iyi dama biliyor hatta kendisini yenen yok ama bizimle oynamıyor! “İşiniz mi yok, kitap okuyun, okuduklarınızı birbirinize anlatın” diyor. Kahvede çay içiyoruz, paramız varsa ödüyoruz birkaç kuruş, yoksa Hadi bizden para almıyor.

Kışsa aylardan odun bulursak kahvenin sobasını yakıyoruz, paramız yoksa o zaman da parkalarımıza sarılıp oturuyoruz. Aylar bahara yaza denk gelmişse, kahvenin önüne kuruluyoruz. Gelen geçen pis pis bakıyor, Hadi’nin kahvesi “komonist kahvesi” ya, oturanlar da “komonist!” tabii ki!

Biz kendimize pek komünist demiyoruz. Soran olursa, “Devrimciyiz, solcuyuz” diyoruz. Bir de çok okuyoruz. Zaten biz okumazsak Hadi bizi rahat bırakmıyor ki! Ya Felsefenin Temel İlkeleri’nden imtihan ediyor ya da kendi bellediklerinden. Kafamızın almadığı yerlerde “çelişki” meselesinde, “materyalizm”de örnek üzerine örnek verip zihnimizi açmaya çalışıyor!

Kahvede daha çok sohbet ediyoruz, gelen yeni arkadaşlara “bildiklerimizi” anlatıyoruz ancak okuma faslının en yoğununu, gece eve gittiğimizde gerçekleştiriyoruz.

Her seferinde eve ya parkamın cebinde ya da “Babam zinhar görmesin” diye düşündüklerimi pantolon kemerinin arasında taşıyordum. En görülmeyecekleri de kaşla göz arasında apartmanın terasında baca delikleri mi olur çatlaklar mı olur nereyi bulursam oraya dürtüyordum.

Ayubo’yla “okuma ve tartışma” toplantıları yapardık ama “teori”yi öğrenmek zordu, biz de sıkıldığımızda hülyalarla, “pratiğin dağları”na kaçıp can vermek isterdik! Ancak ne kaçabildik “dağlara” ne teoriyi öğrenebildim kendi adıma! Ayubo ise yıllar sonra bir gün, “derin” bir vuruşla eczanesinin önünde can verdi! 

/ Aklımda kalan tırşik!

Ayubo yemeyi içmeyi severdi; bulduğumuzda da yer içerdik! Köyünde peynir ekmek yedik, “karnımız doysun” diye, kuyudan su çektik “hemen içelim acımasın” diye; gurbette gazete kağıdı üstünden kadeh tokuşturup  denize girdik, “ayılalım” diye ama hiç “tırşik” yemedik karşılıklı!

Ayubo’nun yemek denince aklına ilk “tırşik” gelirdi.

Şimdilerde onca değişik “tırşik” tarifi arasından onun aklımda kalan “tırşik”ini pişiriyorum!

Kuzu etine suyunu çektirtip, yağında kavurarak, iki baş soğan doğruyorum içine sonra da iri iri yaz frenklerini aralarına katıp fazla eritmeden; iki habbe de şeker, tuzdan önce.

 “Yoğun okuma ve eğitim dönemi”yle birlikte sonunda lise bitti. Üniversite sınavı için kardeşimle birlikte İstanbul’un yolu bir kez daha göründü. Bir tanıdık kamyon sahibi İstanbul’a yük taşıyordu, bir seferine bizi de kattı, düştük yollara...

Yalnız bir sorunumuz vardı ki o da İstanbul’da kalacak yerimizin yoktu. Tek tanıdığımız kızlardı, onların da her biri bir yerde. Sonunda Urfa’daki bir yoldaş, İstanbul’daki bir yoldaşın adını verdi, iner inmez gidip onu bulacağız ki gündüz işimizi halledelim akşam da bir yerde başımızı yastığa koyalım.

İstanbul’a kazasız belasız vardık, gidip yoldaşı da bulduk. Fatih’te bir eve götürdü bizi. ‘’Ev’’ dediği tek katlı bir gecekondu, bir benzin istasyonunun karşısında. Evde elektrik yok, su yok ama yerde betonun üstünde iki kişilik bir yatak var bir de üstünde yorgan. “Aylardan yaz, başka neye ihtiyacımız olur ki!” dedik, akşam gelmek üzere vurduk kapıyı çıktık.

İstanbul yine güzeldi, gezilecek görülecek de o kadar çok yeri vardı ki; ancak önce Beyoğlu… Taşradan gelenler için Beyoğlu, “İstanbul’un Kabesi!” sayılırdı. Tünel’den girerdik İstiklal’e, Taksim’den çıkardık. “Hadi biraz parkta soluklanalım” der sonra tekrar Tünel’e, oradan Yüksekkaldırım’a oradan Kerhane’deki parasız seyre!

Dolaştık durduk bütün gün boyu sonunda yorulduk, Köprü’de balık ekmekle karnımızı doyurduk, yürüyerek kalacağımız eve vardık. Ancak evde elektrik ve su yok! Biz de karşıdaki benzincide elimizi yüzümüzü yıkadık, ardından yerdeki çift kişilik yatağın içine girdik.

Yorgunluktan hemen uyumuşuz. Gecenin bir vakti bir inleme duydum ki, “Abe uyuyamıyorum!” diyor. “Ne var?” dedim, “Yorganı üstüme her çektiğimde bir tarafı yırtılıyor, döndüğümde de yatak! Sonra kızmasınlar bize?” dedi kardeşim. Karanlıkta yorganı görerek denetlemenin olanağı yok... Ben de çektim bir kenarından. Sahi “Cırttt cırttt” diye sesler geliyor emanet yorgandan… Bir daha çekiyorsun yine, “Cırtt cırtttt!” Anlaşıldı ki altımızdaki yatak da üstümüzdeki yorgan da rutubetten çürümüş.

Sabah imtihan var uyumamız lazım ama uyuyunca da sağa sola dönüyoruz yatak yorgan yırtılıyor. Baktık olacak gibi değil tekrar kafamızı yastığa koyduk, gözlerimizi de karanlığa dikip fazla “Cırttt cırt” sesi çıkarmadan sabah erken olsun diye dua ettik!

Sonunda sabah oldu. Yine benzincide elimizi yüzümüzü yıkadık, ayıldık. Ardından da sınava giriş belgelerimizdeki okulun yolunu tuttuk.

Ayrı ayrı sınıflarda sınava girdik, çıkınca ilk iş olarak yoldaşı bulduk, anahtarını verdik. Akşam da Cesur Turizm’in “sayın yolcuları” olarak koltuklarımıza kurulduk ki ancak ilk yemek ve ihtiyaç molasında, Bolu’da uyandık!

Bir iki ay sonra sınav sonuçları geldi ki, durum iyi. Bir sevinç bir sevinç! Ancak babamız baştan söyleyeceğini söyledi ve kestirip attı:

Benim elimden bir şey gelmez. Giderseniz kendi başınızın çaresine bakarsınız!