Canlarına Değsin / İKİNCİ BÖLÜM
Yıllardır duymazdan, görmezden geldiğimiz “ölüm”, kapımıza kadar gelmiş, gözlerimizin içine baka baka “annemizi aparmıştı!” Ne yapabilirdik ki? Peşinden koşsan yetişemezsin, bağırsan sesini duymaz, ağlasan kimin umurunda?
“Ölü”ye dair bizden başka herkes bir
şeyler söylüyordu. “Vışş anam kurtuldu zavallı” deyip birbirlerine “kurtuluş”un
nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı ya da hiçbir şey demeyip başka
şeylerden söz ediyorlardı sanki ortada hiç “ölen” yokmuş gibi!
Urfa’da taziyeler ayrı ayrı evlerde
erkekler için üç gün, kadınlar için kırkına kadar sürer. Annemin taziyesinde
babam, ben, kardeşim, akrabalar üç gün bir evde oturduk; tanıdıklar, eş dost ne
zaman fırsat buldu koşup geldi. Akşam ezanlarına kadar ev doldu taştı.
Gelenlere “Merhaba” denildi, sigara, acı
kahve ikram edildi. Onlar da ziyaretlerini fazla uzatmadan, “Kalanların
selameti, ölmüşlerin ruhu için el Fatiha!” dedi, başsağlığı diledi, kalkıp
gitti.
Taziye evlerine, “Bir de yemek işi
çıkmasın” diye, çarşıda yaptırılmış kolay yenebilecek yemekler gönderilir.
Öğlen balcanlı kebapsa, akşama kıymalı; ya da öğlen frenkli ise akşama haşhaş
kebap; yanlarında da açık ekmek, turp, limon ve ayran. Yani ya kebap ya da
kıymalı! Yine öyle oldu ve bir tanıdık ilk yemeği akşam taziye evine gönderdi:
Kıymalı
Gelen gidenin ardı arkası kesilince birkaç
odaya sofralar kuruldu. Beni de bir yere oturttular ve anneminkine benzemeyen,
“çarşı işi” birkaç kıymalıyı bir bardak ayranla önüme koydular. Kıymalılara
baktım tanıdık gelmedi, yerim sandım!
Birinin kenarını koparıp bir kenara
koydum, ortasını da küçük küçük parçalara böldüm, başımı da sofraya iyice
gömdüm ki etrafımla alışverişim olmasın! Kıymalının ortasını yedim; sıra
kenarlara geldi, kenarlara baktım kenarlar bana baktı, elimle iteliyordum ki
kenarları, “Günahtır oğlum ye!” dedi bir ses.
Kıymalının
kenarları da yenir!
Annem her Urfalı gibi “lahmacun”a,
“kıymalı” derdi hem hazırlaması hem de yemesi kolay diye de severdi. Bize
kıymalı yedirmeye karar verdiğinde de biri çocuk, beş kişilik ailemize yarım
kilo kuzu kıyması yeterdi de artardı bile, “Boğazımız yoktu ki bizim!”
Beni kasaba gönderirken tembihlerdi, “Eti
yağlı al ki kıymalı yumuşak olsun!” “Peki!” derdim. Kıymalının diğer
malzemeleri evde her zaman vardı: Kuru soğan, kuru isot, frenksuyu ve tuz. Bu
kadar basitti içine konulanlar, fırına göndermeden hepsini biraz su ile
birbirine karıştırmak yeterliydi.
Kimileri kıymalısıyla öğünmek için içine
ceviz katar kimileri yoğurt kimileri de acı olsun diye basardı isodu. Annemin
böyle şeylerle uğraşacak ne hırsı vardı ne de hevesi. Onun kıymalısı basitti:
Et iyi olacak isot iyi olacak bir de frenksuyu. Gerisi kıymalıyı pişirecek olan
fırıncının ustalığına kalmıştı. Usta isterse kıymalıyı “koltuk altı”nda yani
fırının sol yanında gevrek pişirirdi söylersen yumuşak da bırakırdı!
Annem kıymalıyı hazırlayınca tepsinin
üstüne bir gazete kağıdı örter, kardeşimle ben fırının yolunu tutardık.
Fırıncıya kaç tane olacağını söyler, kıymalının başında bekler, sıraya
girerdik. Sıra sıra sıralanmış tepsilerden bizimkine sıra gelince, kıymalıya
şekil veren içi tek tek açtığı hamurlara yayar; tamamladıklarını fırının önünde
durana atar fırıncıya, ”On dört oldu!” diye seslenir, tepsiyi de önüne
fırlatırdı ki pişenler içine dizilsin.
Fırının önünde duran ve ‘’kürekçi’’
denilen adam; ‘’tırnakçı denilen arkadaşından aldığı kıymalıları dörder beşer
küreğine dizer sonra da doğru fırının içine yollardı. Üç dört dakikada pişerdi
kıymalı ve kürekçinin küreğinde görünür görünmez de ağzımızın suyu akardı ama
ne fayda ki korkumuzdan eve kadar bir tanesine bile dokunamazdık. Oysa ne
keyiftir fırında ya da yolda bir tanesini yemek!
Eve vardığımızda sofra kurulmuş olurdu,
üstünde de ayran, limon ve turp. Annemle sofraya birlikte otururduk ama onu
kıymalıyı iştahla yerken hiç görmedim. Zaten ağır yemek yerdi, bir de yeme
sorununa dişleri eklenince, karınlarını doyuran çocuklarını seyreder oyalanırdı
ki sonradan kendi rahat etsin.
Dakikalarca herkesin yemesini beklerdi,
evin ahalisi sofradan kalkınca da kendisi için bir kenara ayırdığı yumuşak
kıymalıların kenarlarını yavaşça koparır, ortalarını küçük parçalara böler, bir
yudum ayranla çiğnemeye başlar, karnını doyurmaya çalışırdı. Ben de onu
beklerdim; kıymalının kenarlarını versin, yiyeyim de “ziyan” olmasın!’’ diye…
Yaz gelince okullar kapanır ya, ben de
okullar kapanınca “arada sırada” sınıfta kalırım ya, yine aynısı oldu ama bu
kez babam söylenmedi; İstanbul’a yolladı tez elden, “kafan dağılsın!” diye.
Gittim ama teyzemlere değil, “Karşı”ya! Teyzemin artık bizimle ne ilgilenecek
hali vardı ne de isteği.
Urfa Cesur’da yerime oturduğumda sabahtı,
öğlen oldu ikindi oldu, akşam, gece yarısı sonra yine sabah, bir gözümü açtım
ki Harem’deyim. Otobüs sıraya girdi, gelince de sırası, arabalı vapura bindi;
vapur düdük çaldı, “Kalkıyoruz” dedi herhal ki kendini denize attı; yüzdü yüzdü
tam geçerken Kız Kulesi’nin yanından, yanağından bir makas aldı; martılardan
balık çaldı, minarelere şaplak atıp el şakası yaptı ve sonunda Sirkeci’ye
vardı. Ağzım bir karış açık, “Karşı”daydım!
Otobüs indi vapurdan, burnunu
Sarayburnu’na çevirip yeni bir yola koyuldu. Solumuz deniz sağımız saray, bir
de surlar var ikisinin arasında. Gittik gittik sur bitti, deniz bitti, Topkapı
diye bir yere geldik ki her yan insan kımıl kımıl… Taksilere dolmuşlara,
otobüslere binip her biri bir yana gidiyor; kimileri de sağa sola koşturup
çığırtkan elinden kurtulmaya çabalıyor; kurtulamayan da kendini önce bir
firmanın bankosunun önünde, ardından da bir otobüsün koltuğunda buluyor! Artık
nereye gidersen Van, Diyarbakır, Erzurum, Edirne, “Haydin Keşan’a Keşan’a
hemen!”
Misafirliğim Harbiye’de bir akraba evinde başladı
ve ev sahipleri beni eğlendirmek için her yolu denedi. Peleli Santos İstanbul’a
geldi diye beni Dolmabahçe’de gece
maçına götürdüler kapılar açılınca girdik! Bir başka akşam
Açıkhava’daki konsere gittik, Berkant en son şarkısı Samanyolu’nu söylüyordu.
Herkes ayakta, minderler havada, kızlarla oğlanlar el ele şarkıya eşlik ediyor:
Bir şarkısınnnn seeeen ömür boyu süreceeekkeeekk!
Bir gün, “Sadun Boro İstanbul’a geldi,
Gazeteler ‘’Sadun Boro Dolmabahçe’den karaya çıkacak” diye yazdı, sahile koştum.
Sarayın yanındaki meydan, stadın sırtları, park, her yan insan dolu, ağaçlara
bile çıkmışlar! Uzunca bir süre bekledim kalabalıkla sonunda uzaktan göründü
Kısmet; yanaştı kıyıya yakın ki içinde Sadun Boro, eşi Oda ve kedileri Miço
var!
Her zaman böyle seyirlikler olmuyordu, ben
de o zaman aylak aylak geziyordum İstanbul’u! Harbiye’den Taksim uzak değil,
yürüyordum. Hilton’u uzaktan, Radyoevi’ni yakından seyrediyordum az biraz
soluklanınca Taksim’deki parkta, biraz sonra Beyoğlu’ndayım.
Arabalar geçiyor ardı ardına korna
çalarak, kaldırımları insan almıyor, yola dökülüyorlar ikide bir. Dükkanlar
ağzına kadar ayakkabı, pantolon, ceket, kravat, çanta, bavul, don gömlek dolu!
Çiçek Pasajı diye bir yer keşfettim.
İçerisi tıklım tıklım kimi arkadaşıyla bir koyu sohbette bir koyu sohbette ki
sorma kimi de bir tezgaha dayamış kolunu, elinde tellendirdiği sigara, önünde
de kocaman bir bardak bira; yanında da çöpten şişlere geçirilmiş bir yiyecek
adı “midye tava!”
“Ulan bu midye tava nasıl bir şey ki?”
diye bir soru soruyorum kendime sonra da zevzekliğime kızıp, “Nee bilim lo
sanki çok yedim de?” diye söyleniyorum. Daha kendimle barışmaya çalışırken bir
taraftan öyle bir koku geliyor ki burnuma, yok sayılamaz. Gidiyorum kokunun
peşi sıra ki tam karşıda kömürlerin yanında, amca adına “kokoreç” diyor.
Kokoreç bana bakıyor ama “tanış” çıkmıyoruz!
Tanıdık olmayan daha çok şey var bu
sokakta. En çok da balık! Her yan balık dolu; üstlerinde de etiket, adı ve
fiyatı. Hiç birini görmemişim, yememişim de. Benim o güne kadar yediğim tek
balık, Fırat’ın yayın balığı. “Zaten onu yedikten sonra başka balık yenir mi
ki?”
Bibimin kocası Hacı Amca şofördü. Gün
geldi kamyonculuktan bıktı amcalarımla bir otobüs aldı gıcır gıcır! Başladı bu
kez de otobüs şoförlüğüne. İstanbullar’a kadar gitti sayısız sefer, bazen
sırası geldi Ankara’ya ya da Adana’ya, hac mevsiminde de Hicaz’a gidip hacı
oldu. Biz de her hac dönüşünde Kilis’e kadar gidip karşıladık onu; getirdiği
hediyeleri aldık, hurmalardan yedik, Zemzem suyundan içtik.
Hacı Amcamız’ı herkes severdi ama en çok
da biz çocuklar. Gönlü geniş adamdı; evi, hele de sofrası her zaman, herkese
açıktı. Yalnız bir büyük “zaaf”ı vardı Hacı Amca’nın her zaman yemek konuşur,
konuşmadığı zaman da yerdi!
Anlatırdı Hacı Amcayı annem, ki daha o
zamanlar kendisi yeni gelin, kaynanasında kalıyor. Evin ahalisi çok, gelen
gidenin hesabı belli değil. Pişiriliyor yeniyor, yenilirken de bir öğün sonrası
“Yav çoktandır kaburga yapmadıyız! Eyice tembel oldıyız ha?” şeklinde
kararlaştırılıyor.
Bir gün; bir gün sonrasına zerde yapmışlar
bir hamam leğeni dolusu ama getirip ortalık yerde bırakmışlar! Hacı Amca da
genç o zamanlar, önüne ne konsa “karnım tok” deyip geri çevirmiyor. Halasının
evinde bir gece yarısı uyanmış ki karnı aç! Mutfağa gitmiş bir şey bulamamış,
bir de kilere bakmak aklına gelmiş ki ne görsün? Oturmuş başına leğenin, dibi
görünene kadar kaşıklamış zerdeyi. Hacı Amca’nın ünü o zamanlardan geliyormuş.
Hacı Amca Bibimle evlenince yemeği daha da
sevmiş. ‘’Avrad’’ı yaprak sarıyor “bir numara”, ağzı açık yapıyor ki ağzın açık
kalır! Boranının hakkından geliyor, ekmek de açıyor, şıllık da yapıyor; o yemek
yemesin kim yesin?
Hacı Amcayla birlikte bibimin
yemeklerinden ben de çok yedim! Ancak bakardım ki gözüm doymuyor, gönlüm “gezmeler”
de istiyor, bunu söylemem yeterliydi. “Bu sefer ben de gelim mi Hacı Emmi?”
dedim mi hiç kırmazdı beni. Bir bakmışsın seferde Ankara var bir başka seferde
Adana.
Hacı Amca “Hadi bakalım gelecek salıya
gidiyoruz” deyince yollara düşerdik.
Aligör, Birecik derken Fırat’ı aşar,
Nizip’e gelince gözlerimi kapardım ne zeytin ağaçlarını görmek isterdi gözüm ne
de höyükleri! Antep’te heyecanlanır, Adana yolu uzar da uzar; dağları,
nehirleri seyreder, kamyonları sayar, bir otobüs geçti mi de nanik yapardım
pencerelerine. Nihayet uzaktan Gavur Dağı görünür, görünür görünmez de sanki otobüsümüz şöyle bir toparlanır,
kendine çeki düzen verir sonra da “Ha gayret!” der gibi başlardı döne döne
virajları tırmanmaya.
Hacı Amca kan ter içinde kalırdı
direksiyonu toparlamaktan. Bense sağdaki uçuruma soldaki ağaçlara bakmaktan
neredeyse camlara yapışık tamamlardım yolculuğu. Pikaptan Şükran Ay’ın sesi
yükselir, “Yine başın dumanlı kirpiklerin ıslak, gözlerin kanlı kanlı ah
delikanlı!” şarkısı otobüsün her yanında yankılanırdı. Ne keyiflenirdim!
Dönmekten bıkacak hale gelince yolcular ve
Hacı Amca, Gavur Dağı’nın tepesindeki Alman Pınarı görünür, otobüsümüz içindeki
lokantaya yönelince de, Hoparlörden bir ses “Sayın Urfa Cesssur yolcuları,
otobüsünüz yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir” derdi. Yolcular
otobüsten inince önce “ihtiyaçlar”ını giderir sonra da garsonlarca lokantanın
kışsa içine, yazsa bahçede kurulu masalarına buyur edilirdi. Bize ise lokanta
sahibi her şoför, yardımcısı ve misafirlerine yaptığını yapar, yol açar, onlar
için hazırlanmış masanın yerini gösterirdi. İşte o an benim için gezmelerin
nedeni olan şölen başlardı: Yemek!
Gavur Dağı’nda yemek demek kebap demekti;
tike kebabı, balcanlı kebap, frenkli kebap, adana; çorbaların şahı mercimek çorbası
ya da ezo gelin; yanlarında açık ekmek dırnaklı ekmek; içecek buz gibi su,
ayran, şalgam; yeşillikse canının istediği kadar maydanoz, yeşil soğan, acı
yeşil isot, taze nane, kuzukulağı, turp; canın meyve mi istedi yemeğin üzerine,
“Olur ağamm başım üstüne, pınardan bir karpuz kesek!” Yemekler şirketten!
Her seferinde, ben daha Fırat Nehri
kenarında çay içmenin, Gavur Dağı’nda, Pozantı’da yemek yemenin, Seyhan Nehri
kenarında uyumanın; Tekir Yaylası’nı, Toroslar’ı, Konya Bozkırı’nı, Tuz Gölü’nü
seyretmenin; radyoda türkü dinlemenin, Gençlik Parkı’nda dolaşmanın tadına
varamadan gezmelerim sona ererdi. Ancak bir gün geldi ki hepten son buldu! Bir
Ankara dönüşü gün doğumundan az önce, Adana’ya da az biraz kala iki koltuk
üstünde uyuyordum; Hacı Amca da bakmış uykusu geliyor o da otobüsün
direksiyonunda uyumuş!
Uyandığımda asfaltın üzerindeydim! Otobüs
yol kenarında, dört tekerleğini havaya dikmiş boylu boyunca yatıyordu.
! Üstüme başıma baktım, saçlarımın
arasındaki cam kırıklarını temizledim, Hacı Amca’ya bakındım, bulamadım! Bir
süre sonra muavin alaca karanlığın içinde belirdi; birlikte yolculara yardım
için otobüse girdik. Bir ölü çıkardık bir kaç da yaralı! Kazanın ardından
günler boyu ya uyudum ya da uyurgezer gibi dolaştım ortalıkta, kendime geldiğimde
Hacı Amca şoförlüğü bırakmıştı çoktan!
Hacı Amca bir süre evde oturdu sonra
sıkıldı müteahhitlik yaptı sonra ondan da sıkıldı tası tarağı toplayıp Urfa’dan
epey uzaktaki bir sahil kasabasına yerleşti. Kasabada meyve sebze boldu hem çok
hem de neredeyse her mevsim…
Deliler gibi alışveriş yaptı Hacı Amca
çarşı pazardan; bibim pişirdi o yedi bibim pişirdi o yedi; bir yandan da ta
oralardan Urfalar’a laflar yetiştirdi, “Et ele tezze eleee tezze ki! Pendir,
yoğurt lebalep, muzu hevenkle alıyık. Kalhın gelin looo…“ Hacı Amca’nın
haberleri, yanına çağırmaları her yıl sürdü. Her yıl da giden oldu evine
sofrasına. Yine yenildi yenildi yenildi ama gün geldi sesi soluğu kesildi Hacı
Amca’nın, şekeri bu yemelere daha fazla dayanamadı!
Urfalıların
tek salatası: Bostana
Hacı amcayı yemek yaparken görmedim. Zaten
yapmasına da gerek yoktu Nasıl olsa bibim vardı; ancak her yemekle değil sadece
yanlarına yakışacak yemeklere bostan yapardı: Bostana Adı üstünde bostanda ne
yetişiyorsa içine o konuluyor demek.
Olgun frenk, taze yeşil acı isot, taze
soğan, maydanoz, nane pirpirim (semizotu) bulunabilirse ekşi nar ya da koruk
suyu… Yeşillikler ince ince doğranacak yaz ise içine buz parçaları(az) atılıp
servis edilecek. Bu arada Hacı Amca içine birkaç tane de urfa’ya antep’e özgü
zeytinlerden doğrardı.
Sögürme için Ağlanır!
Hani “Urfalılar patlıcanı pek sever,
patlıcandan yapılan yemeklere pek düşkündür” diye… kardeşim bunların içinde
sögürmeyi bir başka türlü severdi ve rast geldiğinde de “bayram” ederdi.
Bir gün yine herkes tam takım Hacı
Amcalar’da... Amcalar, yeğenler, yengeler… Yemekte kardeşimin “sevgilisi”
sögürme var!
Kilolarca patlıcan önce çocuklarla fırına
gönderilmiş; gelince de kadınlar kabuklarını soyup tokmakla ezmiş, havanda
dövmüşler; bir kaç diş sarımsağı
katmışlar içine, birkaç çimdik de tuz ekmişler. Söğürme tabaklara serilmiş,
üstüne konacak kavrulmuş kuzu kıymasını bekliyor ki üstüne kızdırılmış sadeyağ
gezdirilecek.
O gün söğürme tabaklara konuldu sofraya
dizildi.ve birden Bibim’in aklına yemeğe gelemeyen bir kardeşi düştü! Hiç
kardeşsiz yemek boğazından geçer mi? Döndü kardeşime, “Hadi kurban, bir tabak
da amcana götür gel” dedi.
Yer sofrasına oturuldu; erkekler başköşede
sonra kadınlar; çocuklar da araya sıkışmış kimi analarının dizi dibinde kimi de
bizim gibi başının çaresine bakıyor.
Söğürmeyi büyük bakır sahanlara koymuşlar
ki her biri dört beş kişinin hakkı! Bostanalar da derin çukur kaplarda
sahanların arasında. Sofraya belli aralıklarla yuha ekmekler atılmış, bardak
bardak ayran, su doldurulmuş; bir de yeşil acı isot var istemediğin kadar!
Oturuldu yemeğe ki sögürme kapanın elinde kalıyor!
Büyük bir iştahla yemek yenildi, bitti.
Sofra toparlandı. Erkekler şekerleme için bir kenara çekilmeye hazırlanırken
kardeşim göründü aşağı kapıda, belli ki yıldırım gibi gidip gelmiş soluk
soluğa… Merdivenleri tırmandı, odaya girdi ki söğürmenin yani en sevdiği
yemeğin yerinde yeller esiyor; bir kenara çöktü ağladı, hayatı boyunca da
unutmadı bunu.
Bir de kardeşim babamızın bizi evden
kovmalarını unutmadı. ‘’Kabahat’’ işledik mi cezası evden kovulmaktı en çok
kabahati de o işlerdi!
Her kovulduğumuzda annemin mezarına gidip
kendisini ‘’görsün diye ayakucunda ağlardı; kardeşim çok ağlardı.
Bir gün bizimki eve gitmiş… Koşa koşa
geldi; “Abe, mutfakta fındık, fıstık ve meyve vardı; valla hiç birine
dokunmadım! Babam beni mutfakta görünce avuç avuç verdi!” dedi.
Babamız yalnızlığa alışık değildi, bir de,
“Çocuklar ortalıkta fazla sürünmesinler” denilince, annemin ölümünden altı ay
sonra uygun bir kısmet arandı ve bulundu. Bir akşam eve gitmemiz istenmedi,
sabahına çağrıldık; sabahlığı içinde bir kadın! Esmer uzun boylu, kara kaşlı
kara gözlü.
Babam gençliğinde Urfa’da kuş beslermiş,
evlendi Nizip’te de besledi yeni evimizde de besledi. Her eve onlarla
gidiyoruz. Kuşlar onun özgürlüğü, uçunca kafeslerden kurtarıyorlar onu.
Bu kuşların Urfa’daki adı “Yapşan”;
ayakları "tumanlı" ve takla atıyor! Bizde “Siyah Yapşan” da var, “Gök
Yapşan” da “Beyaz Yapşan” da… Babam en çok “Miski”leri, “Kula”ları, “Kürenk” ve
“Musullu”ları seviyor ama kuşlar öylesine pahalı ki her halde maaşının yüklü
bir kısmı onlara gidiyordu ama söz konusu onlar oldu mu akan sular dururdu!
Terasımız kuşlar için çok uygun.
Duvarlarının yüksekliği yüzünden kimseler babamı kuşları uçururken görmüyor; o
da kuş uçurmanın, onları gökyüzünde seyretmenin, seyrederken gözden kaybolacak
kadar yükseklere çıkmalarının keyfini çıkarıyor. Yoksa, “Yaşını başını almış
bir adamın, terasta kuş uçurması ayıp değil mi?” Ayıplayan olursa üvey annem
onların söylenmelerini, kuş uçurmanın inceliğini bilmezliklerine verip, “Anam
hiç kuş uçuran sağı solu görür mü? Onun gözü kuşlarında!” diye paylıyor.
Kuşlarımız da öyle güzel uçuyor ki
Ulucami’nin, Karameydan’ın, Yusufpaşa’nın minareleri arasında… Urfa’nın
bulutsuz gökyüzünde gözden kayboluyorlar. Birazdan bir yerlerden takla sesleri
gelmeye başlıyor, “Şak şak” diye… Gözünüzle onları yakaladığınızda yavaş yavaş
takla ata ata terasa inmeye başlıyorlar. İçlerinden birkaçı terasa iniyor ama
bazıları alçalıp alçalıp neredeyse yere konacak haldeyken tekrar takla ata ata
yükseliyor gökyüzüne.
“Kuşlarım çok nazarımda! Ayrıca soyları
sopları da belli!” İşte bu laflar çok
ama çok önemliydi babam için! Kuşlarından söz ederken gözleri parlar,
kendinden geçerdi. Babamın kuşları iyiydi hoştu kendisinin de neşesi yerindeydi
ama bari bizi rahat bıraksaydı! Yok bırakmazdı. Mutlak ayda bir, terastaki
tahtadan kuşların kafesi yıkılacak, yeniden yapılacak! Peki bundan bize ne?
Bizi ilgilendiren tarafı, yıkıma karar
verdi mi, ikimizden birini gözüne kestirir, “Bir tarafa kaybolma, yarın bana
lazımsın!” derdi. Üstelik bu iş mutlak cumartesi ya da pazar günü olur onun ve
bizim tatil günlerimize denk gelir, gün boyu kimi zaman da iki gün sürerdi.
Buna da “Tamam” derdik, başka bir şey deme şansımız var ama demiyoruz gibi!
Babama sadece yardım etsek pek sorun
etmezdik ama bu işin bir de “tahta, çekiç, kerpeten eğitimi”, çiviyi ona
uzatmanın bile bir yolu yordamı vardı!
“Çivi ver” deyince öyle pat diye
vermeyeceksin. Bir tane alıp, ucundan tutup baş tarafıyla uzatacaksın! Ya çivi
düzeltme? Bazen kerpetenle bazen de keserle önce çivileri tahtalardan
çıkaracaksın ama mümkün olduğu kadar düzgün yoksa eğri büğrü olanları çekiçle
yerde düzeltmek zorunda kalırsın! Düzeltmeye çalışırdık ama ya çekici
parmaklarımıza vururduk ya da boynumuzun köküne bir tokat gelirdi, “Elee mi
düzeltilir eşşeeekoğlu eşşeeek!” nidasıyla.
Yıllar yıllar sonra bir gün bir ustaya
çivi uzatırken, kendimi babamın istediğini “tam” yaparken yakaladım! Şimdi bu
günlerimi görseydi sevinir miydi gurur duyar mıydı benimle, kim bilir?
Bilmiyorum ki! Ancak şunu iyi biliyorum ki babam ‘’iyi’’ bir aslan terbiyecisiydi!
Babam bir zaman geldi, memurluğun “tatlı”
uyuşukluğunu üstünden attı, cesaretlendi, hayatının en büyük “eylem”ini
gerçekleştirdi ve banka kredisiyle Karakoyun Deresi’nin kenarında yepyeni bir
apartman dairesi aldı, üvey annemin de “uğurlu” geldiğine inandı!
Baharda taşındık. Evimiz apartmanın
yedinci katında; dört odası var iki de geniş balkonu. Balkondan, Bediüzaman
Mezarlığı görünüyor! Her çıktığımızda balkona, annem bize bakıyor biz annemize!
Evin babama göre en önemli özelliği
dairenin kapısından çıkıyorsun önünde bir daire büyüklüğünde teras var! Bütün
Urfa ayağınızın altında… Babam daha taşınmadan kuşları için terasta betondan
bir oda yaptırdı, biz de çekiç, çivi, keser, kerpeten eğitiminden temelli
kurtulduk! Bundan iyisi can sağlığı?
Yaşamımızın bütün yönü bu yeni ev ile
birlikte değişti. Eski arkadaşlar eski mahallede kaldı. Yeni apartmanda yeni
arkadaşlar edindik. Karakoyun Deresi kenarında neredeyse bir futbol sahası
kadar büyük bir arsa da top sahamız oldu. Evde kardeşimle bana büyük bir oda
verildi, penceresinden de bütün Urfa manzarasının yanı sıra okulumuz görünüyor.
Evin en büyük lüksü bize göre hemen yanı
başımızdaki iki yazlık sinema bir de top sahasıydı. Balkona ya da terasa
çıkınca sinemaların locasında oturur gibi oturur, sahaya inince de kendimizi
gerçek bir top sahasında sanırdık.
Bir hafta boyunca her akşam iki Türk filmi
oynardı sinemalarımızda; etti mi sana dört film! Emel Sayın filmlerde sürekli
şarkı söyler, Tarık Akan onun sevgilisi; Cüneyt Arkın, Malkoçoğlu rolünde akın
üzerine akın tazelerdi “gavur” ellerine; Yılmaz Güney kabadayı olur, sağa sola
ateş eder ve filmin sonunda ölürdü; Türkan Şoray ise filmlerden öyle güzel
bakardı ki insana…
Yalnız balkonumuz her akşam tıklım tıklım
olur, akrabadan konu komşudan geçilmezdi. Çay kahve yapmaktan, su taşımaktan
bitap düşerdik bütün gece boyu. Bazen de gecenin bir vakti misafirlerimizin içi
ezilir; üvey annem ya yağlı kifte yapardı çarçabuk ya da çayın yanına
Urfallılar’ın tuzlusu külünçe çıkarırdı!
Bazı geceler sinemalarda halk müziği
konserleri olurdu. Sinemada artık adım atacak yer kalmaz, bakarlardı ki yapacak
bir şey yok duvarlar serbest olurdu, herkes üstünde! Önce uvertürler çıkardı
sahneye sonra solistler sonra da assolist! İbrahim Tatlıses diye bir genç vardı
biz yaşlarda, onu dinlerken bütün sinema, “Hee baboo ağzıya sağlık” sesleri ve
alkışlarla yıkılırdı!
Top sahamız Karakoyun Deresi yanında ya
onun için her gün topla cebelleşirdik!İlk yaptığımız maçlarda top sürekli
dereye kaçıyor ve tabii her seferinde birimiz topla birlikte dereye inip suya
çamura bulanmış halde eğlencemizi yukarıya çıkarıyoruz. Oysa binlerce yıldır
bizim “zararsız” dediğimiz dere, neredeyse her yüz yılda bir öyle bir gelirmiş
ki; her geldiğinde binlerce kişiyi önüne katıp götürürmüş. İmparatorlar mı
kalkıp gelmemiş İstanbul’dan onu ıslah etmeye, krallaryasaklar koymamış ama baş
edilememiş hırçınlığıyla.
Bir zamanlar çevresinde yapılaşmanın yasak
olduğu Karakoyun Deresi’nin kenarında biz şimdi top oynuyorduk. Kralımız duysa
kim bilir bize ne kızardı? Belki de kızmazdı çünkü kardeşim orada “futbolcu”
oldu. Futbola hep benden daha yatkındı; o günler boy da attı üstelik, artık ona
her fırsatta “zart zurt” edemiyordum. Ben de “bari başka türlü terbiye edeyim”
deyip herhal, temmuz sıcağında derenin kenarındaki top sahamıza indiriyordum ki
“antrenman yapsın, sol ayağını çalıştırsın.” Sonunda idmanlar faydasını
gösterdi kardeşim her geçen gün daha güzel vurdu topa ve bir “sol ayak”
kazandı!
Başka takımlarla büyük sahalarda iddialı
maçlar aldık ve takım için mahalleden yeni arkadaşlar bulduk. Hepsi de iyi
futbolcular. İçlerinde en kötüsü benim ama başlarından atamadıklarından beni
kaleye koyuyorlar. Bazen günümde oluyorum kaleden çıkıp ileri uçta oynuyorum.
Oynamak dedimse gidip bekliyorum öylece, top ayağıma denk gelirse gol atıyorum.
Kardeşimse her geçen gün daha iyi futbolcu oldu ve gün geldi Urfaspor Genç
Takımı’nın seçmelerini kazanıp takıma girdi sonrasında da A takımına sonra
Konya sonra İstanbul Tophane Tayfur ve Beşiktaş!
Yeni arkadaşlarımız Hallo, Ahmo ve Naco.
Hallo bağlama çalıyor müthiş; Ahmo top oynuyor müthiş; Naco ise elini kulağına
götürüp de hoyrata başlayınca yedi mahalle başımıza toplanıyor.
Daha içkiyi bilmiyoruz ama hevesleniyoruz
bir yandan da! Birinin evi boşaldı mı, “Hadi içelim bu akşam!” diyoruz. Hallo
et sote yapıyor ana yemek olarak, mezemiz de cacık, bir kaç domates, hıyar, bir
de pendir!
Bir şişe şarap alıp beş kişi paylaşıyoruz;
baktık yetmedi bir şişe daha... Kimimiz hemen kafayı bulup olduğu yere
yığılıyor kimimiz ise sağı solu toparlıyordu yakalanmayalım diye.
Arkadaşlarımızla Urfa’yı dolanıp duruyoruz
ama en çok, gelip gelip askeri kantinin yarım metre yüksekliğindeki duvarında
oturmayı seviyoruz. Diziliyoruz üstüne, bazı günler bütün zamanımız orada
geçiyor. Babam duvarın üstünde oturuşumuzu, “abdesthane ibrikleri”nin
dizilişine benzetiyor. Ancak duvarımız öyle stratejik bir yerde ki! Urfa’nın
işgalinde, Fransızlar’ın karargah olarak kullandığı, her tarafı mermilerle
delik deşik edilmiş iki adım önümüzdeki tarihi binadan gözler gibi kim geliyor
kim gidiyor biliyoruz. Bizden başka da “genç” yok ortalıkta.
En çok, Kırkmendil’in önümüzden geçişini
seyre dalıyoruz. Urfalılar ona bu adı, her gün yeni bir şey giydiği, üstelik
rengarenk giyindiği için takmışlar. Onu her gördüğümüzde, hemşerilerimizin
lakap uydurmadaki başarılarına şapka çıkarıyoruz. Ancak ya boynuna bağladığı
eşarba bir şey diyoruz kendi aramızda fısır fısır ya da eteğinin rengine bir
kusur buluyoruz. Zaten bizim dengimiz değil ablamız sayılır kim bilir belki de
teyzemiz!
Diğer kızların ise kimisi bir
arkadaşımızın yakını, bir başkası mahallemizin kızı bir başkası ise bize yüz
vermiyor. Zaten içimizdeki en yakışıklılar, eli yüzü düzgünler ağzı laf
yapanlar boş durmuyor, arayışları var! Hele ki kardeşim, Hallo ve Naco söz
konusu olunca...
“Bir şey çevirdikleri belli ama ne?”
Anlamak mümkün değil! Kendi aralarında fısıldaşıp, uzun süreli ortadan
kayboluyorlar ve bir gün geliyor ki çevirdikleri dolaplar bana kadar ulaşıyor,
yardıma ihtiyaçları var!
“Bize bir boş ev lazım!”
“Ne yapacaksınız evi?”
“Parti vereceğiz!”
“Parti ne demek?”
“Kız arkadaşlar geliyor, dans ediyorsun!”
“Kız arkadaş ne demek?”
“Sevgili!”
“Sizin sevgiliniz mi oldu?”
“Evet yeni oldu!”
“Benim niye haberim yok?”
“………………”
“Bana da kız ayarlarsanız olur!”
Anlaşıyoruz. Ancak önce boş bir ev
ayarlamak lazım, bu “umut” tartışılıyor sonra da gerçekleşme olasılığı en
yüksek ev, içten ve dıştan gözetim altında tutuluyor. Ardında da malzemelere
geliyor sıra!
“Bir kere pikap ve plak bulmak şart.”
“Niye?”
“Yoksa dans edilmez, edilmezse de kızlara
yaklaşılmaz.”
“………………”
Bu görevi yerine getirebilecek bir kişi
belirleniyor ve pikabın getirilmesi, başına bir kaza gelmeden kullanılması ve
sonunda sahibine götürülüp iade edilmesi görevi, ona veriliyor. Sonra
istihbarat faaliyeti başlıyor ki buna herkes katılıyor.
“Analığım belki bu hafta anasına gider.
Giderse akşama zor döner. O zaman bizde yaparız partiyi!”
“Dur bakalım belki ablam kabul gününe
gider. Evi ayarlarım ama en çok eniştemden korkuyorum bazı günler eve erken
geliyor.”
“Oğlum kızlara erkenden haber vermek
lazım. Evden nasıl çıkacaklar? Anaları babaları yok mu?”
“Ulan ne anası babası, ne karıştırıyorsun
onları! Sen evi ayarla, gerisini biz hallederiz.”
Birkaç kez, ayarlanan evlerde parti
yapıldı ama benim için ne gelen vardı ne de giden? Ben de parti düzenlemelerine
olan yardımımı ya kestim ya da işi ağırdan almaya başladım. Sonunda bir gün
biri gelip, “müjde”yi verdi, bana da bir kız bulunmuş! Ancak bir şartla, kız
gelecek beni partide görecek, eğer beğenirse sonrası için haber verecek!
Kız geldi. Biraz ufak tefek ama olsun. Ben
onu beğendim! O beni beğenecek mi? “Onu da haftaya göreceğiz” diye düşünüp
beklemeye başladım. Yalnız arkadaşlarım, “İyi de hafta dedikse hemen haftaya
değil. Nerde öyle hemen kolay ev ayarlamak!” diye de yüreğime not düştü!
Sonunda bir hafta dediğimiz süre bir aya
çıktı ve benim de bir kız arkadaşım oldu. Gerçi dans etmeye çalışırken el kol,
boy pos ayarlaması konusunda biraz zorlanıyorum ama hiç olmazsa ayağına
basmıyorum. Bizim “ayılar” doğru düzgün dans etmesini dahi bilmiyorlar! Zaten
dertleri de dans etmek değil...
Sabahları okul için çocuklar zor kalkar
ama biz neredeyse sürünerek kalkardık yataktan. Hatta yatağın keyfini biraz
abartır, penceremizden kapısı görünen okula son giren öğrenciler olurduk.
O yıl kardeşim orta okulun ikisine ben
üçüne başladım. Başladım ama ne başlamak! İlk gün teneffüse çıktık. Orta katta
sınıfım... Tam merdivenlerin başına geldim ki üst kattan bir kız iniyor, etrafı
da bir sürü kızla çevrilmiş. Çevrilmiş ne demek halelenmiş! Kız bir yandan
konuşuyor bir yandan öyle güzel gülüyor öyle güzel gülüyor, gülümsüyor ki
“sankim melek!”
Bizimkilere benzemiyor bu, farklı; belli
ki bir yerlerden gelmiş Urfa’ya... Bir kere dal gibi ince, bizimkiler etli
butlu olur; eli ayağı beyaz bunun, bizimkiler esmer ev ekmeği gibidir; gözleri
yeşil bu kızın, “Anzılha’nın suları gibi”, bizimkilerin gözleri zeytun habbesi
gibi olur ya ufak ya büyük ya kahverengi ya da kara!
Çarpıldım! Kız anında “cigerim” oldu! Bu
arada okulda bu “ciger” muhabbeti çok yaygın olduğundan hatta bazı
arkadaşlarımız öylesine uzaktan uzaktan herkesi “ciger” niyetine
sevdiklerinden, haplarını atıp kafayı bulduklarından, göğüslerini jiletle
parçaladıklarından ve bunu bir “övünç” meselesi yaptıklarından, sonunda benim
de bir “ciger”imin olmasından sonsuz mutluluk duydum ama kimselere söylemedim
varlığını, kendime sakladım.
O gün derslerin sonunu, her teneffüste onu
görmeme rağmen zar zor getirdim. Zil çalınca koştum okul kapısına, bekledim.
Çıktı, karşı caddeye geçti, sola döndü birkaç adımdan sonra da sağa… Karakoyun Deresi’nin üstündeki tarihi köprüye
doğru ağır ağır tek başına yürüdü ve bizim mahalleye yöneldi. O an mahalle
değil sanki bütün Urfa benim oldu.
Kız köprünün sonunda askeri kantine
uğradı, ben de fırsattan istifade gelip her zaman oturduğumuz duvarımıza
yığıldım. Bir daha da yerimden kalkamadım. Çıktı sonunda kantinden, yürümeye
başladı dosdoğru evine, arkasında da nerdeyse okulun bütün erkekleri… Yürüdü
yürüdü tam gözden kaybolacakken bir apartmandan içeriye girdi, duvarın üstünden
kalkmazsam tam karşımdaki apartman, ufuk çizgim oldu.
Artık boş zamanlarda da dolu zamanlarda da
hep duvarın üstündeyim. Oturuyordum ama kalkamıyordum yerimden. Bazen de
evimizin terasından kuşbakışı geçeceği yolu gözetliyordum. Şansım yaver giderse
birden yolda beliriveriyor ya kantine gidip hemen geri dönüyor ya da kim bilir
nereye?
Benim için danslı partiler, kız arkadaş
dönemi bitti. Kendimi eve kapayıp, boş zamanlarımda şiirler yazdım defterler
dolusu… Bazı günler üvey annem kız kardeşlerimi alıp kabul gününe giderse, ev
bana kalırdı ya düş kurardım ya da pencereden başımı alamaz yol mahkumu
olurdum!
Aşıktım! Hem de deliler gibi... Lakin
aşkın tadını çıkaramıyordum ki! Evdeki duygusal ve de melankolik saatlerim
fazla uzun sürmüyordu. Nedeni de ne biliyor musunuz? Urfalılar’ın fırında yemek
pişirtmek ve fırından ekmek almak sevdası!
Üvey annem kız kardeşimi alıp öğlenden
sonraları, “kabul günleri”ne ya da konu komşuya giderdi. Dönünce de çoğunlukla
yemek yapmaya vakti olmadığından hemen önüne bir alimünyum tepsi çeker,
patlıcanları yığar tezgaha ve başlardı üç parmak kalınlığında doğramaya sonra
da yarım kiloluk kuzu kıymasından (bizim ailenin yemeklik et miktarı hep yarım
kilo kaldı) ceviz büyüklüğünde parçalar koparır, bir patlıcan bir et dizerdi
tepsiye…
Dıştan başladığı dizme işi sonunda
tepsinin ortasında sonlanır ve odamın kapısını vurup, “Tepsi kebabı hazırladım
hadi fırına götür, akşam da alırsan yeriz lee!” derdi ve ardından da eklerdi,
“Evde heç ekmek de kalmamış dört tene de açık ekmek al!” Bu laflar benim deliye
dönmem için yeterdi de artardı bile.
Evdeki tek erkek bendim her zaman, bizimki
kim bilir hangi sahada top peşinde olurdu o saatlerde! Yapacak bir şey yok,
“Hayır!” desem, akşama babam bunun hesabını sormayacak mı, “Tepsi niye fırına
götürülmedi? Evde tezze ekmek niye yok?” demeyecek mi? Çaresiz, “Peki!” derdim.
Evden çıkar tarihi binanın delik deşik
olmuş duvarının dibinden yokuşu tırmanırdım. Tam binayı dönecekken en korktuğum
yere geldiğimi anımsayıp başlardım dua etmeye, “Allah’ım ne olur Allahım; güzel
Allahım balkonda olmasın, ne olur olmasın!”
Aşacağım sokak o kadar uzundu ki, korkudan
rengim atar, her yanımı ter basardı. Kafam, tepsi kebabının sarıldığı gazete
kağıtlarına gömülü, neredeyse koşar adımlarla hızla sokağı geçip fırına doğru
sola dönerdim; dönerken de kafamı kaldırmadan göz ucuyla “cigerim”in
balkonlarına bir göz atardım, ki orada yoksa dünyalar benim olurdu!
Fırında bir tehlike yok çünkü onlar
yabancı; bizim gibi sabah akşam tepsi kebabı, ölü balcan, çömlek, kıymalı,
pendirli ekmek yemiyorlar ki! Yemeyince pişirtmiyorlar ki karşılaşalım! Her
sabah fırından dırnaklı (tırnakla şekil verilenekmek ya da küncülü ekmek (susamlı);
her öğlen ve de akşam, yemeğine göre ya açık ya da dırnaklı ekmek almıyorlar ki
onlar “somun ekmek” yiyor, karşılaşmamız imkansız!
Müjgan’ın sadece adı kalmıştı aklımda,
zaten o “Çocukluk aşkıydı!” Peki gerçek aşk? Hiç başıma gelmemişti ki nereden
bileyim? Tek bildiğim, bizim ailede ortanca amcamdan sonra şimdi en büyük
ikinci aşığın ben olduğumdu! Ya sonum onunkine benzerse?
Amcam, 40’ların sonuna doğru gelindiğinde
yakışıklı bir Urfa delikanlısıymış. Kendi halindeymiş sessiz, sedasız... Hiç
arkadaşı yokmuş! Bütün eğlencesi hafta sonunda Anzılha’ya gidip çay içerek
etrafı seyretmek, akşam üzeri de Harrahman’da yüzmekmiş. Amcam bu alışkanlığını
neredeyse karakışta da sürdürürmüş. İyi yüzücüymüş amcam. Hani demiştik ya
“biraz inatmış!” Allah vere bir şeye, “Evet” ya da “Hayır!” desin bir daha geri
dönmezmiş sözünden; bu yüzden babamdan sık sık dayak yediğini de belirtmiştik
ama nafile kalmış bu çabalar, “kusur” kalmış üstünde, hiç vazgeçmemiş
inadından!
Amcam dedemin yanında erken yaşta çırak
olarak çalışmaya başladığından ve neredeyse bütün işleri olağanüstü bir çabayla
ve çabuk yaptığından, dükkanın demirbaşıymış. Okula göndermemişler, o da okur
yazar olamamış. Ancak amcam okulu severmiş.
Öğlenden sonraları dükkandaki işini erken
bitirir, üstünü başını silkeler, bir koşu Gümrük Hanı’na gider, hanın
ortasından akan Harrahman suyunda elini yüzünü yıkar, saçlarını da kemik
tarağıyla horozlu aynasına bakıp taradı mı soluğu hemen dükkanlarının yanındaki
Mithatpaşa Mektebi’nde alırmış.
Amcam okula, Sara’yı görmeye gidermiş.
Okul önünde öğrencilerin gün sonu telaşını izler, kuşlar gibi cıvıldaşan kendi
yaşıtlarına gıpta ile bakarmış ama onun aklı fikri Sara’daymış. Sara kapıda
göründü mü onu bir telaş alır, yüzü utançtan kıpkırmızı kesilirmiş. Derken Sara
arkadaşlarıyla vedalaşır ve evine giden yola sapar, amcam da Sara’yı usulca
Çakeri Mahallesi’ne kadar takip eder, kapılarından geri dönermiş.
Sara bir Yahudi kızıymış, beyaz tenli ve
kumral; yaşıtlarına göre de biraz fazla gelişmiş! Sara çok güzel bir kızmış
çok! Onun için okul önünde kavgalar çıkar sopalar çıkarılır, bazen de bıçaklar
çekilir, gençler birbirlerine girermiş! Sara bütün bu olup bitenlere aldırmaz,
evinden okula nasıl sessiz sedasız geldiyse yine öyle geri dönermiş. Sara, amcamın
kendisini usulca takip ettiğini bilir, diğerlerinin şamatasına ise gülüp
geçermiş.
Sara’nın ailesi ve akrabaları Urfa’nın
hatırı sayılır zenginlerindenmiş. Kentin hem ticaret hayatında hem de nüfus
yoğunluğu içinde yüzyıllardır önemli bir yere sahip olan Yahudiler, 40’lı
yılların sonuna gelindiğinde ticaret yaşamında yine etkinmiş. O zamanki
cemaatleri de 40, 50 aileye yakınmış.
Sayıları her geçen gün azalan bu Yahudi
ailelerinden birinin büyük kızı olan Sara’nın, üç de erkek kardeşi varmış. Sara
okul dönüşünde daha önlüğünü çıkarmaya fırsat bulamadan küçük kardeşleri
tarafından kendileriyle oynasın diye eteğinden çekiştirilir, o da onları
kıramaz, oyunlarına katılırmış. Onlarla çelik çomak, kör ebe ya da saklambaç
oynar bazen de o güne kadar kentte “eşi menendi görülmemiş” bir şey olan
Urfalılar’ın bazen “cansız at” bazen de “velespit” dedikleri bisiklete
binmelerine yardımcı olurmuş.
47 yılı ocağın son günü, Urfa’da yüzlerce
yıldır süren Müslüman-Yahudi birlikteliği bir katliamla son bulmuş. Çakeri
Mahallesi’nde Yahudiler’in oturduğu bir evde, 65 yaşındaki Semha ile 17
yaşındaki Yakov, 42 yaşındaki İshak ile 40 yaşında, 6 aylık hamile karısı
Mazel, 15 yaşındaki Yosef, 8 yaşındaki Ester ve 6 yaşındaki Raşel gözleri
oyularak, parmakları kesilerek öldürülmüş.
Bu katliam sonrası Urfa’da sosyal yaşam
alt üst olmuş. O günden sonra Yahudiler evlerine çekilmiş, dükkanlarını açmamış
ve işe gitmemiş. Aylarca katliamın, kimlerce ve niçin yapıldığı konuşulmuş. Bir
sürü laf üretilmiş, dillendirilmiş.
Müslümanlara göre Yahudiler’den biri
Müslüman olmuştu ve bunun üzerine Yahudiler kutsal kitaplarının emrettiği gibi
dininden dönenin ailesini katletmişti; Yahudiler’e göre ise Müslümanlar’ın
işiydi!
Kentte süren adli soruşturma sonucu,
Urfalı Yahudiler’in önde gelenleri başta olmak üzere bir sürü insan gözaltına
alınmış, ardından da tutuklanmış. Adli süreç aylarca sürmüş; tutuklular ve
davaları Malatya’ya nakledilmiş.
Olanlar olmuş bir kez ve Urfa’da çeşitli
zamanlarda çeşitli “badireler” atlatan, 2. Dünya Savaşı’ndan kurtulan
Yahudiler, Urfa’yı terk etmeye karar vermiş. Ailelerin çoğu yeni kurulan
İsrail’e göç etmiş bir kısmı da İstanbul, İzmir gibi büyük kentlere dağılmış.
Amcam Sara’nın ardından deliye dönmüş!
Artık okulların yanından bile geçemiyor, Çakeri adını bile duymak istemiyormuş,
yalnız arada bir “Sara!” dediği işitilmiş, bir de nenemden o çok sevdiği Yahudi
kiftesini yeniden yeniden yapmasını ister olmuş!
O günden o uğursuz geceden sonra amcam bir
daha hiç düzelmemiş gittikçe daha da içine kapanmış, zaten pek konuşmazmış
şimdi hiç ağzını açmaz olmuş. Bizimkiler çareyi amcamı askere göndermekte
bulmuş, “Gelince de nasıl olsa evlendirir baş göz ederiz” diye düşünmüşler.
Öyle de olmuş!
Amcam Sara’yı bir daha hiç görmedi.
Evlendi, çocukları oldu ve gün geldi ilk kalp krizinde hayatını kaybetti. Bense
İstanbul’da bir tesadüf sonucu Sara’nın hayatta kalmış akrabalarının evinde on
yıllardan beri saklanan kabak oyacağı ile oyulmuş dolmalar yedim, türlü türlü
yemekler tattım. Evin en yaşlısı ogünlerin Urfası’nı ve yaşadıklarını
anlatırken, söze, “Evimiz hestexananın yanındaydı” diye başladı.
“Yahudi kiftesi et suyuyla Yapılsa daha
Hoştur!”
Yahudi kiftesi yapmayı Nenem’den sonra
bibim sürdürdü; ancak her zaman değil! İsteyen olursa! O isteyen de her zaman ben
oldum.
Bu bir Yahudi yemeği ama Urfalı
Yahudilerin! Hemşerilerimden kala kala bir tek bu yemek kalmış şimdilere!!
Yahudi kiftesi müthiş lezzetlidir tıpkı
diğer Urfa yemekleri gibi… Ana malzemesi tabii ki bulgur ama bulgur birbirini
tutsun kifte “perk(kuvvetli) olsun” diye çiriş (yarmanın çekilmiş hali) ana
malzeme hatta olmazsa olmazı.
Bibimle bir araya
geldiğimizde bazen ben istemeden Yahudi kiftesi hazırlığının yapıldığını
görürüm. Çünkü çiriş suya yatırılmıştır, “Dıbıklansın” diye. Yani helmelensin,
çözülsün tutkal gibi olsun ki Yahudi kiftesinin kiftesi yoğrula.
Kiftenin önce içi
hazırlanıyor: Kuzu kıyması, kuru soğan, kuru isot, karabiber, tarçın, maydanoz
ve tuz.
Sıra kiftenin
yoğrulmasında: 2 pay çirişse bir pay bulgur, hadi bilemedin 1.5 pay; az kuru
isot “renk versin” diye, karabiber, tarçın ve tuz.
Harç karıştırılıyor ve
bir kenarda bekletiliyor; kifte yoğrulup bitince bu sefer ceviz büyüklüğünde
koparılan kifteler el ayasında açılıp içine iç malzemeden bir miktar ekleniyor,
bir büyük zeytin kadar, ardından bir uç diğer ucun üstüne kapatılıyor. Tıpkı d
harfi gibi! Küçük bir d harfi.
Yahudi kiftesi salçalı
suda haşlanıyor ama diyor ki bibim, “Et suyu olsa hatta az biraz içinde nohut
olsa, daha hoştur.” Kifteleri suyun
içinde epeyce fokurdatmak gerekiyor, “adam akıllı” yani. Pişmesi, suyun üstüne
çıkmalarından belli!
Yahudi kiftesini
yoğurt/sarımsak dökerek yiyen varmış ama bizim ailede buna rastlamadım.
Her olağanüstü durumda
sınıfta kalıyorum ya yine kaldım ve ciğerim ve kardeşim gelip beni yakaladı,
babam da benden umudu kesti… Lise de evden epey uzaklara taşındı. Okula
ayaklarımı sürüye sürüye gidip gelir oldum!
Okul yeni ve güzel. Benim akıl ise bir
gidip bir geliyor. Her şeye karşı çıkıp tersleniyor önüme gelenle kavga
ediyorum. Sınıfta dalaşmadığım kimse kalmadı sonunda Kürt bir çocuğu birini kızdırıp çocuğun “dört yüz dört”
diyememesiyle alay edip yüzüne karşı “dürt yüz dürt” dedim dayağı yedim. Beni
iki kolumdan tuttuğum gibi kaldırıp kara tahtaya çarptı; yerden kalkınca sol elimle bir yumruk
salladım, çocuk yerine cama rast geldi! Üç dikiş atıldı, babam ses etmedi!
Aradan bir zaman geçti geçmedi sınıfta
yine bir çocuğa bulaştım! “Dışarıda görüşürüz!” dedi, aldırmadım. Birkaç ders
sonrasında da unuttum gitti. Okul dağıldı. Öbek öbek dışarıya çıktık Hem
yürüyüp hem de arkadaşlarla, laflıyoruz. Dalmışım, kim bilir nerelere! Omzuma
bir el dokundu, döndüm. Suratımda bir yumruk patladı; Tomiks’teki Teksas’taki
yıldızları hayal sanırdım gerçek oldu; daireler içinde yıldızlar uçuştu uçuştu kendime
geldiğimde sedyesindeydim. Babama, “Çene kırık!” dedi doktor ve ekledi, “Hemen
Ankara’ya, Gülhane’ye gitmesi lazım.”
Akşam üstü bindik otobüse, Ankara on yedi
on sekiz saat, git git bitmez; bittiğinde de yarı baygın indim gara...
Gülhane’de “tabip yüzbaşı” oturttu beni bir koltuğa, erler elimi kolumu
bağladı. Yüzbaşının elinde çelik teller, başladı bir diş kökümden geçirip
öbüründen çıkarmaya. Her dişi tek tek çelik tellerle sardı, uçlarını birbirine
düğümledi, yukarıya kaldırdı. Üst çenem bitti. Alt çenemden başladı, sıra
kırığa geldi eh biraz ‘’fazlaca’’ ağrıdı ve sonunda alt ve üst çenemdeki
dişleri lastiklerle birbirine raptetti ve “Aferin sana! Bu masadan bayılmadan
kalkan asker olmadı” diye de ekledi. Sonradan öğrendim ki askerlerin çenelerinde
benim gibi yumruk değil dipçik patlarmış!!
Ne ise bindik otobüse akşamında Urfa’ya
döndük. Raporum okula verildi bir süre izinli sayıldım. Çenem bir buçuk ay
bağlı kaldı. Bir cam boru aldım eczaneden; bisküviyi ezip sütle karıştırdım v
sütü boru yardımıyla içtim! arada da sulu yemeklerin suyundan verdiler taze
fasulyeden, bakladan… Zaten Urfa’da kaç tane sulu yemek var ki?
Tam bir deri bir kemik kalmışken yeniden
Ankara’nın yolu göründü. Cebime babam, amcalarım, harçlık koydu ki iyi paraydı.
Tek başıma otobüse binip Ankara Gülhane’ye gittim çelik dikişlerimi aldırdım!
Aldırdım da çenem bir parmak kalınlığında açılıyor. “Kireçlenme var” dedi tabip
yüzbaşı, egzersiz verdi.
Akrabaların evine koşup, o günün kısmeti
et köftesinin köftesini, ufalayıp ufalayıp dişlerimin arasından ağzıma tıktım!
Küçülen midemin nefsini körelttikten sonra başladım çene egzersizine: Aç kapa
aç kapa!
Birkaç gün geçti geçmedi sonunda bitim
kanlandı, Ankara’yı gezmeye çıktım, param da var ya! Ankara’nın neresi gezilir?
Bir yerini biliyordum oraya gittim: Gençlik Parkı’na!
Gölün kıyısına oturup yeşil sularına
baktım, susuz fıskiyeyi seyrettim, ağaçların altında dolaştım ve gele gele
lunaparka geldim. Öğlen vakti, ortalıkta
pek kimse yok.
ama biraz ileride bir masa var, etrafında
birkaç adam… Yanaştım.
Masanın üstünde çivilerle ayrılmış
rengarenk bir daire var, adamın biri ha bire döndürüyor. Masanın kenarda da
lastikten bir ucu sivri bir işaret var. Adam döndürüyor daireyi, yuvarlak
dönüyor dönüyor sonra lastik işaret bir numarada duruyor. Yan masada da
ortadaki yuvarlakta olan numaralar ve renkler var. Parayı koyuyorsun o
renklere, senin rengin gelince kazanıyorsun!
Biraz seyrettim baktım para koyan adamlar
ha bire kazanıyor, ben de para koydum, kazandım! Bir daha koydum, yine
kazandım. Sonra biraz kaybettim, yine kazandım. Daireyi döndüren adam “Bu sefer
bir basan, iki misli alacak” dedi, bahisleri yükseltti. Yine para koydum,
kazandım. Hırslandım, biraz daha fazla para koydum, bu kez kaybettim. Adam yine
bahisleri yükseltti, son paramı koydum tahtaya ve tabii kaybettim!
Bütün param gitmiş harçlığım bitmişti!
Başladım ağlamaya; adamlara yalvardım, “durumumu” anlattım, bir daha anlattım
bir daha yalvardım, bir daha ağladım sonunda acıyıp halime kaybettiklerimin bir
kısmını geri verdiler. Bir ay kalacağım Ankara’dan on günde döndüm.
Bu arada çenemi kıran ceza aldı bir süre
sonra da cezaevinde öldürdüler.
“Artık büyüdüm!” kararını verdiğimde,
birinci sınıfı tekrarlayıp, son “çift dikiş”i ince ince teyelliyordum yine…
Birden bir “ağırlık” kendiliğinden gelip üstüme yapıştı! Artık kimseyle kavga
etmiyordum! Daha çok dinleyip daha az itiraz ediyordum daha çok sevip daha az
nefret ediyordum ve daha çok düşünüyordum; büyüdüğümü böyle karar verdim.
!Sınıf kalabalıktı. “Kıdemliyim” ama
gönlümce oturacağım doğru dürüst bir sıra yoktu; ben de gittim okul demirbaşı
olan bir sandalye buldum deri kaplı; getirdim en arka sıraların arasına koydum.
Bir iki gün oturdum, ardından sınıftakiler söylenir oldu. Fazla “imtiyazlı”
olmuştum! Sınıf hocamız edebiyatçı İzzet Hoca “Profesör’ün sandalyesi yerinde
duracak kimse dokunmayacak” dedi ondan sonra rahat ettim.
Dersler iyi, en çok edebiyatı seviyorum;
İzzet Hoca’nın her söylediği her örneklediği veciz laf kulağımda yer ediyor.
“İnsanın bir dostu az, iki dostu fazladır” diyor ki, “Çok doğru” diyorum
içimden. Kompozisyon sınavlarından sürekli on üzerinden “on” alıyorum. Hoca
sınıfta “En güzel kağıt” diye okuyor yazdıklarımı… Okulda sınıflar arası
münazaralar yapılıyor kimi zaman “Kalem kılıçtan keskindir!” tarafında olup
kalemi kimi zaman da “Kılıç kalemi keser!” olup kılıcı savunuyorum. Hep
kazanıyoruz!
Boş zamanlarımın büyük kısmını halk
kütüphanesinde geçiriyorum… Zola’nın Nanası’yla, Tolstoy’un Anna Karaninası’yla
orada tanışıyorum, bazen de eve Jack London’ın Vahşetin Çağrısı’yla geliyorum
ki keyfime diyecek yok!
Eski evimizde otururken bizden büyük bir
ağabeyimiz vardı… Ankara’da ODTÜ’de okurdu. Urfa’ya geldiğinde bize sokak
arasında ODTÜ’yü; en çok da uçsuz bucaksız okul arazisinde beyaz bir ata binen;
üniversitenin öğrencisi olmamasına rağmen okul içinde elini kolunu sallayarak
dolaşan; polisle kavga eden ve bir türlü yakalanamayan ve zapt edilemeyen Deniz
Gezmiş diye birinden söz ederdi.
Sözünü ettiği Deniz Gezmiş’i bir süre
sonra bütün Türkiye konuşur olmuştu!!Deniz her geçen gün yeni bir “olay”ın
içinde, bir gün bir bankanın soyulmasında bir başka gün ise birkaç
Amerikalı’nın kaçırılmasında adı geçiyor ama bir türlü yakalanamıyordu; tıpkı
ODTÜ’lünün dediği gibi. Hatta Urfa’ya bile geldiğinden söz ediliyor! Okuldaki
herkes hayran Deniz’e adı dillerden düşmüyor. Artık bir efsane o! Bir örgütü
varmış adı Dev-Genç, katılmak istiyoruz ama nerede olduğunu nasıl
katılacağımızı bilmiyoruz. Okul çalkalanıyor heyecandan… Bir de Mahir Çayan
diye birinden ve arkadaşlarından söz ediliyor ama onları pek kimse “tutmuyor!”
Hiç kaçırmadan öğlen haberlerini dinlerdi
babam şimdi de benim kulağım radyoda. Her gün Denizler’in, Mahirler’in yeni bir
eylemini öğreniyorum: Deniz Gezmiş, Ankara’da İşbankası Emek Şubesi’ni soydu.
Deniz Gezmiş, Ankara’daki Balgat Amerikan Üssü’nden dört eri kaçırdı. Mahir
Çayan ve arkadaşları, İsrail’in İstanbul Başkonsolosu’nu kaçırdı. Çayan
cezaevinden kaçtı! Devrimciler sürekli “eylem” koyuyor!
Her radyo dinleyişinde ya da gazete
okuduktan sonra “Memleket çok karışık bunun sonu iyi değil” derdi babam ve bir
12 mart günü, “Askerler muhtıra verdik diyorlar ama bunun adı darbe!” deyip,
birlikte yaşadığımız ikinci darbeyi de yorumladı. Darbenin üstünden birkaç gün
geçmemişti ki Deniz, Gemerek’te yakalandı, benim de keyfim kaçtı; Deniz
yakalanmaz sanıyordum!
Birkaç ay sonra hamile olan üvey annem bir
kız doğurdu. Kardeşime isim koyma hakkını bana verdiler ben de “Deniz!” dedim
adına.
Teyzemlerden uzun zaman haber alamadık…
Babam bir gün bir mektup getirdi, bankaya gelmiş. Açtık okuduk, iki teyzem
kızı, iki de arkadaşları, Urfa’ya bizi görmeye ve gezmeye gelmek istiyor. Hemen
cevap yazıldı ki, “Memnuniyetle… Başımız üstüne... Bekliyoruz…”
Geldiler nisan sonuna doğru… Dört kız!
Sarıldık kuzenlerle birbirimize hasret giderdik, konuştuk konuştuk… Annemden… Teyzemden…
İstanbul’u anlattılar uzun uzun sonra da
“devrim”den söz ettiler, devrimcileri anlattılar bana ve eklediler, “Artık
başka kitaplar da okuman gerek!”
Bir sürü kitap getirmişler, Gorki’nin
Ana’sı, Ve Çeliğe Su Verildi, Felsefenin Temel İlkeleri, Nazım Hikmet şiirleri…
Bir de yanlarında “Fikret Otyam!” diye bir adamın birkaç kitabı.
Tekrar tekrar okuyup duruyorlar. Kitaplar
hep Urfa’dan söz ediyor. Şimdiye kadar hiç birini okumamışım ve kızlar
okumadığım şeylerden sormaya başladılar!
“Harran’a nasıl gideriz?”
“Kolay, gideriz…”
“Oradan da Sogmatar’a gider miyiz?”
“Neresi orası ki bilmiyorum!”
“Bak haritada hemen Harran’ın yanında
görünüyor!”
“Eee o zaman kolay, Harran’a gitmişken
oraya da gideriz.”
“Ya Şuayip şehrine?”
“……………..”
“Ceylanpınar’a ceylanları görmeye de gider
miyiz?”
“Yog orası uzak, hem ben hiç gitmedim ki!”
Kızların fotoğraf makineleri var, durmadan
fotoğraf çekiyorlar… Günlerce saatlerce geziyoruz Urfa’yı, Harran’ı, Şuayip
şehrini, Sogmatar’ı… Babam gezmemize değil de kızlarla sarmaş dolaş olmamıza
fısır fısır konuşmamıza bir anlam veremiyor, “Hiç ateşle barut yan yana olur
mu?” diyor. “Geri kafalı diyorum” içimden.
Üvey annemse Urfalılar’ın misafir
ağırlarken yaptıkları en ağır ve zahmetli yemekleri yapıyor: İçli kifte,
boranı, tiritli kifte! Bazen de ağzı açık, ağzı yumuk. Fırına daraklık
götürdüğüm de oluyor kıymalı da; havanın güzel olduğu günlerde de terasa yer
sofrası serip yımırtalı kifte yiyoruz Harran’a karşı!
Bir gün misafirler geldiği gibi gitti. Çok
şeyler öğrendim onlardan çok şeylere de umutlandım. seneye görüşmek dileğiyle
Sözleştik
Haziran bitip sınıfı da geçince kardeşimle
İstanbul’a gitmek bize “mükafat” oldu. O gezip tozdu bense kızlarla sabah akşam
çay bahçelerindeydim, Moda’da, Bomonti’de…
Okuyoruz durmadan okuyoruz… Arada
kitaplardan başımı kaldırıp aşağıya denize, Kadınlar Plajı’na bakıyorum göz
ucu… Tahtadan kazıkların üstünde bir sürü soyunma kabini… Dört bir etraf kabin…
Ortası deniz! Kabinlerin önünde kadınlar, genç kızlar güneşleniyor; arada da
denize batıp çıkıp tekrar tahtaların üstüne seriliyorlar… Bazen sandallar
yaklaşıyor Kadınlar Plajı’na, bekçiler hemen düdüklerine asılıp gelenleri kovalıyor; ben de kitabıma geri dönüyorum:
Diyalektik Materyalizm!
Bazen biz de denize gidiyoruz! Zaten nedir
ki Şifa’dan yürü, iki adımda Kurbağalı Dere’desin sonra Kalamış kumsalı ve
Todori. Kızların iskelede pancar motor takılı bir küçük bir kayığı var;Pıtır
pıtır Fenerbahçe önlerine geliyoruz, askerler kovalamazsa Orduevi’nin önünden
yoksa Demiryolları Kampı’nın açığından denize giriyoruz.
Yaz iyice kendini gösteriyor İstanbul’da…
Getirdiğim giysiler öyle “pek matah” şeyler değil hem “devrimci kıyafeti” hiç
değil! Kapalıçarşı’ya gidiyoruz… Kamyon brandası kalınlığına yakın bir kumaş
alıyor kızlar, haki renk, pantolon için… Cepsiz bir pantolonum oluyor sonunda,
üstümden hiç çıkarmıyorum! Bir de yeşile boyanmış yakasız fanila giyince iyice
devrimcilere benziyorum! Ayaklarıma da Urfa’dan alınmış kırmızı yemeniler
giyiyorum.! ‘’Bu pek devrimcilerin giyeceği bir şey değil ya neyse!’’ diyorum
içimden
Bazı günler kızlarla akademiye gidiyorum.
Onlar koridorlarda kaybolunca beni bir arkadaşlarına emanet ediyorlar: Hasan
Abi! Dehşetli bir adam bu “abi!” Kıçında benimkine benzer bir pantolon,
sırtında da yine benimkinin eşi bir fanila haki, belli ki kızların marifeti!
Bir de bıyığı var ki “Tam devrimci bıyığı!” benimki onun yanında “pisik teli!”
Konuşkan bir adamdı Hasan Abi, her şeyden
söz ederdi kafası estiğinde hele aşktan ve kadınlardan söz edince mest olurdum.
Çünkü herkesin bilip de bilmezden geldiğini o bilir, “yok” saymazdı.
Hiç “devrimci”ye benzemezdi ki bir kere.
Bazen beni alıp Fındıklı Yokuşu’nda bir yerlere götürürdü bira içmeye. Kimi gün
sabah sabah kimisinde biraz daha vakitlice! O konuşur ben dinlerdim o konuşur
ben dinlerdim, ağzından bal akardı sanki… Sonunda onu dinleye dinleye sabah
akşam bira içe içe hayatımın geri kalanında da sürecek “güzel” bir alışkanlık
edindim: Bira!
O yıl Urfa’ya mart sanki erken geldi.
Gelirken de hiç görmediğim yaşamadığım, kırkikindi yağmurlarını getirdi ki
dinmek bilmiyor. Tam adına yakışır gibi yağıyor, kırk gün, hep ikindide!
Bazı günler Tektek Dağları’ndan geliyor
kara bulutlar, bir başka gün Harran Ovası’ndan bir gün de Karacadağ’dan, canı
isterse Akabe Boğazı’ndan! Bir anda gökyüzünü bulutlar kaplıyor; sanki çok
aceleleri varmış da bir yerlere yetişecekmişler gibi yüklerini çabucak boşaltıp
geldikleri gibi yine koştura koştura gidiyorlar!
“Madem kırkikindiler bu kadar güzel
yağıyor, kaldırdıkları toprağın kokusu bu kadar da hoş, bu keyfin keyfini
çıkarmak gerek” diyorum ve misafir odasından çalıp da sakladığım Bahar
paketinden bir sigara yakıyorum yedinci katta, bulutlara yakın. Dalıp gidiyorum
bazen uzaktaki dağlara kimi kez yanı başıma mezarlığa, bazen de aşkıma!
Gök gürledi yağmur yağıyor bir nefes, gök
gürlemeye devam ediyor yağmur da kesilmedi hadi bir nefes daha derken derken
sonunda birkaç günde becerdim sigara içebilmeyi!
Bize geceleri dışarı çıkmak yasaktı.
Sinemaya, kahveye “öyle olur olmaz yerlere” gidemezdik. “Urfa’da oğlan çocuğu
yetiştirmek kız çocuğu yetiştirmekten zordur! Hele bir yaşıyızı başıyızı alın,
bilegiyiz zor bükülür olsun o zaman gidersiz!” derdi babam. Ancak artık dışarı
çıkma yaşına gelmiş, “Yetişme çağımızı Allaha şükür, kazasız belasız atlatmış
şeyimize şey değdirtmemiştik yani. Ancak babam nereden bilecekti ki “asıl film”
şimdi başlıyor, otuz iki kısım tekmili birden…
Küçük kardeşim yani “babamın belalısı”,
küçüklüğünde o kadar haylazdı o kadar ele avuca sığmazdı ki ne sille tokat ne
hortum ne odun kar eder ne de evin bodrum katına kapamak! Ancak gel gör ki
şimdi durulmuştu. Sabah okuluna gidiyor, öğlenden sonra da antrenmana; sigara
içilen kahvelerden uzak duruyor arada bir bilardo ya da masatenisi oynamak için
oyun salonlarına gidiyordu, o kadar! Üstelik akşamları evden çıkmıyor,
“zararlı” kitaplar okumuyor, erken de yatıyordu. Biraz saçı uzundu, “Ama Allah
için iyi giyiniyordu, nerdeyse ben!” diyordu babam.
Gel gelelim o “halim selim, söz dinleyen”,
amcalarının sıra gecelerinden, köy gezmelerinden, çarşı pazarda yaptıkları
saatler süren politik sohbetlerden eksik olmayan “büyük oğlan” sigara içiyor,
durmadan okuyor, “ayağında bir asker postalı, kıçında boktan bir pantolon,
sırtında da parka, adamdan çok, anarşist”e benziyordu! Babam pek bozuluyordu bu
duruma ama ses etmiyordu.
Gece çıkma huyları edinmiş, ki ona göre
“izbe” kimselerin gitmediği bir kahveye dadanmıştım. Üç beş adam birkaç da
çocuk bir sobanın etrafında saatlerce ne konuşur ne halt ederlerdi anlamıyordu.
Babamın bozulduğu kahve Hadi’nindi. Hadi,
Urfa’nın ilk komünistlerinden! Daha doğrusu o öyle diyordu biz de ses
etmiyorduk. Doğruydu da sanki; Urfa o vakte kadar nereden komünist görecek?
Kahvede öyle pek kimseler bulunmazdı!
Gelen giden toplasan toplasan Cello, Kelo bir de canım Ayubo! Hadi, iyi dama
biliyor hatta kendisini yenen yok ama bizimle oynamıyor! “İşiniz mi yok, kitap
okuyun, okuduklarınızı birbirinize anlatın” diyor. Kahvede çay içiyoruz,
paramız varsa ödüyoruz bir kaç kuruş, yoksa Hadi bizden para almıyor.
Kışsa aylardan odun bulursak kahvenin
sobasını yakıyoruz, paramız yoksa eğer, o zaman da parkalarımıza sarılıp
oturuyoruz. Aylar bahara yaza denk gelmişse, kahvenin önüne kuruluyoruz. Gelen
geçen pis pis bakıyor, Hadi’nin kahvesi “komonist kahvesi” ya, oturanlar da
“komonist!” tabii ki!
Biz kendimize pek komünist demiyoruz.
Soran olursa,“Devrimciyiz, solcuyuz” diyoruz. Bir de çok okuyoruz. Zaten biz
okumazsak Hadi bizi rahat bırakmıyor ki! Ya Felsefenin Temel İlkeleri’nden
imtihan ediyor ya da kendi bellediklerinden. Kafamızın belleyemediği kısımlarda
“çelişki” meselesinde, “materyalizm”de örnek üzerine örnek verip zihnimizi
açmaya çalışıyor!
Kahvede daha çok sohbet ediyoruz, gelen
yeni arkadaşlara “bildiklerimizi” anlatıyoruz ancak okuma faslının en yoğununu,
gece eve gittiğimizde gerçekleştiriyoruz.
Her seferinde eve ya parkamın cebinde ya
da “Babam zinhar görmesin” diye düşündüklerimi pantolon kemerinin arasında
taşıyordum. En görülmeyecekleri de kaşla göz arasında apartmanın terasında baca
delikleri mi olur çatlaklar mı olur nereyi bulursam oraya dürtüyordum.
Ayubo’yla “okuma ve tartışma” toplantıları
yapardık ama “teori”yi öğrenmek zordu, biz de sıkıldığımızda hülyalarla,
“pratiğin dağları”na kaçıp can vermek isterdik! Ancak ne kaçabildik “dağlara”
ne teoriyi öğrenebildim kendi adıma! Ayubo ise yıllar yıllar sonra bir gün,
“derin” bir vuruşla can verdi kendi dükkanının önünde!
Aklımda
kalan tırşik!
Ayubo yemeyi içmeyi severdi; bulduğumuzda
da yer içerdik!
Köyünde peynir ekmek yedik, “karnımız
doysun” diye, kuyudan su çektik “hemen içelim acımasın” diye; gurbette gazete
kağıdı üstünden kadeh tokuşturup denize girdik, “ayılalım” diye ama hiç
“tırşik” yemedik karşılıklı!
Oysa “yemek” denince aklına ilk “tırşik”
gelirdi Ayubo’nun, “en sevdiği yemek” diye!
Şimdilerde onca değişik “tırşik” tarifi
arasından onun aklımda kalan “tırşik”ini pişiriyorum!
Kuzu etine kendi suyunu çektirtip, yağında
kavurarak, bir iki baş soğan doğruyorum içlerine sonra da iri iri yaz
frenklerini aralarına katıp fazla eritmeden; iki habbe de şeker, tuzdan önce.
“Yoğun okuma ve eğitim dönemi”yle birlikte
sonunda lise bitti. Üniversite sınavı için kardeşimle birlikte İstanbul’un yolu
bir kez daha gözüktü. Bir tanıdık kamyon sahibi İstanbul’a yük taşıyordu, bir
seferine bizi de kattı, düştük yollara...
Yalnız bir sorunumuz vardı ki o da
İstanbul’da kalacak yerimizin olmayışıydı! Tek tanıdığımız kızlardı, onların da
her biri bir yerde. Sonunda Urfa’daki bir yoldaş, İstanbul’daki bir yoldaşın
adını verdi, iner inmez gidip onu bulacağız ki gündüz işimizi halledelim akşam
da bir yerde başımızı yastığa koyalım.
İstanbul’a kazasız belasız vardık, gidip
yoldaşı da bulduk. Kalkıp gittik
Fatih’te bir eve. Ev dediğimiz tek katlı bir gecekondu, bir benzin
istasyonunun karşısında. Elindeki anahtarla kapıyı açtı yoldaş ki evde elektrik
yok, su yok ama yerde betonun üstünde iki kişilik bir yatak var bir de üstünde
yorgan. “Aylardan yaz, başka neye ihtiyacımız olur ki!” dedik, akşam gelmek
üzere vurduk kapıyı çıktık.
İstanbul yine güzeldi, gezilecek görülecek
de o kadar çok yeri vardı ki! Ancak önce Beyoğlu… Taşradan gelen için Beyoğlu,
“İstanbul’un Kabesi!” sayılırdı. Tünel’den girerdik İstiklal’e, Taksim’den
çıkardık. “Hadi biraz parkta soluklanalım” der sonra tekrar Tünel’e, oradan
Yüksekkaldırım’a oradan Kerhane’deki parasız seyre!
Dolaştık durduk bütün gün boyu sonunda
yorulduk, Köprü’de balık ekmekle karnımızı doyurduk, yürüyerek kalacağımız eve
vardık. Ancak evde elektrik ve su yok! Biz de karşıdaki benzincide elimizi
yüzümüzü yıkadık, ardından da girdik yerdeki çift kişilik yatağın içine!
Yorgunluktan olacak, hemen uyumuşuz. Gecenin
bir vakti bir inleme duydum ki, “Abe uyuyamıyorum!” diyor. “Ne var?” dedim,
“Yorganı üstüme her çektiğimde bir tarafı yırtılıyor, döndüğümde de yatak!
Sonra kızmasınlar bize?” dedi kardeşim.
Karanlıkta yorganı görerek denetlemenin
olanağı yok... Ben de çektim bir kenarından. Sahi “Cırttt cırttt” diye sesler
geliyor emanet yorgandan… Bir daha çekiyorsun yine, “Cırtt cırtttt!” Anlaşıldı
ki altımızdaki yatak da üstümüzdeki yorgan da rutubetten çürümüş.
Sabah imtihan var uyumamız lazım ama
uyuyunca da sağa sola dönüyoruz yatak yorgan yırtılıyor. Baktık olacak gibi
değil tekrar kafamızı yastığa koyduk, gözlerimizi de karanlığa dikip fazla
“Cırttt cırt” sesi çıkarmadan sabah erken olsun diye dua ettik!
Sonunda sabah oldu. Yine benzincide
elimizi yüzümüzü yıkadık, ayıldık. Ardından da sınava giriş belgelerimizdeki
okulun yolunu tuttuk.
Ayrı ayrı sınıflarda sınava girdik,
çıkınca ilk iş olarak yoldaşı bulduk, anahtarını verdik. Akşam da Cesur
Turizm’in “sayın yolcuları” olarak koltuklarımıza kurulduk ki ancak ilk yemek
ve ihtiyaç molasında, Bolu’da uyandık!
Bir iki ay geçti geçmedi üniversite sınav
sonuçları geldi ki, durum iyi. Bir sevinç bir sevinç! Ancak babamız baştan
söyleyeceğini söyledi ve kestirip attı:
Benim elimden bir şey gelmez. Giderseniz
kendi başınızın çaresine bakarsınız!
Babamız ‘’Nev-i şahsına münhasır adam’’ derler ya tam
da öyle bir adamdı; bir de biz çocukları söz konusu olunca davranışlarındaki
farklılığı anlamlandıramazdınız. Bir bakarsınız çocuğunun öldürülmesinden
korkan hemen can güvenliğini sağlamak için çare arayan; ‘’Al bu silahı seni
öldüreceklerine sen öldür’’ diyen; nitekim bunu bana iki kez yaptı; bir başka
zaman da yukarıdaki sözleri söyleyen adamdı. Daha birçok anlamlandıramadığınız
davranışı olurdu.
Bir bakarsınız karşınızda emekli ikramiyesiyle kuşları
rahat etsin serbestçe uçabilsinler” diye yedi katlı bir apartmanın
merdivenlerini çıkmayı göze alarak bir ev satın almış bir adam…
Bir bakarsınız gün gelmiş ailesi için mezar yeri almış
bir adam.
Bir başka zaman da kendisinden oy isteyen belediye
başkanına’’ Kerhaneyi kapattın, gençler nereye gidecek? Tekrar açarsan sana oy
veririm’’ diyen adam.
Babamızın annesi, kardeşi, kardeşinin oğlu hepsi kalp
kriziyle ölmüştü. O da bir akşam gece uykusu için girdiği yatağından bir daha kalkamadı! Onun adına sevinmiştim;
çünkü temiz kimseye yük olmadan gelen bir ölümdü onunki ve böyle de bir ölüm
isterdi!