Bir uçtan bir uca Karadeniz; Akçakoca, Amasra Sinop, Ordu Rize Sarp Sınır Kapısı

 


Herkesin kendine göre bir “tatil anlayışı” vardır; kimi gider deniz kıyısında temmuz sıcağına bağrını verir kimi gider Paris’ti Venedik’ti gezer dolaşır, gondola biner Eyfel’e tırmanır kimi dağ bayır aşıp yaylaların tadını çıkarır, kimileri de bütün bunlara burun kıvırır “kültür turları”na çıkar gezmedik ören yeri, müze bırakmaz. 
 

 Bizimki bize benzer, bunlardan hiçbirine benzemez ancak tek başına çıkılır. Çünkü hiçbir kul, temmuz ayında güneşin saat kaçta doğduğunu; Karadeniz’in kaç günde bir uçtan bir uca geçileceğini; hedef koymadan, kimselerin bilmediği yemek lezzetlerinin hangi kentlerde olduğunu ve neler yenilebileceğini; Ünye ile Fatsa arasında yolculuk yapmanın, Sarp Sınır Kapısı’na kadar gitmenin nasıl bir duygu olacağını, merak etmez. Etse de bize denk gelmez. Yoksa Karadeniz yolculuğuna onu da alır beraber çıkardık…

Dememiz o ki bu duygularla, yalnız başımıza bir temmuz sabahı saat beşte yola düştük. Niyetimiz bütün Karadeniz kıyısını kıyı kıyı dolaşmak ve Sarp Sınır Kapısı’na elimizi vurup dönmekti!


Yola çıkar çıkmaz güneş saat altı gibi doğuyormuş ilk bunu öğrendik!

İnsan erken kalkınca ve de yoğun duygular içinde olunca haliyle çok acıkıyor. Eee aç insana da acımak gerek, dedik ki, “Ulan hadi gel sana yol üzerindeki Berceste’de bir sabah kahvaltısı ısmarlayayım!”

Hayır sabah kahvaltısı ısmarlamak dert değil de mahçup olmak en kötüsü!

Kahve fincanı gibi bir kasede mercimek çorbası, bayat ekmek ve de kıymalı kol böreği ki, “Berceste efsanesi”ne hiç yakışmıyor, lastik gibi soğuk neredeyse yenmez. Bunu şundan anlıyoruz ki tabağımızda börek bırakmışlığımız yoktur ama Bolu dağlarında başımıza geldi. Üstelik hesabı da yanlış almışlar epeyce para üstü alıp, sağdan soldan gelen yanlış sucuklu yumurta tabaklarına göz gezdirdik, “çay çayy” diye inleyen müşterilere kulak kabarttık!

Demek ki neymiş? Adı çıkmış, “ünü şöhreti” tavan yapmış yerlere yanaşılmayacak kimselere hava atılmayacak!

Nefaset


Sonunda Karadeniz kıyısına çıktık. Uzun yıllardır merak ettiğimiz Akçakoca’ya vardık. Birkaç çayı Akçakoca’nın birkaç farklı kıyısında içtik, bir saat dinlendik ardından da yola koyulduk. Akçakoca aklımızın bir köşesinde, ıssız bir Karadeniz kasabası olarak kaldı! Ne o bizden bir şey anladı ne biz ondan. Belki biraz daha vakit geçirsek severdik birbirimizi.

Koyulduk yola… Yukarısı Karadeniz Ereğli. Güzel bir kent. Pırıl pırıl ve de çayı içilir nefasette. Bu arada artık şunu öğrendik ki Karadeniz’de çay nerede içersen iç bir TL.

30 yıllık köfteci


Kozlu’ya girdiğimizde öğlen olmuştu ama ne öğlen. Yanıyor her yan yanıyor! Aylardan temmuz, günlerden cuma ve bütün Kozlu cuma namazında…

Karnımız aç. Aç olunca biraz huysuzlarınız. Allah’tan ki yanımızda kimse yok. Huysuzluğumuzu sadece girip çıkıp yemeklerini beğenmediğimiz birkaç lokanta sahibi hisset ki o da gelip geçici bir durumdu. Sonunda adam “turist’’ Çok çok günün birinde lafı geldiğinde, “Yaa geçen yaz bir turist gelmişti dükkana ne yaptık ne ettikse beğendiremedik yemekleri, gitti Köfteci Zeko’da ekmek arası köfte yedi” derler.

Oysa işin aslı şöyle; Kozlu’da ne kadar lokanta varsa girip çıktık bu doğru. Doğru adresi bulmak için uzaktan bakınca kelli felli duruşlarıyla damak zevklerine güvenebileceğimiz esnaf, polis memuru, zabıta memurundan görüş aldığımız doğru idi. Ancak Kozlu’daki bütün dükkanlarda yemekler ya İzmir köfte ya türlü ya da dükkanın baş köşesine kurulmuş tavuk dönerdi!


Hal böyle olunca yemek yemektense Kozlu’nun en güzel camiini fotoğraflayalım istedik. Dört köşe dolaştık ve bir köşesinde Köfteci Zeko’ya rast geldik bu durumu da huysuz olmamıza rağmen kalbimizin temiz olmasına yorduk.

Zeko otuz yedi yıllık bir köfteci. Şimdilerde biraz dükkanı boşlamış, oğlu tezgahın başında.

Zeko’nun köfteleri hafif acılı ama çok lezzetli.  Hatta o açlıkla bize çok güzel gelmiş olmalılar ki fotoğraf çekmeyi akıl ettiğimizde elde kala kala bir köfte kalmıştı.

 

Bu arada Kozlu Pazarı’nı da dolaştık. Pazarın nabzını tuttuk ki fiyatlar hiç de İstanbul’un semt pazarlarından farklı değil. Zeko’nun köftesi ayranla birlikte beş liraydı, ki İstanbul’da da bir tükürük köftesi ayran o fiyata.

 “Kara Elmas”

 


Zonguldak’ı görünce nedense o güne kadar, kenti deniz kıyısıyla değil de ''Kara elmas'' dediklerinden  kara ile özdeşleştirdiğimizi anladık, çok güzel bir kent bulunca da utandık ama bir yandan da “Bak gördün mü yeni bir şey öğrendin” diyerek gezinin faydalarına dikkat çektik.

Düştük yine yollara. Vakit tam da yan gel yat vakti ama bir yandan da ayağımızı suya sokalım isteriz. Filyos yol üstünde üstelik güzel de bir denizi ve kumsalı var. Var ama Filyos’ta in cin top oynuyor. Ne kalacak bir yer var ne yenilecek içilecek.

 “Lala çeşmi cihan bu mu ola?”

Biz de bir dere kenarında ayağımızı ıslattık, biraz hava aldık. Daha önümüzde uzun bir yol var: Kilimli, Hisarönü, Bartın, Amasra da hedef. Bartın’ı para çekip çabuk geçtik, ki geceye kalmayalım akşam Amasra’da yatalım isteriz. Nitekim yattık.

Fatih Sultan Mehmet Amasra’nın gündüzüne mi hayran kaldı yoksa akşamına mı günbatımına mı bilinmez ama derler ki Amasra’yı seyretmiş seyretmiş lalasına, “Lala çeşmi cihan bu mu ola?” demiş, yani demek istemiş ki ‘’Yeryüzündeki cennet burası mı?’’

Fatih’in o günün Amasrası’na bakıp da bu soruyu sorması gayet yerinde lakin bugünün Amasrası cennet mi ondan pek emin değiliz. Çünkü cennet denilen yerin bu kadar kalabalık olacağını, sanmıyoruz. Yoksa cehenneme kimi koyacaksınız?

Şaka bir yana evet Amasra yaz aylarında kalabalık ama kalabalık diye kalmayacak mıyız? Hiç olur mu. Hele hele Amasra’nın o meşhur salatası ve de tava balıklarının tatları nefasetleri bütün ülkeye nam salmışsa…


Efendim akşam gün batmadan otelimizin terasındaki balkonda yerimizi aldık. Önce güneşi batırdık ki rahat rahat o turplardan, havuçlardan, semizotlarından, salatalıklardan, kırmızı lahanadan ve daha yetmiş iki bin ottan, ekşiden, turşudan yapılmış salatamızı söyleyelim sonra da balığımızın tava olup gelmesini bekleyelim, birkaç duble de rakı içelim.

Lafı uzatmanın anlamı yok sonunda siz de insansınız balık/salata ikilisini canınız çeker, yazıktır size. Her şey nefisti nefis.

1 TL çay 1 TL pide

Sabah oldu, olur olmaz da sanki dün akşamın acısını çıkarıyormuş gibi ya da sizin ahınız tuttuğu için güne çok kötü bir otel kahvaltısıyla başladık ardından kendimizi yollara vurduk. Hedefimiz Safranbolu, gizli niyetimiz ise sabah kahvaltısının bir şekilde acısını çıkarmak.


Nitekim öyle de oldu. “Turistler” Safranbolu’nu hayran hayran gezerken, taşın toprağın fotoğrafını çekerken biz gidip kendimize iki yüz elli yıllık bir taş fırın bulduk 1 TL’ye kıymalı pide yedik, 1 TL’ye çay içip kahvaltı yaptık.

Ardından da keyif tazeleyip kahvemizi gölgelik bir çarşıda höpürdettik, lokum yedik, han hamam gezdik sonrasında yolcu yolunda gerek deyip öteden beri hep merak ettiğimiz methini duyduğumuz ama bir türlü göremediğimiz Kastamonu’ya doğru yola çıktık.


Kastamonu anlatılmaz gezilir. O zaman onu sonra gezelim sonra anlatalım sapalım yoldan.

Safranbolu Kastamonu arası yol biraz bozuk ama hangi yana baksan aklın orada kalıyor. Biz de sık sık arabayı sağa çekip bazen sehpa kurarak bazen deklanşöre hızlı hızlı basarak fotoğraf çektik. 

Bu arada yoldan, manzaradan söz ederken neredeyse unutuyorduk. Arada bir güzellik daha bulup Kadıefendi Et Lokantası’nda masaya kurulduk. 

Hani derler ya, “Yiyip içtiklerin senin olsun gezip gördüklerini anlat!” Farkında mısınız bilmiyoruz ama biz hem gezip gördüklerimizi anlatıyoruz hem de yiyip içtiklerimizi! İçecek desen çay, ayran, yiyecek desen hepi topu bir iki lokma! Ancak aklınıza şu soru gelebilir: Ya arkadaş sen daha biraz önce Safranbolu’da pide yiyip üstüne çay içmedin mi? Kadıefendi’de ne yiyip içeceksin?”

Haklısınız ama kendinizi bizim yerimize koyun. Diyelim ki Safranbolu’dan Kastamonu’ya gitmek için yola koyuldunuz. Gittiniz gitmediniz daha şunun şurasında on dakika oldu olmadı, karşınıza birden bozuk bir yolun başında Kadıefendi Tesisleri çıktı. Siz olsanız, bu yeşillikler arasında ne yer ne içilir merak etmez misiniz? Biz ederiz. Dolayısıyla daha “tesis-kuyu kebap” yazısını görür görmez daldık içeriye. Ne yedik  dersiniz?

Bu arada yeri gelmişken belirtelim. Karadeniz’e çıkar çıkmaz kebaplar köfteler kilo ile satılmaya başlıyor haberiniz olsun.


Biz de bu kurala uyup kendimize 250 gr. kuyu kebabı söyledik. Kemiklerden sıyrılınca ortaya bir güzellik çıkmış ki sormayın, Kendilerine iç pilav, turşu, pide ve de buz gibi ayran eşlik ediyor.

Kuyu kebabı lezzetliydi. Güzel pişmişti. Ancak saat neredeyse öğlenden sonrayı gösterdiğinden et biraz soğuktu. Bu arada unutmayın eğer dışarıda yemek yiyorsanız öğlen yemeği saati en geç on birdir bilemediniz on ikidir. Çünkü neredeyse bütün yemekler sabahın köründe pişer, en geç dokuzda onda tezgaha çıkar. Erken yetişmezseniz bütün tencereler kepçe üstüne kepçe yer karıştırılır, yemek ısıtılır da ısıtılır ta ki tezgahta bir şey kalmayana kadar. Dolayısıyla Kadıefendi’deki kuyu kebabı da kim bilir kaçta pişmişti? Bu nedenle öğlenden sonra kuyu kebabı yemeye kalkarsan huysuzluk etmeyeceksin!

Biz de öyle yaptık. Kuyu kebabımızı yedik, ayranımızı içtik ve kendimizi yeşillikler içindeki hamaklardan birine attık! Az biraz soluklanalım daha yolumuzun üstünde Kastamonu var, oradan da ver elini Sinop.

Öteden beri merak ettiğimiz yerlerden biri Kastamonu diğeri de Sinop şehriydi. Ancak yeme içme merakı yüzünden yolda bir hayli oyalandığımızdan, günlerden de cumartesi, dolayısıyla tatil günü olduğundan ve de “Akşam kalacak bir yer bulur muyuz?” telaşından Kastamonu’dan hızla geçtik.

Sinop iyi karşılamadı.

Hani birini çok seversin yüz vermez ya Sinop’la öyle bir ilişki yaşadık.

Vardığımızda akşam olmak üzereydi. Her yan ana baba günü. Kent içinde insandan ve de araçlarından geçilmiyor. Bir de sıcak bir de sıcak ki sormayın gitsin. Zaten soracak da halimiz kalmamıştı. Yol boyunca klima, cam açma ikilemi arasında gidip geldiğimizden Sinop’a vardığımızda soluğumuz kesilmiş sesimiz çıkmıyordu. Biz de bir iki otelde “Kalacak odanız var mı?” sorusunu elimizi kolumuzu kullanarak sormaya çalıştık. Tabii ki bu garip adama kimseler oda vermedi. Tam da umudumuzu kesip geriye dönmeye niyetlenmişken liman ağzında bir büyük otelde yer bulduk. Akşam güzel bir uyku çektik. Sabah önce duş ardından kahvaltı için kendimizi sokağa attık.


Hatırlatmakta fayda var Sinop'ta sabah kahvaltısını deniz kenarında yapın. Kahvaltılığın bir kısmını Erzincanlar Mandıra'dan gerisini Sarı Kadir'den alın. Bir fırında pide yaptırın, ama mutlaka adım başı karşınıza çıkan ve unlu mamüller satan dükkanlardan birinden Sinop'a özel Nokul ve Katlama'dan alın. Nokulun kıymalısı yumuşacık, cevizli ve üzümlüsü de ayrı güzel. Görüntüsü haşhaşlı çörek gibi. Katlama ise bildiğiniz içi boş gözleme ama o da oldukça lezzetli.


Ayrıca Sinop'un kendine has, ince ve kocaman simitleri de kahvaltıda tercih edilebilir. Her şeyi aldıktan sonra istikamet, Yalı çay bahçesi. Herkes evden getirdiklerini, çarşıdan pazardan aldıklarını masanın üzerine yerleştirmiş. Biz de öyle yaptık bir yandan kahvaltı yaptık bir yandan çay içip deniz manzarasının keyfini çıkardık.

''Çarpan'' değil rakı çarptı!

Akşam yemeğimizi otelimizin yanındaki parkın içinde (evet parkın içinde) yedik. İlk rastladığımız Sinoplu’ya ‘’Nerede yemek yiyebiliz?’’ demiştik parkı gösterdi. Girdik, bir masaya kurulup garsonu bekledik Geldi, ‘’Çarpan balığı’’nı önerdi. ’’Önce balığı göreyim’’ dedik, o da yanına götürdü. Şişko minik ve huysuz bir tipi vardı ve bu arkadaş çarptı mı yakarmış, derisi zehirliymiş; ancak derisi ayıklandıktan sonra minik lokuma dönermiş, ‘’Lokum’’ benzetmesi hoşumuza gitti, Garsona, ‘’Hadi çarpan yiyelim, yalnız çarpması için rakı da getir’’ dedik. Akşam yemeğini ‘’çarpan balık’’, çoban salata, ''çarpan rakı'' ile noktaladık.

 ‘’Yavaşla’’

Bir haftada boydan boya Karadeniz’i geçtik. Taa Akçakoca’dan Sarp’a o kadar yolu; dağı tepeyi, onlarca tünelle, sabırla aştık, Türkiye’nin en uzun tünelinde bile sıkılmadık, 3 bin kilometreden fazla yol yaptık.

Doğruyu söylemek gerekirse bütün gezi boyunca hemen hemen hız sınırları içinde kaldık, kalmadığımız zamanlarda da oto yollar boyunca uzanan dijital uyarı levhaları hızımızı hatırlatıp, “Yavaşla!” dedi, yavaşladık 80 kilometre sınırına geri döndük.

Dolayısıyla trafik polisiyle, radarla ve de cezayla hiç işimiz olmadı. Taa ki Ordu’ya girene kadar, bütün Karadeniz’in en “asabi” trafik polisiyle karşılaşana kadar.

Sabah Ünye’den kötü bir otel kahvaltısıyla çıktık ki yazmaya değmez. Az gittik uz gittik Ordu’ya geldik ki güzel bir kent.

Niyetimiz kent merkezinden yavaş yavaş Boz Tepe’ye tırmanmak, manzarayı fotoğraflamak bu arada da bir banka şubesi bulup para edinmek, o parayla da biraz önce tesadüfen bulduğumuz tatlıcı dükkanının önündeki kalabalığa dalmak, onların tattığı şeyi, parasını verip tatmak.

Dedik ya, “Hayat sen plan yaparken yaşanılandır” diye. İşte yine o oldu.

Al bi tadımlık!”

Tam bir dükkanın önünde park yeri bulduk ki onunla burun buruna geldik. Kaşını, burnunu oynatmasından anladık ki, bulduğumuz kaldırım kenarına park etmek yasak!

“Tamam” dedik, “Karşımızda devletin polisi var, ayrıca memlekette bir trafik düzeni, asayişi var. Şimdi Ordular’a kadar gelip de burada çıkıntılık yapmak yakışık almaz!”

Vazgeçtik paradan bankadan, tekrar atladık arabamıza aklımız sıra bir başka park yeri bulduk, aracı dit dit’le uzaktan kilitledik, tatlıcı dükkanının önüne koştuk. Yalnız koştuk koşmasına da bankadan para çekemediğimizden haliyle cebimizde öyle tatlı alacak para yok!

Velakin karşımızda kaldırım kenarında, dükkanın önüne çıkarılmış o güne kadar hiç görmediğimiz hiç tatmadığımız bir tat duruyor; koca bir tencerenin içinde bize bakmakta ki “Vur bıçağı böğrüme bak tadıma” diyor.

Satıcı der ki, “Bunun adı Ordu helvası (Fatsa helvası da deniyor) meyan kökü, süt, şeker, ceviz ve limon tuzuyla yapılır.” “İyi güzel de paramız yok!”

“Olsun, canın sağ olsun abi. Al bi tadımlık!”


Canım memleketlilerim! Şunu unutmayın para hala her şey değil her yerde.

Ancak bir şey var ki memlekette bunu da unutmayın, o da düzenden, eskilerin deyişiyle intizamdan asla taviz verilmez. Hele kanunlar kurallar söz konusu olunca akan sular tersine akar, durulur.

Tam “Ulan ne güzel ağzımız tatlandı” derken tam da bunun keyfiyle aheste aheste düldül’e doğru yürürken bir de baktık ki varacağımız yere “belalımız” bizden önce varmış. Elinde de bir kara defter, plakamız en baş sayfada. Belli ki defter biraz sonra temize çekilecek ceza pusulasında resmiyet kazanacak.

Şimdi biz “huysuz” bir insanız ve belli ki muhatabımız da bizden daha “huysuz!” Hani deli deliyi görünce sopasını saklarmış ya; o anda üstümüze bir sakinlik geldi. Bir on dakika kadar alttan alta derdimizi anlatıp, İstanbullu olduğumuzu, Karadeniz gezisine çıktığımızı, biraz önce paraya ihtiyaç duyduğumuzu ancak kendisinin banka önünde park yaptırmadığını, burayı da zar zor bulduğumuzu; helvamızı yediğimizi şimdi eğer ceza yazmazsa bu keyifle Boz Tepe’ye çıkacağımızı anlattık.

Polis memurumuz kimi kez dinledi kimi kez azarladı kimi kez de yürüdü gitti biz de arkasından gittik.

Uzatmayalım sonunda polis bizi af etti. Tamam memlekette düzen, intizam var ama af yetkisi olan polis de var ki uyguladı.

Böylelikle biz de “sicili temiz” bir sürücü olarak gönül rahatlığıyla hatta gururla, dilimizde “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa…” türküsü, bet sesimizle Boz Tepe’ye tırmandık.


Lakin Boz Tepe bizi iyi karşılamadı. Hadi aşağısı yanıyordu. Hava dehşetli sıcaktı bunu aşağıda anladık, polis memurumuzla tartışırken daha da iyi anlamıştık ama peki Boz Tepe’nin nesi var? Boz Tepe tepe değil mi, hem de epey yüksekte değil mi, niye esmez Boz Tepe? 
Bu durumu bir çay içimlik zamanda anlayamadık. Belki biraz daha kalsak Boz Tepe tepeliğini gösterir sağdan soldan püfür püfür eserdi. Ancak bizde o kadar vakit yok, yolcu yolunda gerek daha Giresun’a Trabzon’a Rize’ye en önemlisi de Akçaabat’a gidilecek.

Şimdi burada bir duralım soluklanıp parantez açalım siz de bir manzara

seyredin ki ardından da bu gezinin en derin ve de çok önemli bir konusuna parmak basalım.



Konumuz şu; bir veya iki yaş grubundan dana ve öküzler, sabah yemleri verilirken yemlerine katılan tuz ve yörenin otlarıyla beslenir. Ancak gün gelir bu dana ve öküzler daha fazla yaş yaşamalarına izin verilmeden kesilir. Bu yetmezmiş gibi ön kol ve bir miktar kaburga etleri, döş yani, işkembe yağı ve böbrek yağı ile harmanlanarak, yeter miktarda sarımsakla, ekmekle birlikte kıyma makinesinden çekilir. Çekme işlemi bitince tuzla yoğrulmaya başlanır. Yoğrulur yoğrulur 
 sonunda köfte olur. “Peki bu köfteler ne köftesi olur dersiniz?” “Tabii ki Akçaabat köftesi!”

Karadeniz’i boydan boya geçmeye niyetlendiğimizde ilk Akçakoca’dan Karadeniz’e çıkmış, bütün yol boyunca Ordu’ya varana kadar, bu Akçaabat köftesi lafı, ilanı, fotoğrafı peşimizi bırakmamıştı.

Her “dinlenme tesisi”nde park alanında, benzin istasyonunda, lokantada velhasıl her yanda Akçaabat köftesi vardı ve ilanları her yeri süslüyordu.

Efendim bir yerde kilosu 28 liraysa, öbür yerde 29, bir başka yerde 31 ya da 30. Akçaabat köftesi kömür ateşinde, Akçaabat köftesi mangalda yok kendin pişir kendin ye yok olmadı biz pişirelim sen ye ama mutlaka Akçaabat köftesi de Akçaabat köftesi.

Peki sayın okuyucu biz ne yaptık dersiniz bütün bu köfte bombardımanı karşısında?

“İnsan köftenin iyisini bulunca iki porsiyon birden yemeli!” Ne kadar veciz bir söz değil mi? Bizim hoşumuza gitti. Çünkü biz uydurduk.

Uydurmamızın nedeni de Akçaabat’ta, Komaroğlu’nda yediğimiz porsiyon porsiyon köfteler, ‘’gerçek’’ Akçaabat köftesi.

Eee insan bu kadar çok köfte yerse haliyle uzun süre acıkmıyor. Acıkmayınca da kaçının yollar.

Akçaabat’tan öğlenden sonra çıktık az sonra Trabzon’dayız. Trabzon’dayız ama şansımızdan kentte yer yerinden oynamış. Çünkü Avrupa Gençlik Olimpiyatları yapılıyor. Kendimizi kent dışına dar attık. En iyi öncelik Rize’de akşam için kalacak yer bulmak ardından da ver elini Sarp Sınır Kapısı…

Bu arada Sümela’ya ‘’duran göl’’e gitmeye takat kalmamıştı.

Karadeniz gezimiz boyunca gece araba kullanmadık. Hava kararacak olunca önümüzde hangi kent varsa orada yattık uyuduk…

Amasra, Sinop, Ünye, Rize ve Perşembe…

Rize’de Otel fiyatları 60’la 80 TL arası… Ne ucuz ne pahalı ne aman çok kötü ne aman ne güzel! Zaten altı üstü bir gece kim arar konforu?

Dolayısıyla Rize’de kaldığımız otel “Hadi yat uyu, yorgunsundur” demedi, “Çek git!”i Keyfimize bıraktı, biz de bir gece kaldık.

‘’Mıhlama mı ‘’muhlama mı?’’


Karadenizliler alem; belli ki bizim gibi aceleci turistler yıllarca bilip bilmeden sorup öğrenmeden sağda solda dillerinin ucuna geleni söylediklerinden, canları sıkılmış. Getirip Karadeniz’in en yüksek yaylalarından birine taa Ayder’e bir uyarı pankartı asmışlar ki gelen geçen okuyup ders alsın.

Ancak işlerine karışmış gibi olmayalım ama pankartın yeri bize göre ters. Aşağıda deniz kenarında olacağına, gelip geçenler okusun da ders alsın diye yollarda olacağına Ayder’in tepesinde olması manidar…  Manidar çünkü biz pankartı bulduğumuzda iş işten geçmişti…

Anlatalım başımıza geleni de belki hak verirsiniz. İnsan hiç olmazsa bir tane de aşağıya Rize-Çamlıhemşin yoluna asar.

Sabah erkenden Rize’deki otelimizde uyandık. Bir heyecan bir heyecan ki sormayın. İçimiz kıpır kıpır… Eee kolay değil bugün Çamlıhemşin’e gidip, tırmana tırmana Ayder’e çıkacağız…

Haliyle Rize’de yol üstünde herhangi bir yerde durup kahvaltı etmedik. Taa ki Çamlıhemşin yoluna sapana kadar.


Gittik gittik siz deyin beş biz diyelim on kilometre, sağımızda solumuzda yeşillikler içinde dağlar, gürül gürül akar dereler, çiçekler ve de böcekler. Her yan seyirlik ki anlatılmaz.

Bir yandan da gözümüz yol kenarlarında… Umudumuz o ki kahvaltı edecek bir yer bulur, Allah ne verdiyse karnımızı doyururuz.

Nitekim az biraz sonra dere kenarında iki katlı ahşap, şirin mi şirin, suların yanı başından şırıl şırıl aktığı bir lokanta bulduk… Yöneldiğimizde de bir otobüs dolusu turist kahvaltılarını bitirmiş yola koyuluyordu.

Müessese, biraz önce bu kadar çok turisti ağırlamışken şimdi tek başına bir turisti karşısında görmenin şaşkınlığını yaşamaya başladı.

Bir garson tepemize, “Size bir kahvaltı tabağı hazırlayalım” önerisiyle dikildi. Bizse çok bilmiş edamızla, “Yok yok sen bize mıhlama getir daa, bi de tereyağına yumurta kırdıt” dedik, önden de çay istedik, ardından su şırıltısına kulağımızı verdik.

Garson kibar bir delikanlıymış ki bize, ne “Mıhlama değil muhlama” dedi, ne de “sevimsiz şive takliti”mize dikkat çekip keyfimizi bozdu.

Gitti. Geldiğinde de o güne kadar yediğimiz en güzel muhlama’yı bir de yumurtayı getirdi ki nefasetlerini anlatmak için Türkçe’ye iyice hakim olmak gerek.

Yalnız şu kadarını söyleyelim ki hem muhlama ile hem de yumurta ile bizden başka iki kişi daha doyardı. Nitekim ne kadar sündüre sündüre yemeye çalışsak da ne muhlamayı bitirebildik ne de yumurtayı…

Sonunda gözümüzü bakır tavalardan ayırmadan istemeye istemeye hesabı istedik. 

İşte hesap: En az üç kişi doyar muhlama, iki kişi doyar tereyağında yumurta omlet olmuş, ekmek ve de içebildiğin kadar çay 8 TL! (Şimdi ne kadardır kim bilir?)

Garsona 5 TL bahşiş bıraktık, teşekkür edip çıktık yola ki Ayder Yaylası’nda bizi “kibarlığa davet eden” pankart bekliyor: Horon oynanmaz horon vurulur!’’

 Ayder’de evin ağacın, şaşkın turistin, dağlardan akan suyun, börtü böceğin fotoğrafını çekerken vakit öğleni bulmuştu. Birden nereden geldiği belli olmayan bir sela bizi kendimize getirdi.

Dünyanın en güzel yerinde de yaşasan, en güzel şeyleri de yiyip içsen sonunda ölümlüsün. Bunu unutma ona göre yaşa… 

Hal böyle olunca düştük yola ki daha akşam olmasına epeyce var…


Gündoğdu, Çayeli, Pazar, Fındıklı’yı geçtik, Arhavi’de birkaç fotoğraf çektik, geldik yol ayrımına…
  

Bu arada hayatımız boyunca birçok tünelden geçmişliğimiz vardı ama Karadeniz’de bir haftada o kadar çok tünele girip çıktık ki, aralarında Türkiye’nin en uzun tüneli olan Ordu Tüneli de var…

Zaten Sarp’a da tüneller olmadan ulaşmak biraz zor. Sarp, gerçekten sarp bir yerde ve TIR’lar her yerde…

Sonunda Sarp Sınır Kapısı’na vardık ama varmak ne kelime. Bir tünele girdik ki sağ şerit TIR kaynıyor, arka arkaya dizilmişler sınırı geçmek için sıra bekliyorlar.

Gittik gittik son tüneli çıkar çıkmaz, iki adım sonra sınır kapısı karşımıza dikildi. Yani biraz kontrolsüz gitsen son sürat kapıdan içeri dalarsın. Artık kim tutar seni?

İlk önce arabayı park edecek bir yer bulduk. Çünkü o kadar dar bir alanda ki sınır kapısı “Pasaportun varsa git karşıda Gürcistan’da park et!” der gibi her yan, tıkış tıkış…


Geziye çıktığımızda kendimize hedef koymuştuk ki, “Taa Sarp’a kadar gidilecek, sınır kapısına el vurulup, gerisin geriye dönülecek!”

Öyle de yaptık, hedefe vardık, kapıya elimizi vurduk, ‘’Oh!’’ dedik. Çıktık yola.

Biraz etrafı seyrettik, gelene gidene baktık ardından da dağları solumuza, güneşi sağımıza alıp onu yollarda batırmaya karar verdik Ancak sık sık demiştik ya “Karar başka plan başka yaşanılan ise her an bambaşkadır!’’ diye…

Yine öyle oldu az biraz sonra denizin ve güneşin son demlerinin tadını çıkaranlara rastladık.


Bir grup gençle karşılaştık, sohbet ettik, hayallerini konuştuk, ki aralarında Hopa Lisesi’nde okuyup da tıp öğrenimini hedefe koyanlar var. Onlarla geleceğe dair bir kez daha umutlandık.


Boydan boya Karadeniz’i dolaşırken çok keyif aldık, görmediğimiz birçok kentimizi gördük, yedik içtik keyiflendik.

“Başka?” derseniz, başkası şu ki ve ne yazık ki kültürel erozyonumuz sürüyor. Her yıl en az bir Karadeniz kadar kültür kaybediyoruz.

Ne yazık ki her yanımız her yöremiz birbirinin tıpkı basımı olmuş; ne yazık ki her yanı blok blok aynı apartman, aynı tavuk döner, git git bitmez Karadeniz kıyılarını asfalt yollar kaplamış ve ne yazık ki Karadeniz’de bile bir bardak tavşan kanı çay içmek Ünye dışında mümkünatsız olmuş! Geçmiş olsun!

Bundan sonraki hedefimiz Edirne Kapıkule Sınır Kapısı! Sağlıkla.

 

 Mıhlama mı Muhlama mı? Mehmet Saraç Sokakotu Yayınları

İstanbul 2020

 Mehmet Saraç kimdir?

 1953 yılında Nizip’te doğdu. İlk, orta ve liseyi Urfa’da bitirdi. Ankara ve İstanbul’da Hukuk okudu, ikisini de yarım bıraktı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi’nde Haber Merkezi, Yurt Haberler, Ekonomi servisi ve TV 8 Haber Merkezi’nde editör olarak çalıştı. TÜSİAD’da medya sorumluluğunu üstlendi. Çeşitli halkla ilişkiler şirketlerinde özel sektör kuruluşlarına medya danışmanlığı yaptı. Canlarına Değsin, Babişe Yemekler, Bir Erkek Birkaç Kadın ve dijital; 26, Sana Uyandım, Kalbim Sende, Siye Biye Urfa adlı kitapları var.

 

 

 

 








Daha daha Neriman!


Kadınlar için ‘’Esas kadın’’ olmak önemlidir. Eğer evliyse sorun yoktur. Adam dizinin dibindedir ona her gün ’Esas kadın’’ın kim olduğunu söyletir, bunun için baş ağrılarının tutması bile yeterlidir! Ancak dışarıda ne halt ettiğini bilmiyorsa durum değişir. Hele ki adamın burnu kulağı oynuyorsa! 

Böyle adamları kontrol etmek zordur. Kadın yıllarını verir yine de güven duymaz şüphelenir. Bazen sezdiği de olur ama ayrılığı göze alamaz. Onun merak ettiği esas kadının kim olduğudur. ‘’Birinciler içinde en birinci’’ kimdir?’’

Ancak adam zamparalığı iş edinmişse hafiye olmak gerekir ki, o bile bunları yakalamaya yetmez.

Gömleğini koklar üstünde başında kıl tüy ararsın yok! Cep telefonu şifrelidir! Şifresinin yanında Merkez Bankası şifreleri çocuk oyuncağı kalır. Kulakları çınlasın, hanım bir arkadaşım vardı, sevgilisi de arkadaşım.

Kocasından şüphelenir, sürekli sorguya çeker’’ Sen biliyorsundur, bunun bir değil birçok sevgilisi var ya da vardır hangisini daha çok seviyor? Şüphelendiğim, o şırfıntı mı yoksa bir önce şüphelendiğim kaltak mı?’’ derdi. Diyemezdim ki ‘’Ayşe Fatma Süheyla daha daha Neriman ben nerden bileyim aha bu birinci’’ diyeyim.
 

‘’Fırlama değil!’’

Kadınlarda ‘’denge’’ önemlidir. Hatta çok önemlidir. Erkekte önce denklik ararlar. Akıllarına ilk gelen, ‘’Acaba benim dengim mi?’’ sorusudur. Bunu düşünmeden edemez hatta fazla düşünürler!

Ola ki bir erkeği beğendiler daha ilk yemekte ya da kahvede diyelim, erkeğin her hal hareketini izler sorgular izler sorgular denge ararlar.

Bir arkadaşım vardı iyi eğitim görmüştü. Birkaç dil bilir, çok okur çok gezer; müzikten anlar, konserleri kaçırmaz tiyatrolardan sinemalardan çıkmaz tam bir entelektüeldi. Dışarıdan bakıldığında aklı başında konuşmasını, oturup kalkmasını bilen bir kadın. Ancak gelin görün ki tam bir ‘’fırlama’’ idi. Bu sözcük kadınlar için kullanılmaz, hoş kaçmaz, üstelik ayıptır ama gerçek de mızrak gibidir çuvala sığmaz!

Orta okulu, ‘’Oruspuların okulu’’nda bitirmişti. Bu yakıştırma kendine aittir. Aslında çok da haksız sayılmazdı. Okuldaki öğrenciler şaka yollu da olsa birbirlerine böyle seslenirdi. ‘’Oruspu sana diyorum duymuyor musun?’’ Ya da ‘’Kız oruspu gelsene bak servis kalkıyor’’ gibi laflar eder her fırsatta bu ‘’Ayıp’’ yakıştırmayı kullanırlardı. Bu seslenişlerin bir tanesini ben de duymuştum. Bir gün Harbiye’den Taksim’e yürüyordum, bunların okulunun önünde bir servis vardı ve kalkmak üzereydi. Kızlar birbirlerini ‘’oruspu’’ diyerek uyarıyordu: Kız hadi Burcu oruspusu bak şimdi küfredecem, hadi servis kalkıyor. O Nazlı oruspusu nerde kaldı?

Benimkinin de bu öğrencilerden kalır yanı yoktu. Gerçi ‘’Oruspu’’ lafını öyle çok ağzına almazdı ama Arkadaşım’’ dedikleri için ne zaman birinden söz etsem, ’Bırak abicim sen bilmezsin o ne oruspudur’’ demeyi de ihmal etmezdi!

Gizliden gizliye, erkek arkadaşları için de cinsel tercihleri ne olursa olsun hiç utanmadan hepsini aynı kefeye kor, ‘’ Şey o şey’’ demekten çekinmezdi. Bana bile demiş kulağıma gelmişti!

Çok sevgilisi olmuştu. Zaten ‘’Elimi sallasam ellisi’’ havalarındaydı ki doğruydu. Tanıştırdıklarının sayısını ben bile hatırlamıyorum! Arada evine çağırır; ‘’ Gel ulan balkonda rakı sefası yapalım sevmişim bu dünyayı’’ der yerli yersiz telefon eder bir de küfrederdi.

Bir gün yine telefon etti, ‘’Kalk bana geliyorsun seni biriyle tanıştırcam abicim’’ dedi. Anladım ki yine bir fırlamalık peşinde. Meraktan gittim. Kapıyı açtı ki tam bir afet olmuş, takmış takıştırmış sürmüş sürüştürmüş!

‘’Gel’’ dedi elimden tutup balkona sürükledi. Masa kurulmuş, rakı, beyaz peynir, karpuz, marketten alındığı belli olsa da barbunya pilaki bir sürü şey var. Masanın köşesine de bir adam sığıntı gibi oturmuş!

Adam yerinden kalktı elini elime ölü balık gibi bıraktı, belli ki baskın çıkmak istemiyor, kibar biri. Sonradan öğrendim, İstanbul’un ‘’en köklü’’ ailelerinden birinin evladı, üstelik paşa torunu imiş. ‘’Merhaba ben Hasan’’ dedi. Ben de ‘’Mehmet’’ dedim oturduk. Benimki de karşıma oturdu sohbet başladı, Meslekler soruldu, adam ben uçak mühendisiyim’’ dedi. Ben de ‘’Gazeteciyim’’ dedim.

Uçaklara merakımdan hazır mühendisini bulmuşken sorular sordum, adam ayrıntılarıyla anlatmaya başladı. Ancak benim fırlama, göz kırpıp araya girdi adama, ‘’Demek şu Beyoğlu’ndaki okuldan mezunsun. Oradan çok tanıdığım vardır, ‘Öküz Ahmet’i, pembe Necati’yi bilir misin, senin lakabın neydi?’’ dedi. Adam da ‘Yok benim lakabım yoktu, belki de vardı ben bilmiyorum. Arkadaşlarla fazla samimi olmazdım.’’ dedi. Adamla iki laf daha etmeden benimki yine lafı döndürüp dolaştırıp adama getirdi, bana, ‘’Okulda kopya çekerdin değil mi yavrucum?’’ dedi sataşır gibi yaptı, anladım niyet başka! Ben de ‘’E tabii kim kopya çekmemiştir!’’ dedim. Adama döndü, muallime edasıyla, ‘’Sen kopya çeker miydin?’’ dedi. Adam kırmızı kesti!

Kendisi arkeoloji mezunudur, yeryüzünde çanak çömlek toz toprakla uğraşır, adam uçak mühendisi gökyüzünde pamuk bulutların maviliklerini ölçüp biçiyormuş kimin umurunda. Dedim ya fırlamaydı fırlama.

O sırada bir uçak geçiyordu benimki yine göz kırptı ‘’Bu ne hangi uçak pervaneli değil mi?’’ dedi adamı sınava çekmeye kalktı. Adam da bütün ciddiyeti ile ‘’Yok Tansel Hanım o dört motorlu 747’’ dedi.

Sonunda rakı sohbeti kazasız belasız bitti, eve gittim. Biraz sonra telefon çaldı, benimki,’’ Nasıl beğendin mi? Geçen yemeğe çıktık, öncesinde sonrasında çiçek gönderdi. Bu herif bana yaramaz abicim fırlama değil!’’ dedi.

‘’Pezevenk Mahmut!’’

Hayatta başıma ne geldiyse, kadınlara zaafımdan geldi. İstanbul’a yıllar önce Güneydoğu’dan, güya okumak için geldim. Beceremeyince de şans eseri gazeteci oldum, ardından eş bulup evlendim. Keyfim yerindeydi. Cağaloğlu’nda, ‘’eski İstanbul’un yanı başında çalışıyordum. İşten çıkınca tarih gözlerimin önündeydi. Kapalıçarşı’dan gir, Beyazıt’tan çık, dön gel Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı, gez gezebildiğin kadar. Ancak gelin görün ki buna zaman bulamazdım. İşten çıkıp soluk soluğa Eminönü’nde son vapuru yakalıyordum, Kadıköy’e ayağımı basar basmaz da doğru çarşının içine alışverişe, sonrasında koştur koştur eve ve doğru mutfağa! Niye mutfağa? Çünkü ayıptır söylemesi yemekleri ben yapıyordum beni çekemeyen erkeklerin yakıştırmasıyla ‘’Kılıbık’’tım. Aslında bana göre anlayışlı, eşine yardım eden tam bir ‘’Doğu erkeği’’ idim ama kendinizi nasıl gördüğünüz değil nasıl göründüğünüz önemlidir. Nitekim gün geldi bu yargım doğru çıktı.

Kadınlar, erkeklerde birkaç özelliği birden arar. ‘’Asıl kadın kim?’’ sorusuna yanıt, sonrası aranızda ‘’denge’’ olup olmadığı, daha sonrasında güçlü erkek olup olmadığınız yani kendisini babası gibi koruyan kollayan erkek. Daha birçok aradıkları da vardır ama şimdilik bunları bilin yeter, gerisi kafanızı karıştırır işin içinden çıkamazsınız. Bu arada bir de ‘’Göstermelik erkek’’ varmış, kadınlardaki anlamı da ‘’Bakın iyi kötü yanımda bir erkek var, yaklaşmayın’’ demekmiş, bunu da işyerinde öğrendim ki, görünen ‘’erkek’’ ile ‘’göstermelik erkek’’ arasında gidip geliyormuşum!

Zevk sahibiyimdir, kadın ruhundan da anlarım. Sabahları gazetede ilk işim, karşılaştığım kızlara, ‘’Günaydın’’ demek, ardından da ‘’Ne güzel giyinmişsin pek güzelsin’’i eklemek olurdu. Doğaldır ki bu iltifatlardan sonra kendilerinden geçerlerdi. Hele ki saçını kestirdiğinin ya da boyattığının farkında olduğunu da belirt. Kadınların bu zaafını bildiğimden doğal olarak çevrem, ‘’bir içim su’’ kızlarla doluydu.

Esmeri kumralı, beyaz tenlisi uzun boylusu, orta boylusu, kısası, kısacası hepsi peri gibi neredeyse bütün erkekler bunlara aşık ama ‘’kardeş aşkı!’’ Zaten beni de kardeş gibi seviyorlardı. ‘’Ahiretlik’’diyeni bile vardı.

Öğlenleri neredeyse hepsi ayrı ayrı gelip ‘’Hadi yemeğe inelim’’ diyordu. İniyorduk. Tabii bütün yemekhanenin gözü üstümüzde. Erkekler bana boğacakmış gibi bakıyor, kızlara ise yalvaran ifadelerle, ‘’’Gelin masamıza oturun’’ demeye çalışıyordu. Bu arada yemekhanedeki diğer kızlar bana kaş göz işaretiyle, ‘’Sen görürsün benimle niye yemeğe inmedin’’ tehdidi savuruyordu. Durum böyle olunca, ben de işi şaka vurup ortaya, ‘’Dönün önünüze, yemeğinizi yiyin’’ diyordum. Bir gün anlı şanlı köşe yazarlarımızdan biri beni köşeye sıkıştırıp ‘’Ulan görürsün param olsun mark mı olur dolar mı olur parayı bastırıp bunları senden alacam’’ bile dedi. Yalnız paraları onlara mı verecekti bana mı orasını anlamadım. Zaten kızları benden çekip alması mümkün değildi. Çünkü kızlar neredeyse hiçbir yere bensiz gitmiyordu. Gazetede yemeği beğenmezlerse biri yanıma gelip hemen söz alıyordu ki, dışarıya onunla yemeğe çıkayım. Çünkü hem yemekten anlıyordum hem de her taraf matbaa işçileri, kağıt hamallarıyla doluydu. Artık hoş olmayan bir durum olur da o kadar babayiğit erkeğe ne yapacaksam! Orası da benim erkekliğime kalmıştı. Arada yemekler oluyordu, beraber olmamıza pek seviniyorlardı; çünkü yanlarında ‘’göstermelik’’ de olsa bir erkek vardı, onları sırnaşma olasılıklarından uzak, tutuyordum. Ancak bu ‘’göstermelik erkek’’ rolü gün geldi başıma hiç de hoş olmayan işler açtı, hatta adı bile konuldu.

O yıllar gazetemiz çeşitli kuruluşlarla ‘’barter’’ anlaşması yapıyordu. Yani, ben reklamını yayınlayayım, sen de karşılığında bana ürünlerinden ver.

Nitekim Mahmutpaşa’nın girişinde o yıllarda pek ünlü olan Atalar Alışveriş merkezi ile anlaşıldı ki içinde her türlü giysi satılıyor. Çalışanlara alışveriş çekleri verildi, buna da en çok kızlar sevindi.

Çekini alan yanıma gelip, ‘’Hadi Atalar’a gidelim’’ demeye başladı. Öyle ya hem erkeğim hem de ‘’göstermelik!’’ Bundan iyisi can sağlığı.

Birisine, ‘’Peki’’ deyince sonrasında arkası geldi, başka kızların da ‘’Peki’’ den haberi oldu, neredeyse her hafta kızlardan birine eşlik edip alışverişe gittim, daha doğrusu onlar aldı ben ya fikrimi beyan ettim ya da görevlileri uyarmayı görev edindim!

Doğal olarak her birinin farklı giyim tarzları vardı ve bütün kadınlar gibi alışveriş söz konusu olunca gözleri doymuyordu. Mağazada ne varsa, etekler, bluzlar, pantolonlarla kucaklarını doldurup doğru kabine giriyorlardı ardından şov başlıyordu.

‘’Nasıl?

‘’Güzel’’

‘’Doğru söyle’’

‘’Valla doğru!’’

‘’Peki bir de grisini deneyeyim bak bakalım o nasıl duruyor?’’

‘’Olur’’

‘’Bu nasıl olmuş?’’

‘’Cık, bej daha güzeldi.

‘’Saçmalama basenlerim ortaya çıkıyor çok kilo aldım!’’

‘’E ne var bunda erkekler bayılır!’’

‘’Terbiyesiz!’’

Bacakları güzel diye sürekli mini etek giyen bir kız vardı, onunla gittiğimde her yanımı ter basardı. Kız her tarafın altını üstüne getirir mini etek arardı bulamayınca da suratı beş karış gazeteye dönerdik.

Bir süre sonra kimi gün esmer kimi gün kumral kimi gün de sarışın bir kızla mağazaya gidip gelişlerim tezgahtarlar arasında gülüşmelere neden olmaya başladı. Nitekim bir gün birini ötekine, ‘’Ne iş?’’ diye fısıldarken yakaladım. Çocuk, ’Pezevenk herhalde!’’ dedi, böylelikle mesleğim belli oldu. Artık yanıma gelip,’’ Hadi Atalar’a gidelim diyene, ‘’Git başımdan sizin yüzünüzden adım pezevenge çıktı’’ diyordum, ‘’Pezevenk Mahmut Pezevenk Mahmut!’’ diyen kahkahayı basıp kaçıyordu!

‘’Adı yengen’’

Bilmemek ayıp değildir dalga geçmek ayıptır ve büyük kabalıktır.

Üniversite sınavını kazanıp İstanbul’a gelmiştim ve o güne kadar da elime kız eli değmemişti.

Bir gün okula gideceğim tuttu, sınıfta sıralardan birine oturdum, biraz sonra bir kız geldi, yanımdaki boş yeri gösterdi, ‘’Oturabilir miyim?’’ dedi. ‘’Tabii’’ dedim, oturdu. selamlaştık ‘’Merhaba’’ alıp, ‘’Merhaba’’ verdik, tanıştık.

Adı Ayşe imiş okuldaki ilk günüymüş. Konuşmaya bildik sorularla başladık.

‘’Neden hukuk?’’

‘’Aile mesleği diyelim, babam hakim annem avukat, siz?

‘’Babam devlet memuru, annem ev kadını, babam politikayla ilgilenmemi istiyor, milletvekili olup memleketi çekip çevirmeliymişim.’’

‘’Memleket neresi?’’

Güneydoğu’nun doğusu’’

‘‘Dalga geçmeyin biraz sonra Atatürk caddesi, buldum sokakta otururduk dersiniz!’’

‘’Yok iki sokak aşağıda sordum sordum bulamadım sokakta!’’

‘’Bakın yine dalga geçiyorsunuz.’’

‘’Siz İstanbul’un neresindensiniz?’’

‘’Ayazağa’nın ayaza bakan yanından!’’

‘’Şimdi de siz dalga geçiyorsunuz’’

‘’İsterseniz ciddi olalım, ders dinleyelim’’

‘’Ciddiyete varım, ciddiyim.’’

Ders ‘’Roma hukuku’’ idi ki çekilmezin çekilmezidir. Baktım Ayşe’nin de Roma’ya gitmeye niyeti yok, ‘’Hadi gelin kantine gidelim’’ dedim, ‘’Olur’’ dedi, kantinde arkadaş olduk, ardından da sevgili.

Her şey yolunda gidiyordu, keyfimiz yerindeydi. Sinemaya tiyatroya gidiyorduk, o istedi diye klasik müzik konserlerine bile katlanıyordum.

Bir akşamüstü AKM’de bir konsere gittik, çıkışta birkaç bira alıp Gezi Parkı’nın kuytusuna çekildik hem öpüştük hem bira içtik. Biraz sonra karnımız acıktı. Ayşe, “Hadi karnımız acıktı, gidip yengen, hamburger yiyelim yoksa çarpılacağız” dedi.

‘’Yengen?’’

Baktı ki anlamsız bakıyorum, ''Yengeni hamburgeri bilmiyor musun yoksa, büfelerde satılır, ekmeğin içine kaşar peyniri, domates, zeytin, sucuk, salam sosis koyuyorlar, hoop tost makinesine. Bir de sosisli sandviç vardır ki turşulu, salçalı sulu.’’ dedi.

İlk defa, ‘’Yengen’’i duyuyordum. ‘’O ne be içinde her şey var’’ dedim.

‘’’Adı yengen ya her türlü numara var!’’

‘’Yine dalga geçiyorsun’’

‘’Geçmiyorum ağam, siz Güneydoğu’nun doğusundan olanlar, amma da alıngansın ha!’’

‘’Gururum kırılıyor!’’

‘’Tamam tamam burnumu kırar bir daha gururunu kırmam. Melmekette ne yersiniz sokak lezzetleri yok mudur hadi anlat.’’

‘’ Olmaz mı, mesela lolaz vardır, dürüm yaparsın, içine taze soğan baxteniz, kuru isot, eşki konur. Kıymalı vardır, açık ekmeğe sarıp yersin. Okulun önüne gelirlerdi, ikisini de çok severim.

‘’Onlar ne be?’’

‘’Yöresel adlar, lezzetler. Siz lolaza börülce, baxtenize maydanoz, kuru isota pul biber diyorsunuz. Ekşiye de biz eşki deriz limonlu ya nar pekmezli yani. Kıymalı da lahmacun, açık ekmeğe de lavaş diyorsunuz. ?”

 Kristal’in hamburgeri çok güzeldir, Kızılkayalar’ın ıslak olanı ise muhteşemdir” diye beni bilgilendirdi. Bu kez de 

''Ben sosisli, yengen falan da hiç yemedim bilmem’’dedim.

‘’Nasıl yani sizin melmekette büfe yoktir?

‘’İkide bir melmeket deyip dalga geçme ayıp oluyor’’

‘’Ne dalga geçmesi şaştım kaldım’’

‘’Büfe yoktur. Adı da bir tuhaf ne demek büfe!’’

“Boş ver ben de anlamını bilmiyorum. Evde bi mobilya var, içinde çeşit çeşit bardak kaşık bir sürü şey durur. Annem ona, ‘’Büfe’’ diyor. Belki ordan gelmedir, yani içinde bir sürü şey olan. Belki adını annemden çalmışlardır.

‘’Yine dalgaya başladın’’

‘’Yok valla yok. Hadi o zaman işkembeciye gidelim, çorba içeriz, kelle yeriz, varsa kokoreç de yeriz. Allah bilir sen şimdi bunları da bilmiyorsundur. Beyin yedin mi?

‘’Beyin, kokoreç?’’

‘’Haydaa’’

‘’Bilmiyorum ayıp mı?’’

‘’Hadi gidiyoruz, biraz bilgin görgün artsın yalnız baştan anlaşalım kellenin gözünü ben yerim dili de senin olsun!’’

Neredeyse kusuyordum ama ağzımdan, ‘’Siz de hayvanın şeyine kadar her şeyini yiyorsunuz’’ lafı çıktı, bir hafta küs kaldık.

Bir süre sonra bir kebapçıya gittik barıştık. İlk önce ezogelin içtik, ben iki, o bir tane lahmacun yedi. Kebaplara sıra gelince, ben kuzu eti ile yapılmış urfa istedim o, ‘’Dana etiyle kebap olmaz’’ dememe aldırmadı, garsona tembihledi: Benimki dana etli az acılı adana olsun.

Yemekten sonra tatlı niyetine kazandibi yemeye gittik iki tane yedi, ardından ‘’Tavukgöğsü de yiyelim’’ dedi, ‘’Bak şimdi!’’ dedim vazgeçti.

Ergen Kadınlar Mehmet Saraç

Kapak: Tasarım: Ercan Armutçu

Sokakotu Yayınları

İstanbul 2019

Mehmet Saraç kimdir?

 1953 yılında Nizip’te doğdu. İlk, orta ve liseyi Urfa’da bitirdi. Ankara ve İstanbul’da Hukuk okudu, ikisini de yarım bıraktı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi’nde Haber Merkezi, Yurt Haberler, Ekonomi servisi ve TV 8 Haber Merkezi’nde editör olarak çalıştı. TÜSİAD’da medya sorumluluğunu üstlendi. Çeşitli halkla ilişkiler şirketlerinde özel sektör kuruluşlarına medya danışmanlığı yaptı. Canlarına Değsin, Babişe Yemekler, Bir Erkek Birkaç Kadın ve dijital; 26, Sana Uyandım, Kalbim Sende, Siye Biye Urfa adlı kitapları var.



 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Yıl 78…

Evet bölünmüştük Miçe de ölmüştü! Ülkede ölüm kol geziyordu; bilim adamları yazarlar, gazeteciler her gün yirmi, otuz kişi öldürülmeye başlanmıştı. Babam benim de öldürüleceğimden korktu; para buldu!

 ‘’Fransız Onlusu’’ denilen bir tabanca aldı, belime taktı!

O günden sonra eve Urfa’nın dar sokaklarından kimselere görünmeden gidip gelmeye başladım! Apartmanın kapısından girince ilk yaptığım iş tabancamın ağzına mermi sürüp merdivenleri çıkmak oldu. Bir süre öyle yaşadım; sonunda baktım olmuyor, öldürmeyeceğime, ölmeyi de istemeyeceğime göre Babam İstanbul’da iş kurmuş kardeşimizin yanına gitmeme karar verdi. Artık umudumu yitirmiş süngüm düşmüştü!

Emniyetim için tanıdık bir kamyon şoförü bulundu, cebime üç beş kuruş konuldu İstanbul’un yolunu tuttum!

Yükümüz ‘mercimekti; Yol uzun git git bitmiyor, şoförümüz de konuşkan değildi. Arada göz ucuyla bize bakıp sonrasında bakışları yola dönüyordu.

Bu arada karnımı acıkıyor ama ‘’Ayıp olur!’’ diye bir şey söyleyemiyordum. Epeyce bir yol daha gittik sabrettim sabrettim ne zaman ki açlığım dayanılmaz boyutlara ulaştı, kamyoncuların karınlarını doyurduğu lezzet duraklarından birine yaklaştık; Şoförümüz yoldan saptı, lokantalardan birinin önüne park etti. Belli ki burayı daha önceden biliyor. Kamyonun kapısını açtı yere atladı, benzin deposunun yanından bir levye aldı. Lastiklere sırayla vurdu çıkan seslerle havalarını kontrol etti; yol boyunca idare edeceklerine kanaat getirince de şoför mahallinin bir köşesine büzülmüş yolcusuna seslendi, ’’Atla bakalım yeğenim!’’

Artık amca yeğen olmuştuk ve ‘’gerçek’’ hayat’’a dönmüştüm. Yere indiğimde bacaklarım uyuşmuştu, birkaç adım attım açıldı Amcanın ardı sıra lokantanın yolunu tuttum, oturduğu masaya kuruldum. Garsonun, ‘’’Hoş gelmişsiniz. Sefalar getirmişsiniz’ iltifatlarından sonra sıra geldi mönüye; neler yoktu ki, domatesli, patlıcanlı, Adana ve Urfa kebaplar en önemlisi de kamyoncuların asla ‘’İstemem’’ diyemeyeceği Urfalıların ‘’çömlek ‘’ dediği güveç! Eğer acı isot, kuru soğanla yersen tadına doyum olmaz bir ziyafet!

Amcamız kendine güveç söyledi; benim için de patlıcanlı kebap, bilen için yemesini beceren için benim gibi çok sevenler için ‘’kebapların şahını!

 

Sonunda gide gide yolu bitirdik Harem’e geldik. Denizi daha önceden görmüştüm. Canım tek varlığım annem kanserdi. Sık sık birlikte İstanbul’a o zamanki adıyla ‘’şua’’ tedavisi’’ ne gelirdik. Her geri dönüşümüzde de ya bir göğsünü ya ikincisini kaybetmiş olurdu… Son dönüşümüzde martılara simit atmak için bile kolunu kaldıramıyordu; kanser bütün bedenini sarmıştı. Puslu bir mart sabahı onları son görüşü oldu.

Bir süre deniz kenarında oturdum. Urfa’dan gelip karşıya geçerken Annem Kızkulesi’ndeki kızın hikayesini anlatırdı.

‘’Bu kulede bir kral kızı yaşarmış; kızın saçları öyle güzel ve öyle uzunmuş ki bir gören bir daha bakarmış!’’

 ‘’Anne senin saçların da kızın saçları kadar uzundu değil mi? Bir kere sandıkta görmüştüm’’’’ dediğimde ‘’He ya hamama gidince iki natır zor yıkardı; annem fildişi tarakla tarar, her seferinde de ‘’Saçının teline kurban olayım derdi’’

 

 Anneannemin teline kurban olmayı göze aldığı o saçlar gün geldi üç beş kuruşa sokaktan geçen bir perukçuya satıldı!

Annemin hayalini Kızkulesi’ndeki güzel kız gibi maviliklerin ortasında, martı çığlıkları arasında bıraktım, Harem’in kamyon, otobüs ve insan kalabalığına daldım. Babam sanki çocukmuşum gibi sıkı sıkıya tembihlediği ve büyük bir olasılıkla yeniden ‘’lüzumsuz işler’’e bulaşacağım korkusundan olsa olsa gerek kamyondan iner inmez doğru Moda’ya gidecektim, ‘’Bir yerde oyalanma!’’ demişti; çünkü kardeşimin işlettiği kafeteryada hem çalışacak hem de evinde yatıp kalkacaktım. Beni İstanbul’a kadar getiren kamyon şoförü Amcamın elini öpüp teşekkür ettim da‘’Yüzümüzü kara çıkarma’’ dedi; vedalaştık.

Harem’in curcunasından sıyrılınca Moda’ya kadar yürüdüm, kardeşimi buldum!

‘’Hoş gelmişsen Abe’’ dedi; elimi öpmek için atıldı! Hiç öptürür müyüm veli nimetimim sayılır; yakında hem patronum hem ev sahibimi olacaktı. İlk olarak işlettiği kafeteryayı gösterdi, yapacağım işi anlattı ki, kolay! Kasada oturacağım, masam olacak, üstünde de telefon. Garsonlar çay ocağından aldıkları çay, kahve ve meşrubatları önüme getirecek; her birisi için ayrı renkteki plastik markalardan verecek, bende sayarak alacağım. Bir çeşit ‘’gözlemci yönetici’’ oldum sayılır. Mesleği olmayan biri için hiç de fena sayılmazdı. İş tamamdı, geceleri yatacak bir de yatağım vardı daha ne olsun? Kardeşim Moda’da bir bahçe katında oturuyordu hem de kaloriferli; iki oda bir salon… Beni eve götürdü, ‘’Bu oda senin, burası mutfak, burası banyo-tuvalet’’ dedi; evi gezdirdi. Odama yanımda getirdiğimiz birkaç kitabımla birkaç üst baş koydum, yerleştim.

 

Ev rahattı; hatta rahat ötesi. Bir kere kaloriferliydi! O güne kadar mangal ki tehlikelidir, dikkat etmezseniz devrilebilir; dışarıda yakıp kömürlerin gazı iyice çıkmadan içeriye alırsanız zehirler! Odun, kömür gaz sobaları ki onlar da tehlikelidir; geceleri ısınmak için yanık bırakır da uyursanız rüzgardan baca geri teper, evde kim var kim yok çoluk çocuk zehirlenir ölen ölür, kalan sakatlanır! Ben de yaşamım boyunca bu ısınma süreçlerinden geçmiş sağ kalmıştım!

Dolayısıyla kaloriferle ilk kez ısınacaktım ama ne ısınma; o zamanlar kalorifer yakıtı kömür ve ucuz olduğundan yakılınca evler hamama dönerdi.

Sıcağı bulunca ilk kez iliğim kemiğim ısındı. ‘’Medeniyet bu işte!’’ dedim. Yoldan geldiğim için hemen kıçımdan donumu, ayağımdan çorabımı çıkardım, elimde yıkamak için banyoya girdim ki musluktan sıcak su akıyor! Çamaşırlarımı bulduğum bir leğen içinde birkaç kez sabunladım kirlerini akıttım soğuk suyla duruladım, getirip cayır cayır yanan kalorifer peteğinin üstüne serdim. Sonra da ‘’Ulan madem sıcak su var bi de hamam yap’’ dedim banyoya girdim girdim ama Urfa’daki evimizde odunla yakılan ve ısınan suyun kurnaya akıyormuş gibi yapan suyla; öğrenciyken çaydanlıkta ısıttığım suyla mutfakta kafamızı yıkamaya alışığım! Bu banyoda onlar yok, duş var; duşu çalıştırıp, sıcak suyla soğuğu ayarlayıp ılık bir su akmasını sağlamak biraz zaman aldı ama sonunda becerip altına girdim çeşitli kutuların arasında bir de yeşil sabun bulunca başladım kafamı sabunlamaya… ‘’Bir iki’’ derken temizlendiğime emin olup kapının arkasına asılı olan bir havluyu da bedenime sarıp dışarıya çıktım. Ev sıcak gıcır gıcır da olmuşum başladım kafamı kurulamaya… Az sonra kapı çaldı açtım ki,  ‘’Patron!’’ Geçip bir koltuğa oturdu, bir şey demedi ama suratının ekşiliğinden bir şey olduğu belli. Bir bana baktı bir kalorifer peteğinin üstündeki donla çoraba; yerinden kalktı banyoya girdi, çıkınca da saydırmaya başladı; ‘’Abe burası Urfa değil İstanbul; çamaşır yıkamak istersen çamaşır makinesi var, ben sana nasıl çalıştığını öğretirim; bir de kalorifer peteği üstünde don gömlek kurutulmaz biri gelir rezil oluruz! Benim havlumu kullanmışsın sana bir havlu alalım; ayrıca burada sabun yerine şampuan kullanıyorlar çeşit çeşidi var; Kepek için olanı, yağlı saçlar, kuru saçlar için olanı var anlayacağın var oğlu var! Sen önce normalini kullan sonra karar verirsin hangisini kullanacağına… Ben Nizip’in yeşil sabununu kullanıyorum istersen o da var, saçlara iyi gelir. Bir de gözünü seveyim banyoyu temiz bırak kıldan, tüyden çok tiksinirim. Annemle kadınlar hamamına giderdim yerler saç içinde olurdu, basamazdım; bunları söyledim diye bana kızmadın değil mi? Hiç kızılır mı? Madem kalkıp İstanbul’a gelmişim, gülü seven dikenine de katlanır! Ayrıca İstanbul’a intibak edeceğim başka çaresi yok. Zaten kısa zamanda da memlekete geri dönüşün olmadığını ölüm korkusu yaşayarak iyice anladım.

Bir akşam Moda turuna çıktım, çay bahçelerinin oraya gittim bir iki dolanıp burna uzandım, karşı kıyıları, adaların ışıklarını seyrettim ardından eve yöneldim. Sokağımıza girdim birkaç adım attım atmadım arkamdan gelen bir ıslık sesiyle bütün bedenim bir anda kilitlendi! Aklıma ilk gelen Urfa’da öldürülen arkadaşlarım oldu; ‘’Beni de buldular’’ diye düşündüm.

İnsan bedeni sır küpü, birçok tepkisi anlaşılabilmiş değil! Yaşadığım korkunun ve bedenimin kilitlenmesinin belki bilimsel bir açıklaması vardır bunu bilmiyorum, bildiğim ilk ıslıktan birkaç dakika sonra ikinci bir ıslık sesi duyduğum ve köpeğine ‘’Baron gel oğlum diye seslenen birinin varlığı oldu! Bir süre sonra da bedenimi çözüldü.

İstanbul’da ilk zamanlar hep yalnızdım oysa Urfa’da sayısız çocukluk ve okul arkadaşım vardı yoldaşlarım vardı.

İstanbul öyle mi ya? “Sen ben, bizim oğlan” tek başımızdaydım!  Eve gitmek istediğimde sokağa girer sessizce apartman kapısını aralar, hemencecik alt kata inerdim Dolayısıyla sağda solda “komşu” adına kim oturur hiç tanımadım kim bilir kimlerdi? Yıllar sonra öğrendim ki birisi çok sonraları cumhurbaşkanı olacak olan Moda’nın ‘’köklü ailelerinden bir zat-ı muhteremmiş; ola ola bir cumhurbaşkanı adayına komşu olmuşum; Öyle biriyle “arkadaş” olunamayacağına göre kalmıştım yine arkadaşsız!

Hadi diyelim sokağa çıktım, benden başka herkesin bir arkadaşı vardı ve arkadaşlar yan yana diziliydi çay bahçelerinde! Geliyordu sabahtan akşama kızlar oğlanlar; Sarayburnu manzarasına karşı çay kahve ama sıklıkla Çamlıca Gazozu ya da Cola içip keyif çatıyordu!

Kıçlarında “kot” pantolon, üstlerinde “orijinal” Lacoste! Başlıyor muhabbet, “Lacoste nasıl yıkanır, kot pantolon nereden alınır?”; ardından bir gece öncenin disko değerlendirmeleri gündemi belirliyordu. Bu arkadaşların bir de arabaları vardı her birinde bir tane; olmayan da olanın arabasında geziyordu. Sıkıldılar diyelim oturmaktan, “Baba Fener’e gidelim mi?” diyor biri; arabalara bölünüp Fenerbahçe’ye gidiyorlardı!

Tur Lozan’dan başlıyor; Moda Burnundan dön Deniz Kulübü, oradan Bomonti; Saint Joseph, Maarif, Yoğurtçu Parkı, bas gaza Fenerbahçe, arabalarda çay iç ya da bira; dön gel Dondurmacı Ali, Tenis Kortu, Kemal’in Yeri!

Otur otur sonunda yine sıkılırdı arkadaşlar; bu kez de ya Deniz Kulübü’ne gider denize girer ya da voleybol oynamak için Lozan Plajı’na inerlerdi, gözümün önünden akıp akıp giderdi arkadaşlar!

Diyelim ki akşam oldu; herkes evinin sofrasına zeytinyağlılara, hünkar beğendilere, kabak kalyelere; böreklere çöreklere giderdi ya da ana babaları, “kulüp”e yemeğe çağırırdı; lüfere!

Öyle böyle günler geçti haftalar ayları kovaladı, sonunda iki “has Modalı’’ ile arkadaş oldum; evimize gelir gider oldular böylelikle “yalnızlık” duygum, yerini arkadaş sıcaklığına bıraktı!

Arkadaşlarımdan ikisi de ‘’okumuş yazmış’’ çocuklardı; adları İbo ve Yaman’dı. Yaman Saint Joseph, İbo Galatasaray mezunuydu. Su gibi akıp giden Fransızcalarından hiçbir şey anlamasam bile arada sırada ben de  ‘’Merci’’, ‘’ Bonjour kardaş! ’’ derdim. Bu arada arkadaşlarımın ikisi de araba hastasıydı, İbo’nun kırmızı Corvet’i Yaman’ın beyaz 124’ ü vardı. Ben ise bırakın araba hastalığını markalarını dahi bilmezdim; çünkü heves etmezdim.! Arkadaşlar sorardı, “Peki köyde neye binerdin?” Soru açık, anlamını anlıyorum, eşek değilim ya, “Yok hiç deveye, eşeğe binmedim hem köyde de büyümedim, ben Urfa’nın içindenim” derdim ama arkadaşlarımın İstanbul dışında herhangi bir yerde hele hele Doğu’da ve Güneydoğu’da eşeksiz, devesiz bir yaşamı akılları bir türlü almazdı!

Anlamadıkları önemli değildi; önemli olan artık benim de arkadaşlarım vardı, ben de arkadaşlarımın arabalarına biniyordum; ben de “tur” atıyordum Moda’da. Yalnız komik olan bu arabalara inip binmesini bilmediğimden kırmızı Corvet’in o kocaman kapılarını zapt edemeyip kaldırımlara vururdum çoğunlukla ya da o mini minnacık beyaz 124’ ün içindeki müzik düzenine şaşıp kalırdım! “Söyleyen Barış değil mi? Kol Düğmeleri?” dediğimim de de bu kez arkadaşlarım şaşardı, müzik bilgime ama kimse kimsenin şaşkınlığını dert etmezdi, arkadaştık!

Ancak; “Her zaman arkadaşların arabalarında gezmek olmaz, gezmelerin karşılığını da vermek lazım” der ve elimizdeki tek silah olan Urfa yemekleri yapar onları evimizde ağırlamaya çalışırdık.

Ancak yemek yerde yenir değil mi? Yok öyle değilmiş; “İstanbul’da yemek yerde iki büklüm yenmez!” imiş. Bizim yerde yeme nedenimiz, onlara göre “kültürel evrimimizi tamamlayamamaktan kaynaklanıyormuş! Yemek masada yenirmiş!”

Oysa arkadaşlarımın bilmediği bir şey vardı; ben de okumuş yazmış üstelik de araştırmayı seven biriydim ve yeme içme tarihine de özel bir ilgim vardı onlara çatal, kaşık bıçak söz konusu olduğunda padişahların bile yemeklerini yerde elle çok özel deri sofrada yediklerini uzun uzun anlatırdım. Ancak arkadaşlarım yine de ikna olmazdı. En çok da İbo sözünü sakınmaz ‘’ Yine de köylülük’’ der dalgasını geçerdi. Yaman’sa yemeyi çok sevdiğinden biraz da kilolu olduğundan dolayısıyla bağdaş kuramadığından ses etmezdi.

Yaman hiç hareket etmez arabasından aşağıya inmez, yazlıkta havuz başına gitmek için aldığı motosiklete binerdi! sigarayı da bütün gün emzik gibi emerdi. Sık sık Kadıköy Çarşısı’na inip içlerinde ne olduğunu bilinmez hazır kasap kebapları alırdı. ‘’Ulan yapma ben sana yaparım’’ deyince de ‘’O zaman bir et bir patlıcan olandan yap derdi. Ben de ‘’ Tamam yaparım söz’’ derdim ancak verdiğim sözü yerine getiremeden bir gün ansızın can verdi; çok canım yandı!

‘’Bir gün yaparım’’

Yaman’ın çok sevdiği ve sıklıkla istediği bir patlıcan bir et yemeğinin adı tepsi kebabıydı. İkimize yaptığımda yarım kilo kuzu kıyması üç tane uzun patlıcan alır; enlemesine dörde böler onun ‘’köfte ‘’ dediği benim kızdığım kıymayı, köfte biçiminde, bir et bir patlıcan fırın kabına dizer kırk dakika pişirirdim. Yaman da yemeğe gelince lavaş getirirdi. Ben tepsi kebabını lavaşla baş, işaret, orta parmağıma kor gözüme kestirdiğim patlıcan ya da etin üstüne atıp büker, ağzıma atardık. O da beni taklit etmeye çalışıp lavaşa et patlıcan sarıp döke döke yerdi.

 

''Kusurlu hakir, seyyahı Alem Evliya çelebi

 

''Evliya Çelebi abartır’’ derler. Bizce ‘’ol Hakir’’ abartmazmış, abartmanın tadını çıkarırmış!

 10 ciltlik, 20 kitabından ‘tadını çıkarma’nın en güzel bir örneklerinden biri:

 ''Kusurlu Hakir'', alem seyyahı, insanoğlunun dostu, dünyayı gezen gösterişsiz Evliya’’nın yolu 1649’da Hasankeyf’e düşer.

 Dülh’u adlı bir Kürt görür ve başlar anlatmaya:

 Allah’ın emri adamın boyu üç buçuk arşın idi. Başı Adana kabağı yahut Van lahanası veya Sakarya Nehri kenarında Geyve kasabası kadar devletli kellesi var idi.

 Gözleri üğü kuşu (baykuş) gözleri gibi yuvarlak idi ama Yaratıcı’nın hikmeti ol heybetli adam gözlerinin kapaklarını kırpsa diğer insanlar gibi gözlerini kapamayıp gözleri pınarı yerinden gözleri kuyruğu tarafıyla göz kapaklarının yanına kayardı.

 Ve burnu Mısır’ın ve Mora diyarının mor patlıcanı kadar gaga burnu var idi.

Ve dudakları sanki deve dudağı idi.

 Ve dişleri İsfahan öküzü kadar idi.

 Ve omuzlarına birer adam otursa yerim dar demezdi.

 Ve garip hikmetin biri de o kimsenin sekiz bıyığı var idi. Evvela büyük bıyığı aslısı kulaklarının arkasına erdikten sonra fazlasını arakiyesinin (keçeden bir baş giyeceği) içine kor idi.

 Ve arakiyesi bir kile Siirt pirinci alırdı. Ve iki bıyığı da burnu deliklerinden dışarı sarkmış idi. Ve iki bıyığı kulakları deliğinden dışarı çıkmış idi.

 Ve iki kaşları da birer karış bıyık gibi sarkmış idi.

 Bu anlatılan minval üzre sekiz adet bıyık sahibi bir gariplerin garibi bir adam idi.