Silviya’ya
Sevgili okur;
Yeryüzünde ilk kavganın; Habil Kabil kavgası olduğuna ve
Habil’in Kabil’i öldürdüğüne inanılır ve o gün bugündür ne kavgalar bitmiş ne
ölen ne öldüren azalmış. Bırakın azalmayı her geçen gün daha da artarak
sürüyor! En büyük kavga nedenleri ise dinler, mezhepler arası ırklar arası;
orası senin burası benim kavgası olagelmiş bazen kavga ölümle bitmiş ama ölüm
bile kavga nedeni olmuş!
Bilinen o ki günümüze kadar 300 yılı aşkın süre içinde
insanlar yalnızca 26 gün birbirlerini öldürmeden yaşamış! Düşünsenize 26
birbirinden uzak, farklı gün! Dünyanın hiçbir yöresinde toplu veya bölgesel
savaşın olmadığı 26 gün; bir ay bile değil!
Ancak bütün bu kan gözyaşı, katliamlara rağmen
birbirleriyle yaşamayı bilen ve seven insanlar da yaşamış hala da yaşıyor.
Biz de bu birkaç ‘’güzel’’ insanın yaşadıklarını internetten derledik. Dileğimiz odur ki bu insanların çoğalması;
‘’Demek ki yaşanılıyor’’ denmesi…
Sevgiyle kalın…
Muhammed
Sameer’e ağladı!
Yıl 1889 Şam.
Muhammed kör bir Müslümandı; Sameer ise yürüme
engelli bir Hristiyan. Biri görebiliyor biri yürüyebiliyordu.
Sameer kalabalık Şam sokaklarında Muhammed’in
taşıyıcılığına, Muhammed de Sameer’in rehberliğine güveniyordu.
İkisi de yetimdi, aileleri yoktu ve aynı evde birlikte
yaşıyorlardı.
Ölene kadar da birlikte yaşadılar! Sameer öldüğünde
Muhammed onun odasında hep ağladı ardından o da öldü!
‘’Olsun!’’
Deist Mehmet ile Hristiyan Kirkor dost idi. Ağavni de Kirkor'un Maması idi.
Agavni her ramazanda kurbanda, oğlunun
arkadaşını ilk o arar; ‘’Mehmet Bey bayramınız kutlu olsun"
derdi.
Mehmet Bey de "Mama ben bayram kutlamıyorum"
demeye çalışır, fırçayı yerdi!
"Olsun!"
Alevi köyünün Sünni imamı
Ebuzer Gıffari Bakır, Yozgat’a bağlı Sorgun’un Hoşumlu Köyü’ndendir. Din adamlığı, aile mesleğidir. Babası Osman Bakır, 45 yıl imamlık yapmış, ağabeyi Mahmut Riyat Bakır da ilahiyatçıdır; Sorgun İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra 1992’de imamlık sınavını kazanınca tayini kendi köyüne yakın Alevi köyü Kababel’e çıkar. Köy hakkında bildikleri, önyargılardan ibarettir.
Arkadaşları, şakayla karışık, "Neden gidiyorsun?
Onlar kızılbaş, sıraç; yemekleri yenmez, suları içilmez, seni yakarlar"
der; ancak Abuzer Gıffari bu önyargıları dinlemez görev yeri Kababel Köyü’ne
kendi isteğiyle gider ve imamlarını çok seven, bağırlarına basan köylülerinin
de desteğiyle köyde yedi yıl kalır; görevi bittikten sonra da Kababel’de
yaşadıklarını, Alevilik konusunda kendisinde ve toplumdaki önyargıları ve bunların
nasıl kırıldığını; "Bir Alevi Köyü İmamının Hatıraları/ Sakka" adlı
kitabı yazarak dile getirir.
Müslüman Hacı Halil’le Hristiyan Krikor
“Benim annemin babası Krikor Malakyan, Urfa’da tüccar Hacı Halil’in ortağı idi. 1915’te Urfa’da asıldı! Anneannem bu esnada yedi aylık hamileymiş. Hacı Halil anneannemi, dört çocuğunu, kız kardeşini ve onun iki çocuğunu evinin damında hayatını tehlikeye atarak yedi ay saklamış, onlara her akşam sini ile yemek taşırmış.
Bu sırada 3 yaşındaki dayım ölmüş! Hacı Halil onu gizlice
gömmüş. 7 ay sonra da annemi Halep’teki kız kardeşinin yanına yollamış. Benim
annemin adı Latife. Latife, Hacı Halil’in annesinin adıymış. Babası bu ismi
anneme bu nedenle takmış; ben1948’de Halep’te doğdum.
Annem çok severdi Türkleri; Babamsa kızar, onlar hakkında
hiç konuşmazdı. Sık sık, " Pencereden kar geliyor aman anam gurbet bana
zor geliyor" türküsünü söylerdi.
Ben annemin Türk sevgisi ile babamın Türk kızgınlığı
arasında büyüdüm. Hep içimde bir ikilik oldu ama Hacı Halil’den dolayı Türklere
sevgi duyuyorum.’’
Greg Sarkisyan
Bir
kahvenin 40 yıl hatırı vardır!
Yıl 1895 Eminönü Yemiş İskelesi.
Balıkçı kahvesine giren Osmanlı zabiti; kahveci
Yusuf'a, "Herkese benden okkalı bir kahve ama şurda oturan "Rum
palikaryası"na yok. Ona kahvem de akçem de haramdır! "der.
Yusuf kahveleri ikram eder bir kahve de
"Palikarya" Stelyo nun önüne kor. Zabit adeta kükrer," Ben
ona haramdır demedim mi Yusuf?"
Yusuf hiç istifini bozmaz; "Komutan o kahve benden ona da helaldir "
der. Stelyo Yusuf'a minnetle bakar.
Yıl 1905
Sisam adasında Rum isyanı başlar. Damat Ferit Paşa adaya
asker gönderir. Yusuf da askerdir ve adaya çıkan askerler arasındadır. Ancak
ilk çatışmada esir düşer zindanlarda iki yıl yatar; sonra da esir pazarında
satışa çıkarılır.
Mezatta ‘’5 para 7 para sesleri arasından bir ses
yükselir." O Türk’e benden 5 kuruş, hemen alıyorum!"
Pazara Sessizlik hakim olur; Rum, Yusuf'u alır, arabasıyla köyün dışına
çıkarır. Denize yakın bir yerde arabasını durdurur Yusuf’a döner;
" Serbestsin Yusuf " der.
Yusuf inanamaz duruma, Rum’un ellerine kapanır!"
Beyim, kimsin necisin, beni neden özgür bırakırsın? " der. Rum Yusuf'a
döner;" Ben Balıkçı Stelyo " der. Yusuf anlamsız anlamsız bakar
yüzüne tanımaz!
Stelyo 12 yıl öncesine Yemiş İskelesi’ne döner o günü
anlatır ve "işte ben bir fincan kahveyi helal ettiğin balıkçı Stelyo
" der. Gözyaşları sel olur sarmaş dolaş olurlar! Stelyo; Yusuf’u kaçak
yoldan İstanbul'a gönderir. Bu dostluk 35 yıl devam eder.
Her yıl birbirlerini ziyaret ederler. Her ziyarette bir fincan kahve mutlaka vardır. Dostluklarını çocuklarına torunlarına anlatırlar ve " bu kahvenin 40 yıl hatırı var! " derler.
İlk tokat
ve Vanes Emmi
Bir çocuğun ramazanda Urfa hatırası:
Kaç kişi hatırlar; 50’li 60’lı yılları? Kaç kişinin
hafıza defterinde; Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın; Rum’un Ermeni’nin, Yahudi’nin;
bir arada yaşadığı güzel günlere dair unutulmaz hatıralar vardır?
Evimizde pişen iftar yemeğinden; konuya komşuya kapaklı
bakır sahanlara eşit olarak paylaştırıp siniye yerleştirilen ve iftar saatinden
önce en az yedi komşuya dağıtmak kaç kişiye nasip olmuştur? Kaç kişi;
babamızın, dedelerimizin iftar saatinde sokak kapısında, köşe başlarında durup;
iftara yetişmek için koşuşturan insanları, “Buyur komşu, Allah ne verdiyse,
orucu birlikte açalım” diye evimize davet ettiği günleri. İftar sofrasında
misafir ağırlayamadığı akşamlar nasıl üzüldüklerini gören kaç kişi olmuştur?
Kaç kişi, dedemizin, babamızın, misafirsiz iftar
sofrasının başında gözlerinden alevler saçarak; “Soframızda helal kazançla
alınmamış bir şeyler var, yoksa niye bir misafir gelmesin, niye kapımızı çalan
olmasın?” diyerek kendilerini sorguladıklarına tanık oldu.
Kapı kapı dolaşıp birer sahan; “komşu hakkı” ya da “göz
payı” dağıtmanın anlatılmaz hazzını kaç kişi yaşadı?
Allah’a şükürler olsun ki o güzel günleri yaşadık ve o
güzel insanların güzel alışkanlıklarına tanık olup ders aldık!
Kaç yaşındaydık hatırlamıyoruz. Hatırladığımız;
Ramazan ayının, sıcak günlere denk geldiği yıllardan biriydi. Urfa’nın
sıcağına rağmen büyüklerimizin gözüne girmek için o yaşlarda oruç tutuyorduk!
İftara yarım saat kalmıştı; komşu hakkı yemekler sahanlara doldurulmuş,
kapakları kapatılmış, bir siniye dizilmişti. Siniyi benden 3-4 yaş büyük olan
ablamız başının üstünde taşıyacak, biz de dedemizin verdiği listeye göre komşu
kapılarını çalacak, sinideki sahanlardan birini alıp kapıyı açanın eline
tutuşturup “Allah kabul etsin” diyerek yolumuza devam edecektik.
Sokak kapısından çıkmadan dedem; elimdeki listede yazılı
isimleri yüksek sesle okuyarak kontrol etmeye başlamıştı. İlk sırada, hiç
unutmam, karşı komşumuz “Çil Arif”in adı vardı; sonra Helliko”, “Nuri Baba”,
“Arap Reşogil”, “Şıh Abdullah” ve “Melekegil” geliyordu. Listenin yedinci
sırasında ise Ermeni asıllı komşumuz; “Vanes Emmi”nin ismi yazılıydı.
Vanes Ohannes Moripek;50’li yılların Urfası’nda bilinen ve hayırla anılan bir
isimdi. Halk tabibiydi. İlkbaharda kırlardan topladığı bitkilerle ilaçlar yapar
hastalarını tedavi ederdi. Birkaç doktorun bulunduğu koca şehirde, evi gün boyu
hastalarla dolup taşardı. ‘’Paragöz değildi. Ücretini; “gönliyden ne geçiyse
bırak oraya” sözleriyle belirlerdi.
Vanes Emmi sigara tiryakisiydi! Günde 3, 4 paket “Köylü”
cıgarası içerdi. Ancak Ramazan ayında gündüz gözüyle elini dokundurmazdı
sigaraya çakmağa. Özellikle sokak kapısının bir yanına oturur, gelen geçen
komşularla sohbet eder; hasta geldiğinde içeri girerdi. Yaz ramazanlarında
onlar da bizler gibi sofralarını toprak damlarında açardı ve yine bizler gibi,
Bülbül Hasan; Ulu Camii’nin minaresinde topun fitilini ateşlemeden sofraya
oturmaz, su içmez, bir şey yemezlerdi.
O ramazan günü yemekleri dağıtacağım listede; “Vanes”
adını duyar duymaz; aradan geçen 60 yıla rağmen nedendir bilmem son derece sert
bir biçimde; ‘’Ben o gavura götürmem!” demiştim ve dedemin sol yanağıma kamçı
gibi inen tokadı, itirazımdan daha sert olmuştu ve bir anda ayaklarımı yerden
kesen tokat sonra Dedemin sitem dolu azarı, dudaklarından dökülen kelimeler
dünyamı karartmıştı!
Sanki kazanlar dolusu kaynar su tepemden aşağı
dökülmüştü!
Dedem işlerini sıkarak; “Bir daha bir daha Vanes Emi’ın için ‘’Gavur’’ dediğini
duymayayım o senin Emmindir. Kemal Emmi’n ne ise Vanes Emm’in de odur! Bunu hiç
aklından çıkarma; Vanes Emi demeyi öğren!” demişti.
O günden bugüne adı her geçtiğinde gözümün önüne; Vanes
Emmi’nin çakır gözleri gelir ve utancımdan başımı önüme eğer hatırasından özür
dilerim!
Mumbar
bilmez Ermeni gelin!
Bir gün Mardinli bir Süryani
ile İstanbullu Ermeni bir kız evlenir.
Başka bir zaman diliminde ise ikisi de İstanbullu bir Türk ile bir
Ermeni kız evlenir.
Erkeklerin ikisi de yemekseverdir!
Mardinli; anasının yemeklerini neredeyse her öğün yemek ister,
İstanbullu ise Ermeni mutfağından söz edildiğinde ağzı sulanır, meyhanelerden
bildiği "çakma" topiğe, yaprak sarması ve barbunya pilakiye bayılır.
iki evlilikte de "cicim ayları" çabuk geçer ardından evlilikler yerli
yerine oturur; ancak iki erkek de bu evlilikte aradıklarını bulamaz! Nedeni de
hanımlarının önlerine koyduğu yemeklerdir! İstanbullu Türk çeşit çeşit Ermeni
yemekleri beklerken bir hafta nohut bir başka hafta kuru fasulyeyi karısı
pirinç pilavı pişirmesini bilmediğinden bulgur pilavını, turşu ve soğanla yemeye
çalışır!
Mardinli Süryani karısından kibbe, irok, mumbar beklerken ya izmirköfte ya
tavuk ya da kıymalı ıspanakla karın doyurur! Ancak erkekler bir süre ses etmez,
yeniçeriler gibi kazan kaldırmaz! Sonunda oğullarını her geçen gün daha da
zayıf bulan analar devreye girer. İstanbullu’nun anası gelinine sezdirmeden
zeytinyağlıları börekleri çörekleri öğretmeye çalışır!
Bir gün gelinini çağırıp; "Kızım kocana mumbar pişirsene çok sever!"
der.
Gelin önce şaşırır sonra kendini toparlar; "Ama anneciğim; ben mombar
nedir bilmem ki!" der.
Tanesi 25
kuruştan 3 bin künye!
90’lı yılların başında bir doktor aynı zamanda
heykeltıraş, tatile giderken, Afyon’da mola verir. Oturduğu çay bahçesine
kalabalık bir grup insan gelir. Üstleri başları perişandır ve hepsinin
ağlamaktan gözleri şişmiştir! ‘’Hayrola?’’ diye sorar ve gelenlerin
şehit cenazesi taşıyan köylüler olduğunu öğrenir! Doktor, üç
yaşındaki ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere…
Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, beri yanda evladını
vatan için toprağa vermiş analar ve babalar vardır! Utanır ‘’Bir şey yapmalıyım bu
çocukları ölümsüzleştirmeliyim!’’ diye düşünür ve bir “Şehit Ağacı” projesi
hazırlar.
Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca
takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır.
Projesini hayata geçirmek için aradığı fırsatı, ancak
2003’te bulur.
Resim Heykel Müzesi’nin açtığı bir yarışmaya
katılmaya karar verir. İstanbul’a gelir. Künyeleri almak için Tahtakale’ye
gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi Mısır Çarşısı’nın arka sokağındaki
Ermeni ustanın dükkanını tarif eder. Dükkanı bulur girer ve meramını Ermeni
ustaya anlatır. Usta onu dinler dinler ve o güne kadar heykeltıraşın hiç düşünmediği
bir detaya dikkatini çeker, “Asla paslanmaması lazım, evlatlarımız ebediyete
kadar ışıl ışıl olmalıdır’’ der ama ustanın sözünü ettiği künyeler en
pahalısıdır ve tanesi 1 lira 25 kuruştur!
Usta; “Bu ticari bir iş değil parayı dert etme vatan
işidir” der ve künyeleri beşte bir fiyatına, kar almadan, hatta zarar
ederek, 25 kuruştan verir! Üç bin künye! ‘’Haftaya gönderirim’’ der ve tam
gününde gönderir.
Yasu yasu
Bir Yahudi
Ermeni Türk Kürt İngiliz
Hıristiyan Müslüman Musevi Ataist Deist
arkadaşlık eder mi?
Eder.
Pari zadig
Pesah kutlu olsun
Mutlu noeller
İyi bayramlar
İnşallah
Maşallah
Vallahi billahi
der mi?
Der.
Balık yer rakı içer
nolcak memleket hali
der mi?
Der.
Sağlığımıza.